İçindekiler:

27 Aralık 2021
Sayı: KB 2021/Özel-46

2021 geride kalırken…
İktidarın çıkmazı ve OHAL sopası
Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde yeni dönem
Erdoğan’ın sahte Afrika sevgisi!
Saray rejiminin portresi: “Nebatigiller”
Kapitalist örgütler ve mafyatik saray rejimi
MESSe karşı metal işçileri eylemde!
“Tartışma sendikal anlayış tartışmasıdır”
Kayseri’de asgari ücret çalışması üzerine
Birleşik mücadele arayışından yol ayrımına - Baki Duman
Veysel Akgül yoldaş Frankfurt’ta anıldı
Veysel Akgül yoldaş kavgamızda yaşıyor!
İtalya’da sendikal ihanet...
Şili seçimlerinin ardından
Nükleer anlaşma mı savaş histerisi mi?
Gençlik hareketi 2021 yılı tablosu
ILO 190 Sayılı Sözleşme üzerine
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Birleşik mücadele arayışından yol ayrımına

Baki Duman

 

27 Mayıs 1960 darbesi ve ‘49’lar Davası

27 Mayıs 1960 darbesinin ardından ‘49’lar davası tutukluları Harbiye tabutluklarından Ankara’ya nakledilirler. Kontrolu sağlar sağlamaz genel bir af ilan eden cuntacılar ‘49’luları af kapsamı dışında tutarlar. Üstelik, hiçbir nedeni yokken, 485 Kürt ileri gelenini “devlet güvenliğine karşı komplo hazırlamakla” itham ederek Sivas Kabanyazı’da hazırlanan bir toplama kampına doldururlar. Bunlardan 55’ini daha sonra Batı’da zorunlu göçe tabi tutarlar. Sait Kırmızıtoprak yapılanı, 27 Mayıs’ı gerçekleştiren darbecilerin içindeki “Kandaşım”, “Dış Türkler”, “Turan Ülkesi”, “Bozkurtlar” ve “Beyaz Zambaklar Memleketi” gibi cunta gruplarının etkisine bağlar.

Kürt yurtseverlerinin genel affın dışında tutulmaları cuntacıların Kürt sorunu konusunda nasıl davranacaklarına ilişkin açık bir fikir vermekle birlikte, ‘49’lular, bir protesto telgrafına bile tahammül edemeyen Bayar-Menderes kliğinin alaşağı edilmesini, kendilerinin af kapsamı dışında tutulmalarından daha fazla önemserler. Musa Anter anılarında Ankara’ya nakledilmeleri ve yerlerine devriklerin konulmasını, haklı olarak belli bir sevinçle anlatır:

“27 Mayıs’ta biz o hücrelerden çıktık; yerimize Demokrat Parti bakan ve milletvekilleri ile cezaevi paşamız Kemal Binatlı ve zartlı zurtlu hapishane müdürü Rasih Kasırga aynı hücrelere kondular...” (Hatıralarım 1-2, Avesta Yayınları, s.160)

Sait Kırmızıtoprak 1960 darbesinden sonra oluşan politik ortama ilişkin oldukça iyimserdir. Çünkü süreç demokratikleşmeye doğru evrilmektedir. Demokratik bir ortam ise meseleleri çok yönlü ortaya koyma ve çözüm yollarını açıklama imkanı demektir. Türkiye’nin emekçilerine ve Kürt halkına gerçekleri açıklama fırsatı doğmaktadır. Faşist güçler ile onların yardakçısı Kürt jurnalcilerin bu süreci bozmaya çalıştığına dikkat çeken Sait Kırmızıtoprak, “profesyonel jurnalcı” olarak tanımladığı Varto’lu Atilla Fırat’a karşı yazdığı tekzip yazısında şunları söylüyordu:

Yepyeni, pırıl pırıl Doğulu halk çocukları bilimin, hür düşüncenin ve fikir namusunun ışığında, Doğu meselelerini gerçek yönüyle ortaya koyuyorlar, koyacaklar ve savunacaklardır. Bunun kadar önemli bir diğer gerçek de şudur: 27 Mayıs Türkiye’sinin Atatürkçü, ilerici gençliği, aydınları, işçileri de Doğu insanlarına dostluk ve kardeşlik ellerini uzatmışlardır. Bulanık suda avlanmak; Türkiye’nin birliği, beraberliği ve mutluluğu yolunda omuz omuza kenetlenen kitlelerin arasına nifak tohumları atmak -daha şimdiden maskeleri düşen profesyonel jurnalcılar için- artık eskisi kadar kolay olmayacaktır.” (Yeni İstanbul gazetesine tekzip yazısı, 10 Aralık 1962)

Dönem dönem İnönü’ye ilişkin de iyimser söylemlerde bulunan Sait Kırmızıtoprak, 1961 Martı’nda tahliye edildiğinde, “Doğu Sorunu” olarak tanımlanan Kürt sorununa ilişkin bütün hassasiyetini korumakla birlikte, yazılarında Türkiye’nin bütün temel sorunlarını, nedenlerini ve çözüm yollarını işler. Musa Anter’le Kürt sorununun çözümü üzerine yaptığı polemikleri “Doğulu Gençler” adına sürdürürken, öteki tüm yazılarında Dr. Sait Kırmızıtoprak imzasını kullanır.

“Ayakları yere basan solcu”

Kendisi de ‘49’lu tutsaklardan biri olan ve solcuları “ayakları havada boş hayaller için koşanlar” olarak değerlendiren Kürt aydını Canip Yıldırım, sıra Sait Kırmızıtoprak’a gelince o başka der. Canip Yıldırım’a göre Sait de “bir solcudur ama ayakları yere basan bir solcu”.

Gerçekten de Sait Kırmızıtoprak’ın yazılarında bir bütünlük, bir derinlik ve bir iç tutarlılık vardır. Daha önce sözünü ettiğimiz “Demokratik Rejim İçinde Yaşamaya Azimli MilletlerNne Şekilde Hareket Etmelidirler?” yazısı ile 1961 Martı’nda tahliyesinden hemen sonra kaleme aldığı “Türkiye’nin Kalkınmasında Tunceli” başlıklı makalesine bir arada baktığımızda, onun neden “ayakları yere basan bir” marksist solcu olduğunu görürüz.

‘49’lar davası döneminde ve ‘60’lı yılların ilk yarısında Sait Kırmızıtoprak marksist bir Kürt devrimcisidir ama düşünsel dünyası ve eylem planıyla Türkiye sosyalist solunun içindedir. Arada İnönü ve subaylara ilişkin yaptığı olumlu ama isabetsiz değerlendirmeleri de bu toplam içinde anlamak gerekir. Kürt sorununun çözümünü Türkiye’nin çözüm bekleyen sorunlarının bir parçası olarak görür:

 “Aydınları da dahil biz Tunceli halkının bilmemiz ve kabul etmemiz gereken bir gerçek var. İlimiz sosyal ve ekonomik yapısı ile Doğu Anadolu’nun, Doğu Anadolu da Türkiye’nin bir bölgesidir. O halde daha mutlu, daha insanca ve daha özgür bir yaşama düzeyine erişmemiz Türkiye’nin genel sorunlarının ve Doğu Anadolu’nun sosyal organizasyonunda diğer bölgelere göre daha yoğun bazı özelliklerinin (şeyhler, aşiret reisleri, toprak ağaları ve mezhep tüccarlarının) ele alınması ve bilimin ışığında geniş halk kitleleri yararına hal edilmesiyle olabilir. Demek ki, Doğu illerimizin problemleri bu yurdun tümünün problemleridir.” (Sait Kırmızıtoprak, Stj.dr., Tunceli Gecesi Yayını, 20 Mayıs 1961)

1961, 1962 ve 1963 yıllarında kaleme aldığı öteki makaleleriyle Sait Kırmızıtoprak dönemin marksist soluna önemli bir düşünsel birikim sunar. Stratejik perspektif sunan yazıları arasında şunları sayabiliriz: Sağlık Hiznetleri (Forum dergisi, 15 Eylül 1961), Verem Savaşı Derken (Vatan gazetesi, 13 Ocak 1962), Doğu Davamız, (YÖN dergisi, Haziran 1962), Toprak Reformu Diye Kimi Aldatıyorlar, (YÖN dergisi, Haziran 1962), Kabahat Doğulunun mu? Doğulu Gençler, Eşkıyalık Karşısındaki Düşünce ve Görüşlerini Açıklıyorlar, (YÖN dergisi, Ağustos 1962), Doğumun Kontrolü- Kürtaj Serbest Bırakılmalı, (YÖN dergisi, Ağustos 1962), Doğu’yu Sosyalizm Kurtarır (YÖN dergisi, 14 Kasım 1962), Doğu’nun Baş Düşmanı Faşizm I-II-II (DİCLE-FIRAT dergisi, Aralık 1962, Ocak ve Şubat 1963) ve Irkçı, Sömürücü Tehlikeyi Görmek ve Birleşmek Gerek! (Sosyal Adalet dergisi, Nisan 1963)

Üç yıl içinde ortaya konulan bu yazılı ürünlerin toplamı, marksist bir parti programı ve politikasının bir dizi temel unsurunu içerir. Zira eğitimden sağlığa, kürtaj sorunundan bölgeler arası eşitsizliğin giderilmesine, Kürt ulusal sorununun çözümünden sözkonusu sorunun özü olarak gördüğü toprak reformunun tüm Türkiye’ye yayılması gerektiğine, iş güvenliğinden iş sağlığına kadar bütün temel sorunların kalıcı, akli ve en insani çözümünün sosyalizmle olanaklı olabileceği konusunda berrak bir perspektif ortaya koyar.

Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın parti ve devrim gibi temel alanlarda henüz söz söylemediği, bu nedenle de yazdıklarının marksist bir parti programı ile ilişkilendirilmesi abartılı bulunabilir. Fakat sonuçta üç yıllık kısa bir süreçten sözediyoruz. Kaldı ki devrimci bir çizgi yeni açılımlarla derinleştikçe tamamlanır ve bu arada kusurlarından arınır. TİP toplantılarına onur konuğu olarak çağrılabilen biri buna rağmen TİP’e üye olmuyorsa eğer, bunun ciddi ideolojik-ilkesel nedenleri olmalıdır. Nitekim illegaliteden güç almayan bir yasal konumlanışın mevcut rejime dayanamayacağını ve giderek bir tür teslimiyet içine gireceğini sonraki yıllarda döne döne dile getirir. Ulusal da olsa önderlik ettiği partinin kuruluşunda ve olağanüstü kongre açılış konuşmasında söyledikleri, onun parti konusunda da nasıl bir ihtilalci bakışa sahip olduğunu göstermektedir.

“Devrim yapmayı göze almayan ve devrim yapmaya hazırlanmayan bir parti, devrimci değildir. …

“Önce de söylendi, teşkilatın kuruluşu ve gelişmesi esnasında, daima gizlilik kuralları ve dar bir doğrultu içinde çalışmamız gerekir. Bundan ötürü de partimizin demir bir disiplin ve dar hudutlar içerisinde faaliyet göstermesi gerekir. …

“Temel görevimiz; bugün için gizli teşkilat çalışmasıdır. Ne var ki, parti merkezinin haberi tahtında ve partimizin kontrolü altında; yararımızın bulunduğu yerlerde, arkadaşlarımız açık çalışmalara da katılabilirler. Bir şartla ki, merkeze doğrudan doğruya bağlı bulunmayan ve parti kontrolünde olmayan çalışmalara imkan tanınamaz.” (Ağustos 1970, Politbüro adına olağanüstü kongre konuşması, Aktaran Selahattin Ali Arik, Dr. Şivan, s.577, 578, 581)

Kemal Burkay’dan Canip Yıldırım’a, M. Ali Aslan’dan Musa Anter’e kadar birçok dostuyla yollarının ayrılmasının gerçek nedeni mücadele ve örgüt sorunundaki bu devrimci tutumudur.

Sait Kırmızıtoprak bugüne dek daha çok 1960’lı yılların sonuna doğru Kürt ulusal davası adına yaptığı tercihle biliniyor. Bu Sait Kırmızıtoprak’ın devrimci yaşamının sadece bir yanıdır. Sait Kırmızıtoprak gerçekliğinin öteki yanı ise onun enternasyonalist bir Kürt devrimcisi olarak aktif siyasal yaşama başladığıdır. Önceliği Türk ve Kürt halkı ile Türkiye’de yaşayan bütün emekçilerin kardeşçe bir yaşamı birlikte inşa etmeleri olmuştur.

Kürt devrimcileri “eşitlik ve gönüllü birlik” için yola çıktılar

İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde, bütün parçalardaki Kürtler, birlikte yaşadıkları öteki halklar ile hak eşitliği için mücadele etmekle birlikte, ayrılıp ayrı bir ulusal devlet kurmayı bir hedef olarak ortaya koymazlar. Bağımsız, birleşik Kürdistan sloganı da o gün için savunulmaz. Kuzey’in Kürtleri ve ‘49’ların devrimci kesimi olarak “Doğulu Gençler” de, Türk ve Kürt halkları arasında kardeşçe eşitlik temeli üzerinde gönüllü bir birlik isterler. Bunun açık bir örneği, Avni Doğan’ın Eylül 1962’de Dünya gazetesinde yayınlanan “Barzani Olayının Altındaki Büyük Tehlike” başlıklı yazı dizisine, Sait Kırmızıtoprak’ın verdiği cevaptır.

Avni Doğan’ın yazı dizisiyle verdiği mesaj öz olarak şudur: “İran, Irak, Türkiye toprakları üzerinde Kürt hükümeti kurmak, artık bir düşünce olmaktan çıkmış, tehlike halini almıştır.” 

Irkçı-Turancı yaklaşımın yeni bir versiyonu olan bu yazı dizisine Dr. Sait Kırmızıtoprak, YÖN dergisinde yayınlanan “Kimler İçin Çan Çalıyorlar” başlıklı yazısı ile cevap verir.

Avni Doğan geçmişte kaleme aldığı yazılarında gerçekçidir ve bilimsel bir dil kullanmaktadır. Bu nedenle ilerici ve aydın kesim içerisinde bir itibara sahiptir. Avni Doğan’ın bu itibarı kötüye kullanma yoluna saptığına dikkat çeken Dr. Sait Kırmızıtoprak, onun halklar arasında kuşku ve güvensizlik yaratmayı amaçlayan bir mantığın ürünü yazılarını teşhir etmeye özel bir önem verir. Çünkü Dr. Sait Kırmızıtoprak’a göre, kaderleri birbirine bağlı, aynı safta kenetlenmeleri gereken kitleleri birbirine düşürmeye çalışan gerici ve kindar bir propaganda, halklar arası ilişkileri zehirler.

Dr. Sait Kırmızıtoprak sözkonusu yazısı, Türkiye’de ezilen ulusa mensup bir marksistin soruna enternasyonalist bakışının o gün için yeni ve önemli bir örneğidir. Yeni diyoruz çünkü Türkiye’de ezilen halklardan devrimciler, 1960’lı yıllardan önce de halklar arasında eşit ve özgür birlikteliği savunurlar. Kürt devrimcisi Dr. Sait’in 1962 yılında söyledikleri ile Ermeni devrimci Paramaz’ın 1915 yılında dile getirdikleri özü itibariyle aynı mesajı vermektedir.

“Bizim için bir vatan yoktur. Biz sosyal demokratız [o tarihte bu, biz sosyalistiz anlamındadır]. Biz sadece Ermenilerin kurtuluşu için çalışmıyoruz, bütün insanlığın kurtuluşu için çalışıyoruz, bizim vatanımız bütün dünyadır..(...) Şunu unuttunuz ki, Ermenilerin imha edilmesi bütün Türkiye’nin yıkımı” demektir. (Kadir Akın, Ermeni devrimci Paramaz, s.28)

Ermeni halkı adına Paramaz’ın, Kürt halkı adına da Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın sloganı aynıdır: Halklar arası kardeşlik ve gönüllü birlik! Bu ezilen ulus devrimcisinin enternasyonalist tutumudur.

Kendilerine sosyalist ve marksist diyen ezen ulusa mensup birey, çevre ya da partilerin ezilen ulusun ayrılma hakkı da dahil kendi kaderini özgürce tayin etmesini yüksek sesle dile getirmesi beklenir. Bu nedenle de Avni Doğan’a cevabı öncelikle ve özellikle Türk marksistleri ya da devrimcilerinin vermesi beklenirdi. Ama o günün Türkiye solu, Kürt sorununda böylesine bir açık ve kesin tavır almak konum ve tutumundan henüz yoksundu.

“Toprak reformu”

Dr. Sait Kırmızıtoprak 1960’lı yılların başlarında Türkiye’nin doğusu ve batısında toprak reformunun yapılmasını en az Kürt sorununun çözümü kadar önemser ve Kürt sorununun çözümünü toprak reformuyla bir arada anar. O’na göre ‘61 Anayasası’yla başlayan nispi rahatlık döneminin kalıcı hale gelelebilmesi demokrasinin kökleşmesine, demokrasinin kökleşmesi ise feodal aristokrasinin dayandığı toplumsal temelin tasfiye edilmesine bağlıdır. Bu ise bütün bir Türkiye’de uygulanacak bir toprak reformunu gerektirmektedir.

Cumhuriyet tarihi boyunca “toprak reformu” sorunu sayısız kez hükümetlerin gündemine girer. Fakat her defasında sadece lafı edilir. Bu sorun 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra da yeniden güncellik kazanır. Kurucu Meclis’in Anayasa hazırlama çalışmalarında toprak konusu büyük tartışmalara yol açar. Milli Birlik Hükümetinin (MBK) son günlerinde Tarım Bakanlığı bir tasarı hazırlamakla görevlendirilir. Osman Tosun yönetiminde üniversiteler, Yargıtay, Devlet Planlama Teşkilatı ve meslek kuruluşları temsilcilerinin de katılımıyla oluşturulan komisyon 4 Ağustos 1961 tarihinde Toprak Reformu Kanun Tasarısını Başbakanlığa sunar. Bu tasarının gerekçesinde, “Toprak reformu, hiçbir grup ve zümrenin aleyhine olmayacak, kimsenin menfaatlerini haleldar etmeyecektir” denilmektedir. İşin rengi ve akıbeti daha buradan bellidir. Tasarıda toprak sahibine bırakılacak arazi 20 bin dönüm olarak saptanmıştır. Bu, toprak reformunun pratikte boşa çıkartılması demektir. Bu nedenle yoğun tepkilere konu olur ve gündeme bile alınmayarak CHP önerisiyle seçim sonrası döneme bırakılır.

1961 seçimlerinden sonra kurulan birinci koalisyon hükümeti esası itibarıyla bir öncekinin aynısı olan yeni bir tasarı hazırlar. Bu hükümetin Tarım Bakanı Cavit Oral (Adana’nın büyük toprak sahiplerindendir) tarafından hazırlanan tasarıda, sahibine bırakılacak arazi miktarı 5 bin dönüme düşürülür. Ne var ki tasarıdaki bir kayıt aslında toprak dağıtımını imkansızlaştırmıştır. Çünkü, toprak dağıtımında esas alınacak olan “çiftçi ailesi” değil bireydir. Yani toprak ağası arazisini aile bireyleri arasında 5 bin dönüme paylaştırıp dağıttığında, geriye dağıtılacak toprak kalmayacaktır. Bu yetmezmiş gibi bir de “Toprak reformu, hiçbir grup ve zümrenin aleyhine olmayacak” kaydıyla, köylülerin toprak bedelini 5 yıllık taksitlerle ödemesi öngörülür. Sait Kırmızıtoprak’a göre tüm bunlar toprak reformunun toprak ağaları ve onların adamlarının elbirliği ile boşa çıkartılmasıdır.

Sait Kırmızıtoprak, toprak reformu yapılmadığı koşullarda, diğer köklü reformların yapılma ihtimalinin de daha baştan ortadan kalkacağı gerçeğini gözeterek, şunları vurgular:

“[Reform olmaksızın] topraksız ve ekonomik bakımdan bağımlı köylü çoğunluğu demokratik gelişme ile bağdaşamaz. Ekonomik bağımsızlığı olmayan geniş köylü ve rençber kitleleri ağaların, yobazların, şeyhlerin kısaca; tüm sömürücülerin fikri, siyasi ve dini tesirlerinden sıyrılamazlardı. Pek tabii köylümüz, ırgatımız sosyal ve ekonomik bakımdan bağlı olmak zorunda bırakıldığı sömürücülerini yani toprak ağalarını, din tüccarlarını veya onların adamı olan sahte politika kahramanlarını seçecektir.” (Forum dergisi, 15 Eylül 1961)
 

“Doğu’yu Sosyalizm Kurtarır!”

“Doğu’yu Sosyalizm Kurtarır!” başlıklımakalenin yayınlandığı tarih Kasım 1962’dir. İşçi hareketini 1970’te 15-16 Haziran’a götüren sosyal uyanış ve mücadele sürecinin henüz başlangıç aşaması demektir bu. TİP siyaset sahnesine henüz yeni çıkmıştır ve o sıralar açıkça sosyalist olmak iddiasındaki bir yönetimden henüz yoksundur. Bu koşullarda “Doğu’yu sosyalizm kurtarır” programatik saptaması son derece anlamlıdır ve o gün için oldukça ileri bir tutumun ifadesidir.

Dr. Sait Kırmızıtoprak sözkonusu makalede iktisadi ve siyasi yapının bir tahlilini yapıyor. Üretim ve bölüşüm ilişkilerindeki anormalliğe işaret ediyor. Burjuvazi ile feodal toprak ağalığına dayalı sistemin nasıl da faşist bir diktatörlüğe dönüştüğünü anlatıyor. Türkiye’de varolan kapitalizmin çok somut ve etkili bir teşhiri yapılıyor. Türkiye’deki iktisadi gelişme düzeyinin ortaya çıkardığı koşullara bakarak “Sosyalizmin maddi unsurları, Türkiye’ de fazlasıyla teşekkül etmiştir” diyor.Sait Kırmızıtoprak’a göre, “sosyalizmin maddi unsurları”nın henüz oluşmadığı zamanın Kürdistan’ında ise süreç bir toprak reformu ile başlayacak, ardından pozitif ayrımcılıkla eşitsizlik giderilerek böylece Kürdistan sosyalist düzene entegre edilecektir. Kürt sorununun akılcı, gerçekçi ve kalıcı çözümü böylece açık ve net bir tutumla sosyalizme bağlanır: “Tek kelimeyle sosyalizm, bölgeler arasındaki her türlü eşitsizliği kaldırmak suretiyle, müreffeh, adil ve sıhhatli bir Türkiye” yaratabilir.

Yazı, ırkçı gericiliğin etkili bir teşhirini yaptığı gibi, gericiliğe karşı mücadelenin hedefleri konusunda da sağlam stratejik bir perspektif veriyor.

Aradan geçen altmış yıl içinde Kürt dünyasında çok şey değişti. 1960’lı yılların sonu ve ‘70’li yılların başından itibaren “Doğu Sorunu” tanımı yerini Kürt ulusal sorununa bıraktı. ‘71’in yiğit devrimcileri kaba inkar dönemine darağacında son verdiler. Kürt halkının kendi kaderini özgürce tayin etme hakkı, birçok devrimci grup ve parti tarafından programlarına alındı. ‘70’li yıllardan başlayarak Kürt hareketi kitleselleşti. Araya giren iki faşist askeri darbe döneminin kirli, karanlık ve kanlı günlerine rağmen devrimci bir Kürt ulusal hareketi oluştu ve görkemli bir yükseliş yaşadı. Sömürgeci güçlerin en zalim sözcüleri bile Amed’e giderek “Kürt realitesini tanıyoruz” ya da “Burası Kürdistandır Kürdistan!” demek zorunda kaldılar.

Kürt ulusu özgürleşmek için bütün yolları denedi. Bunun için çok büyük bedeller ödedi. Büyük mesafeler katteti. Önemli mevziler kazandı. Sorunun çözümünü yıllar içinde güncelleştirdi. Ateşkesleri “barış süreci” adı altında siyasal çözüm görüşmeleri izledi. Tüm bunlara rağmen değişmeyen tek şey Sait Kırmızıtoprak’ın 1962 yılındaki programatik saptaması oldu: Kürdistan’ı Sosyalizm Kurtarır!

Olası bir sistem içi “siyasal çözüm”, hiçbir zaman gerçek bir kurtuluş sağlamayacaktır. Kurulu kapitalist düzen temeli üzerinde gerçek özgürlük ve tam eşitlik dayanaksız bir hayaldir. En iyi durumda soruna ancak kısmi ve geçici bir çözüm getirilebilir. Gerçekte sorun sorun olarak kalır. Sömürüye dayalı sınıf düzeni ayakta kaldığı sürece her alanda olduğu gibi ulusal ilişkiler alanında da döne döne eşitsizlikler üretir. Bu eşitsizlikleri korumak ya da dayatmak ise beraberinde ulusal baskı ve zulmü getirir. Böylece kaçınılmaz bir biçimde kısmi ve geçici çözümlerden köklü ve kalıcı soruna yeniden dönülür.

Sait Kırmızıtoprak köklü ve kalcı gerçek çözümü, altmış yıl önce altın harflerle tarihe kazımıştır: “Doğu’yu [Kürdistan’ı] Sosyalizm Kurtarır!”

“Irkçı, sömürücü tehlikeyi görmek ve birleşmek gerek!”

Bugün yalnızca Dr. Şivan’ı hatırlamak değil, asıl olarak ondan öğrenmek gerekir. Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın arabaşlığa çıkardığımız çağrısı, “Doğu’yu Sosyalizm Kurtarır!” yazısından yaklaşık altı ay sonra, Kürt devrimcileri adına, Kürtlere ve Türkiye’nin bütün emekçilerine yapılıyor.

Bu yazıda tarihiKavel Direnişikarşısında gericiliğin aldığı blok tutuma dikkat çekiliyor ve devamında özet olarak şunlar söyleniyor:

Kavel Direnişi bütün maskeleri söküp attı. Irkçı faşistler, Kürtlere ve bütün emekçilere düşmandırlar. “Irkçı sömürücüler hür düşünceyi, demokratik müesseseleri, işçi teşekküllerini, azınlık halklarını yok etmek” isterler. “Irkçı gericiler kuzu postuna büründüğü zaman” eğer olara inanılırsa, onlar uygun ortamı bulur bulmaz yine halkın çıkarlarına olan herşeyi parçalamakta tereddüt etmezler.

Kavel Direnişi Amed’i, Dersim’i, Ağrı’yı, kısaca tüm Kürdistan’ı ve Kürtleri yanına çekmelidir. Bunu yapabilmek için Kürt diye bir ırk, Kürtçe diye bir dil yoktur diyen ırkçılara inanmamak gerekir.

Türkiye’nin batısında, doğusunda neresinde bulunursa bulunsun, hakim sınıflar daima birbirlerini tutarlar. Nitekim çıkarları bahis konusu olunca yalnız Doğu Anadolu ile Ege-Çukurova büyük toprak ağalarıyla sermayedarları değil, yabancı şirketlerle de hemen birleşiveriyorlar. O halde halklar da birleşmek zorundadır.

Kürtler zulmün, baskının, katliam ve sürgünlerin, ezilmenin, üvey evlat muamelesi görmenin en yeni, en kaba, en canavarca tatbik örneklerine daha fazla tecrübe tahtası olmak istemiyorlarsa, bütün güçleriyle Türkiye’nin işçi ve emekçileriyle ortak çıkarları için harekete geçmeli, birleşik mücadele gücü oluşturmalıdırlar. Demokrasi ve özgürlüğün önündeki engel sömürgeci egemen sınıftır. Onlar iktidarda kaldıkça halklara huzur yoktur.

Irkçı, sömürücü sınıf iktidarını görmek ve birleşmek gerekir!

Türkiye işçi sınıfı hareketinin Kavel Direnişi gibi son derece anlamlı bir tarihi dönüm noktasında, işte bu devrimci ve enternasyonalist düşünceleri dile getiriyor Dr. Sait Kırmızıtoprak.

Yol ayrımı görünüyor

Yeri geldikçe hatırlattığımız gibi, 1960’lı yıllarda “Kürt Sorunu” yerine “Doğu Sorunu” tanımı kullanılır. Çünkü “Kürt Sorunu” tanımı yasaktır. 1960’lı yıllardaki kitlesel sosyal uyanışa rağmen solun sözkonusu yasağı ciddi bir mücadele konusu yaptığını söylemek mümkün değil. Tersine yasağın arkasına saklanan ince bir sosyal-şovenizmin solun büyük bölümüne egemen olduğu bir gerçektir. Yanısıra sol cuntacılığa bel bağlama hayallerinin ürünü bir kaba oportünizm de sözkonusudur. Buna göre, umut bağlanan “zinde güçleri” ürkütmemek için Kürt sorununda susmak gerekir!

Dr. Sait Kırmızıtoprak, bir yandan Avni Doğan’ın ırkçı-Turancı kışkırtmalarınının gerici özünü sergilerken, öte yandan “Jurnalcı’nın Mumu”başlıklı yazılarıyla, bu kez Kürt işbirlikçilerini, örneğin Mehmet Şerif Fırat’ın “Doğu İlleri ve Varto Tarihi” adlı devlet siparişi kitabındaki inkarcılık ve uşaklığı teşhir eder. Fakat tam da bu aynı dönemde, örneğin YÖN dergisi sahibi Doğan Avcıoğlu, “zinde kuvvetler”e bağlanan boş umutların da zorunlu bir gereği olarak, “şayet bir gün Doğu’da Kürtler herhangi bir harekete girişirlerse, herkes şunu iyi bilmelidir ki, onlara ilk karşı çıkacak olan Türk sosyalistleri olacaktır” diye yazabilmektedir. Oysa aynı Doğan Avcıoğlu, sözkonusu yazıyı yazmadan daha birkaç ay önce ve bizzat Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın yönlendirmesiyle kendisini ziyaret eden üniversiteli Kürt öğrenci grubuna, ulusal sorun konusunda Stalin’in görüşlerini paylaştığını, Türkiye’de pekala bir Türk-Kürt Federasyonu kurulabileceğini ifade etmiştir! (AktaranS. A. Arik, Dr. Şivan, IBV Yayınları, s.89)

Dr. Sait Kırmızıtoprak’a göre; Türkiye’de gerçek demokrasiyi yerleştirmek, toplumu faşizm belasından kurtarmak, Kürt halkının özgür ve onurlu yaşayabileceği bir ortamı sağlamak, tüm yurttaşların parasız tedavi, parasız eğitim, herkese insan gibi yaşayacağı bir mesken, çalışmak isteyen her insana iş, yapılan her işe göre hayat düzeyi sağlayacak olan tek sistem sosyalizmdir.

Sosyalist bir düzeni ise ancak iki temel kuvvetin birliği var edebilir: İşçisi, köylüsü, memuru, aydını ve gençliği ile geniş halk kitleleri ile Kürt halkı. Kürt ulusal hareketi burada, toplumsal değişim ve dönüşümü sağlamanın iki temel kuvvetinden biri olarak görülmektedir. Biri olmaksızın ötekinin başarı şansı yoktur ya da çok zayıftır. Bunun Türkiye solu, sosyalistleri ve ilericileri tarafından görülmesi ve dahası gereklerinin pratik politikada gözetilmesi, ortak ve birleşik mücadelenin olmazsa olmaz bir önkoşuludur.

Ne var ki Türkiye solu, sosyalistleri ve ilericilerinin yaklaşımı o gün için fazlasıyla umut kırıcıdır. Dr. Sait Kırmızıtoprak bu umut kırıcı durumun örneklerinden birini de Hayrettin Uysal’la diyaloglarında yaşar.

1977 yılında Ecevit kabinesinin Sosyal Güvenlik Bakanı olacak olan 1960’lı yılların TÖS kurucu üyesi Hayrettin Uysal, Köy Enstitüsü çıkışlıdır ve ilerici olarak bilinir. Dr. Sait Kırmızıtoprak’la yaptığı bir konuşmada ona,“Doğu ile ilgili yazılarınızı okudum, fakat görüşlerinize karşı itirazlarım var. Siz meselenin ekonomik kalkınma yanında bir diğer yönüne değiniyorsunuz. Doğuluların anlayabildikleri dille okuyup yazmaları gerektiğini de savunuyorsunuz ki, bu görüşünüz yanlıştır.” (…) “ne lüzum var bütün bunlara. Geniş bir okuma yazma seferberliği açtık mı, hem konuşma dilimizi öğretir, hem de Doğu halkını okur-yazar yapabiliriz.” (Age, s.98)

Dr. Sait Kırmızıtoprak, Doğu’nun kalkınması gerektiğine samimiyetle inandıklarından kuşku duymadığı Uysal gibi birçok aydından da benzer itirazlar duyar. YÖN’de yayınlanan yazılarında vurgulanan bölgeler arasındaki ekonomik farklılaşmanın süratle giderilmesi için Doğu›ya öncelik tanımak gerektiği görüşü paylaşılır. Ama “ama siz Doğuluların diline de dokunmuşsunuz” denilerek bir elle verilen öteki elle geri alınır. Ekonomik-sosyal kalkınmanın dayandığı ilerici görüşün doğal bir tamamlayıcısı olması gereken “halkların ana dilleriyle okuyup yazmaları en temel haklarındandır, bu hak pazarlık konusu edilemez” prensibinin geniş bir sol aydın tabakası tarafından çiğnenmesine karşı, Dr. Sait Kırmızıtoprak tartışmayı kamuoyuna önünde açık bir platform üzerinden sürdürür. “Doğu Meselesinde Yanılmalar” başlıklı makalesini bu amaçla kaleme alır.

“İlerici bilinir, Aydın arkadaşın benden farklı görüşlere sahip olması normaldi” diyen Dr. Sait Kırmızıtoprak, sözlerine şöyle devam eder:

“Açık ve samimi olarak biz Doğulular bu yersiz, sebepsiz hassasiyeti anlayamıyoruz. Irkçı faşistlerin bu konudaki dehşetengiz tasarıları, zaman zaman Doğululara ölüm ve düşmanlık kokan çıkışlarda bulunmaları bizi şaşırtmıyor. Çünkü ırkçı faşizmin baş amacı, sömürücü sermayenin en şovenist, en saldırgan, en gerici unsurlarının açık terörist diktatörlüğünü kurmaktadır.” (YÖN, 28 Şubat 1963, Aktaran S. A. Arik, Dr. Şivan-Sait Elçi-Süleyman Muini ve Kürt Trajedisi, 1960-1975, s.106)

Bu kadarının görülmemesi ya da görülememesi, ilerici bilinenlerin, sosyalistim diyenlerin Ş. Süreyya Aydemir ve Cemal Bardakçı ile aynı cümleleri kullanmaları, hatta Ragıp Gümüşpala gibi açık ırkçı-asimilasyoncu söylemlere başvurmaları, Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın Türkiye solu ile ilişkileri sorgulamasına kapı aralar.

Hayrettin Uysal’ın itirazlarına kamuoyu önünde cevap verilmesi YÖN yöneticilerini rahatsız eder. Onlar bu tartışmanın sürdürülmesinden yana değildirler. YÖN’ün başında bulunan Doğan Avcıoğlu ile görüşme imkanı bulamayan Dr. Sait Kırmızıtoprak, konuyu derginin yöneticilerinden Cemil Sait Barlas’la konuşmak zorunda kalır. Bu konuşmadan çıkan sonuç YÖN ile yol ayrımına gelinmesi olur.

1964 yılında, “Resmi tez ne olursa olsun, bütün bunlar göstermektedir ki, bir Kürt meselesi vardır ve uzun yıllardır uygulanan politika, meseleye bir çözüm yolu bulmakta başarısız kalmıştır” diyen ve ulusal sorunların çözümünde Sovyet deneyimini örnek gösteren Doğan Avcıoğlu, Dr. Sait Kırmızıtoprak’a göre, kimi cuntacılarla kurduğu ilişkiden sonra inkarcı bir çizgiye kayar. 1966 yılı sonunda Avcıoğlu örneğin şunları yazabilmektedir:

“Bir noktada en ufak tereddüte yer yoktur: Tek bir milletiz ve tek karış toprağımızı asla feda etmeyiz. Türkiye toprakları üzerinde ayırıcı ve bölücü emeller besleyen gafiller varsa, bir an önce akıllarını başlarına devşirsinler ve bir karış toprak için, en başta Sosyalistlerin dövüşeceklerini bilmelidirler.

“Bu topraklar üzerinde tek bir millet olarak yaşayacağız. Yalnız bizim milliyetçiliğimiz, ırkçılık üzerine kurulu değildir. Bir Doğulu aydınımızın belirttiği gibi, ‘Türkiye Devleti, Atatürk’ün çizdiği milli misak hudutları içinde yaşayan, Kurtuluş Savaşımızı yapmış olan, bu yurda bağlı, bu yurdun kalkınmasına, ilerlemesine gönül vermiş ve bu yurdun insanlarını seven herkesin devletidir. Türkiye hepimizindir.” (YÖN, Sayı:194, 16 Aralık 1966, bkz. https://www.politez1.com/detail/endiseli-/947/kurt-meselesi-dogan-avcioglu#.YaU_oFXMKUk)

Bu satırlar “Doğu Meselesinde Yanılmalar” makalesindeki fikirlere ve Kırmızıtoprak’ın pratikte attığı adımlara bir yanıt niteliğindedir. İzleyicilerinden bazılarının iddiasına göre, Dr. Sait Kırmızıtoprak bu sürecin ardından giderek Marksizmden uzaklaşır. Bunun böyle olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur. Ama marksist Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın giderek Kürt ulusal sorununu eksen alan Dr. Şivan’a dönüşmesi sürecinin böylece başladığı da bir gerçektir.

Bu kopuşun gerçek nedeni ne tek başına inkarcı ve asimilasyoncu politikanın ısrarla sürdürülmesidir, ne de solun bu politikaya verdiği örtülü ya da açık desteğe duyulan tepkidir. Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın farklı bir yola yönelmesini besleyen faktörlerin öteki yanında, Kürdistan’ın dört parçasında yaşanan uluslaşma süreci ve bunun ürünü mücadelelerin yarattığı etkileşim vardır. Gelişme düzeyleri ve ihtiyaçları farklı olsa da, aralarında organik bir örgütsel ilişki olmasa da, bu da bir Kürt dünyasıdır.

Önümüzdeki bölümde marksist Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın Kürt ulusal davası lehine yaptığı yeni tercihin teorik ve siyasal yönlerini ele alacağız.

 

 

 

 

 

“Kimler İçin Çan Çalıyorlar” makalesinden...

 

Irkçı-faşist Ankara iktidarlarının: ‘Türkiye yi parçalıyorlar!’ yalanına inanmayınız.” “Kürt aydınları ve ne istediklerini çok iyi bilen Kürt militanları, Türkiye’nin toprak bütünlüğü konusunda, ırkçı-Turancı safsatalarla vatanperverlik fiyakası satan herkesten daha fazla hassas ve sadık olduklarını ve asla Türkiye’yi parçalamak gibi bir niyetleri olmadığını, matematik bir kesinlikle (...) ispat etmiş bulunmaktadırlar.”

İçimizde bir Kürt topluluğu vardır ve bunu kabul etmemiz lazımdır. Doğu davasını, bu realiteyi inkar ve tasfiye etmek sureti ile halletmek yolunu milli bir gaflet, hatta felaket olarak görenlerdeniz. Şu veya bu yollarla Türk ve Kürt düşmanlığını körükleyen, şiddet ve yasak rejimiyle bu davayı olur biter sanan görüşe tamamen karşıyız.”

“İnsanların beraberliğini kan ve ırk kavramları üzerinde bina etmeye çalışanlar, sosyal kanunların tabii gelişimi karşısında ezilmişlerdir. Türkiye’deki ırkçılar, Turancılar yıllardır bu sloganı işlemeye çalışıyorlar.” ... “Doğu’daki topraksız vatandaşlarımızı Türkleştirmek için toprak dağıtılacaksa, batıdaki topraksız kardeşlerimize hiçbir zaman toprak verilmeyecek demektir. Olmaz böyle muhakeme!.. Türkiye’nin her bölgesinde -ama her bölgesinde- toprak reformu (toprağın onu işleyen topraksız köylüye dağıtılması) uygulanmalıdır.”

“Eğitim, sağlık hizmetleri parasız olmalı, devlet eliyle ağır milli sanayi kurulmalı, sosyal adalet gerçekleşmeli; emekçilerin, köylülerin, memurların hakları korunmalıdır. Bütün bunlar halkçı hamlelerdir. Bu hamlelerin aksiyon safhasında bütün halk kitlelerinin samimi demokratik fikir cereyanları etrafında birleşeceğine inanıyoruz. Yoksa Doğu köylüleri isteyerek, kendi arzularıyla mı ağaların, sömürücülerin çarklarında eziliyorlar, zannediliyor?

“Türkiye’nin batısında, doğusunda neresinde bulunursa bulunsun hakim sınıflar daima birbirlerini tutarlar. Hükümetlerin politikasında bu sınıfların görüşleri egemense, ister istemez hükümetler de sömürücü hakim sınıfların desteği olurlar. Nitekim çıkarları bahis konusu olunca yalnız Doğu Anadolu ile Ege-Çukurova büyük toprak ağalarıyla sermayedarları değil, yabancı şirketler bile bizimkilerle hemen birleşiveriyorlar…”

(YÖN, 19 Eylül 1962)

 

 

 

 

 

“Doğu’yu Sosyalizm Kurtarır” makalesinden...

 

“Söz gelişi, bizdeki faşistler yıllardan beri Doğu’ya, özellikle bu bölgenin çoğuluğunu teşkil eden Kürt asıllı Türk vatandaşlarına, Zenci veya Yahudi gözüyle bakmayı sadist, sapık ideolojilerinin prensiplerinden biri haline getirmişlerdir. Sıkışınca, Doğuluların halis Türk kanından geldiği safsatasını savuranlar, fırsatını bulunca maskelerini takmak gereğini bile duymuyorlar. Bunların yayın organı Milli Yol dergisi, daha birkaç ay önce, şunları yazıyordu: Doğu hiçbir zaman bizim olmamıştır. Çünkü orada, Kürtler yaşıyor. Bu bölgeye Kırgız, Kazak Türklerini aşiret silahlanyla birlikte getirip yerleştirelim, ancak bu cengaver aşiretler Doğuluların hakkından gelebilirler.

“Görülüyor ki faşist bir diktatörlük, Türkiye’nin bütün ekonomik ve mali imkanlarını ufak bir varlıklı grubun emrinde zorla, tedhişle toplamakla kalmayacak, demokrasi adına ne denli kırıntı varsa, hepsini silecek, gerekirse kitle katliamlarından bile çekinmeyecektir.”

(...)

 “Doğu’yu ve arkasından Türkiye’mizi, kardeş kanına boyayacak faşizm tehlikesini önleyecek tek çare, sosyalizmdir, ilerici vatansever kuvvetlerin safında faşizme karşı savaştır.” (...)

“Bugün çalışma hürriyeti denen hürriyet, başkalarını çalıştırma hürriyeti, başkalarının sırtından ‘har vurup harman savurma’ hürriyetidir. Hayat kavgasında bazıları, her türlü silahlarla donatılmış olarak yürüyor; geniş topraklan var, sermayeleri var, tahsil görmüşler, ellerinde tavsiyeler, arkalarında iltimas, etraflarında binbir münasebet kuvveti var. Çokluk ise çırılçıplak. Bir savunma siperleri bile yok. Sosyalizm haksız ve çok kere zalimane olan bu taksim şeklini düzeltecek sistemdir.” (...)

“Doğu’da madenlerin işletilmeleri ve sanayinin kurulması ancak sosyalist düzen eliyle, halk yararına tatbik alanına konabilir. Sosyalist görüşten hareket etmeyen her türlü işletmecilik, Doğu halkının sefaletine, perişanlığına yeni halkalar katmaktan öteye geçemez.”

(...) “Sosyalist bir düzen insan sevgisi üzerine kurulur. İnsanın hayatı, haysiyeti, gerçek hürriyeti ön planda yer alır. Medeniyetin, insanca yaşamanın araçları küçük bir azınlığın değil, bütün halkın yararına planlanır. Parasız tedavi, parasız eğitim, herkese insan gibi yaşayacağı bir mesken, çalışmak isteyen her insana iş, yapılan her işe göre hayat düzeyi ancak sosyalizmle sağlanır.

“Kültür bakımından da durum aynıdır. Gerçek demokrasi ve sosyalist anlayış, hiçbir topluluğun kültür hakkını pazarlık konusu yapamaz. Kültürel kalkınmanın gerçekçi, insancı ve bilimsel uygulanış metotları, sosyalizmin anlamında zaten mevcuttur. Sosyal adalet ilkesinden hareket eden ekonomik kalkınmanın yanı sıra en geniş bir hoşgörü ve anlayışla, kültürel kalkınma pazarlıksız, karşılıksız olarak sosyalizmin baş ödevleri arasında yer alır.

“Tek kelimeyle sosyalizm, bölgeler arasındaki her türlü eşitsizliği kaldırmak suretiyle, müreffeh, adil ve sıhhatli bir Türkiye yaratarak, milli birliği en sağlam temeller üzerine oturtur.”

(YÖN, 14 Kasım 1962)