İçindekiler:

28 Mayıs 2021
Sayı: KB 2021/Özel-20

Haramiler düzeninden hesabı emekçiler soracak!
Peker’in “kutsal devleti” ve pislik düzeni
İktidarın Gezi ve Kobanê hesaplaşması
Bekçi terörü tırmanıyor
Gerçekler er ya da geç topluma ulaşır!
AKP’nin kriz ve pandemi reçetesi zam
Haziran Direnişi ruhuyla mücadeleye!
Uzun çalışma süreleri işçinin ömründen çalıyor
Sinbo ve SML Etiket direnişleri 4. ayında
Tarihsel TKP’nin Kadrocu inkârı / 2 - H. Fırat
Bielefeld’de “Özgür Filistin” eylemi
İsrail saldırısının ardından…
İklim değişikliği ve “yeşil kapitalizm”
Dünyadan grev ve eylemler
BİR-KAR’dan dayanışma çağrıları
Ticarileşen eğitimde fırsat eşitsizliği büyüyor
Devrimciler ölmez, devrim davası yenilmez!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

İklim değişikliği ve “yeşil kapitalizm”

A. Vedat Ceylan

 

Aşırı hava değişiklikleri, sıcak-soğuk hava dalgalanması, küresel bir hal almaya doğru giden kuraklık, kuraklığa paralel çölleşme, atmosferdeki havayı solunmaz kılan kirlenme, buzulların erimesi, deniz seviyesinin yükselmesi gibi “doğa olayları” manşetlerden düşmez hale geldi. Pandemi nedeniyle şimdilik biraz durağan olsa da öncesinde, özellikle dünya genç nüfusunun “Geleceğimizi çalmanıza izin vermeyeceğiz” sloganı ile milyonlar halinde harekete geçmiş olması, bu konuda her kesimden insanı ve kuruluşu söz söylemek durumunda bırakıyor. Gezegenimizi yaşanmaz hale getiren kapitalist şirketler, mali sermaye, emperyalist devletler dahil sağcısı, solcusu, yeşilcisi vs. hemen herkes bu konuda bir çift laf söyleme zorunluluğu hissediyor.

İklim elbette ki doğal olarak da değişiyor. Gezegenimiz, oluşumundan bu yana defalarca iklim değişikliğine sahne oldu. Ancak, bilim insanları son 200 yıl içinde, yani kapitalizmle birlikte iklimin beklenmeyen bir hızla değişime uğradığını bilimsel kanıtları ile ortaya koymaktadırlar. İklim değişikliği dahil, kapitalizmin her alanda yarattığı kirlilik, toplumsal çıkarları temel alan bilimsel ve planlı bir ekonomiye duyulan ihtiyacı her geçen gün daha zorunlu hale getirmektedir.

Kendiliğinden başlayan ve bütün bir yerküreye yayılarak milyonları ayağa kaldıran iklim hareketinin başlangıçta yer yer ve giderek daha fazla kapitalizmi hedef alması, kapitalizmi “yeşil yüz”e bürünmeye zorluyor. “Yeşil kapitalizm” söylemleri özellikle kapitalizmin yeşil partileri tarafından öne çıkarılarak, kapitalizm aşılmadan da kapitalizmle birlikte iklim sorununa çözüm bulunabileceği hayalleri empoze edilmeye çalışılıyor.

Bu hayalleri yayan İsviçre kökenli bir “yeşil” kapitalist tekel üzerinden meseleye daha yakından bakmak yararlı olacaktır. 1912’de İsviçre’de kurulan Holcim adındaki şirket, 14 Haziran 2015’de aynı dalda üretim yapan Fransız şirketi Lafarge’yi satın alarak LafargeHolcim adını aldı ve dünya çapında çimento-beton sektöründe liderliği ele geçirdi. Mayıs 2021’de tekrar isim değişikliğine giden şirket, yeniden Holcim adına döndü.

Dünya çapında 1.570 çimento fabrikası bulunan Holcim şirketi 150 bini aşkın işçi çalıştırıyor. Yalnızca İsviçre’de 16 taşocağı, 36 çimento ve bir beton fabrikası bulunuyor. Beton ve çimento alanında küresel faaliyet gösteren bu şirket, bu dalda faaliyet gösteren şirketlerle birlikte küresel sera gazı salımında yüzde sekizlik bir paya sahip. Çimento üretiminde tartışmasız dünya pazarı lideri olan İsviçre kökenli Holcim şirketi bir süredir yeşil gömlek giymiş bulunuyor ve 2050 yılına kadar sera gazı CO2 salınımını nötralize ederek sıfıra düşüreceğini vadediyor. Vaat kulağa hoş geldiği gibi “kapitalizmin de çevre dostu olabileceği” türünden hayaller yayıyor. Ancak Holcim şirketinin vaatlerine yakından bakıldığında bunların gerçekle bağdaşmadığı kolaylıkla görülebiliyor.

Dünya çimento üretiminin lideri olan Holcim şirketi, “iklim dostu” bir profil çizmek söz konusu olunca da “liderliği” elde tutmayı ihmal etmiyor. Manipülatif slogan ve logolarla, “devede kulak” bile olamayacak bir masrafla ve hiçbir şey kaybetmeden bu işi yapmaya devam ediyor. Holcim’in özenle öne çıkarmaya çalıştığı, İnsanlık ve gezegenimiz için net sıfır emisyon” veya “İklim için eylem, hemen şimdi” türünden klişe sözler yanıltıcı olduğu kadar umut verici de geliyor kulağa. Şirket kendi açıklamalarına göre geçtiğimiz yıl fabrikalarının bacalarından 105 milyon ton CO2 atmosfere saldı.

Bu oran tüm İsviçre’nin atmosfere saldığı sera gazının iki katından fazlasına tekabül ediyor. Dolayısıyla bu “çevre dostu” şirket, iklim değişikliğinden önemli ölçüde sorumlu olan diğer küresel şirketlerle birlikte atmosfere en çok karbon salma liginde yer alıyor.

Az masraf, çok kazanç

Şirketin CEO’su “Şimdi her şey daha iyi olacak” sloganıyla kendi alanlarında “en iklim dostu” hedeflere sahip olduklarını iddia ederek, “Sektörümüzde en iddialı 2030 iklim hedeflerine sahibiz. Her yıl doğru yolda olup olmadığımızı yayınlayacağız” diyor.

Geliri korona nedeniyle geçen yıl yüzde 13,4 azalan şirket buna rağmen 23 milyar dolar ciro ile 1,9 milyar İsviçre Frank’ı (2 milyar dolar) net kâr elde etti. Küresel bir şirket için bu biraz “mütevazı” bir rakam olsa da az masrafla çok kazanç elde etmeye kamuflaj yapılan “iddialı iklim hedefleri” de göz önüne alındığında, 2 milyarın çok da mütevazı olmadığı görülüyor.

Şirket kendi açıklamalarında şu anda bir ton çimento başına 555 kilo CO2 emisyonu üretiyor. “2030 yılına kadar bir ton çimento başına CO2 emisyonu 475 kiloya düşürülecek” deniliyor. Ek olarak, tüm sektör gibi, 2050 yılına kadar “net sıfır” emisyon hedefleniyor. Ancak bu hedefe nasıl ulaşılacağı, tüm sektörde olduğu gibi Holcim şirketinde de belirsizliğini koruyor.

Zürih Üniversitesi öğretim üyesi Josef Waltisberg, “Çimento için hammadde dünyanın birçok yerinde büyük miktarlarda bulunabilen kireç taşıdır” diyor ve beton üretiminin yol açtığı devasa iklim kirliliğini şöyle anlatıyor: “Doğru taş ve karışımı üretim için çok önemlidir. Ana madde kireç ve marndır. Kireçtaşı 1.450 derece sıcaklıkta yakılırsa klinker oluşur. Bu malzeme de en yaygın kullanılan malzeme olan çimentoyu üretmek için kullanılır. Betondaki bu bağlayıcı madde olmadan bugün köprü, baraj, tünel veya yüksek binaların inşası neredeyse düşünülemez olur. … Can sıkıcı olan üretim sırasında çok miktarda CO2 gazının salgılanması. Bir kilo klinker üretimi yarım kilo CO2 üretiyor. Dolayısıyla çimento üretimi her zaman yüksek CO2 emisyonlarına yol açar.”

Daha düşük oranda klinker ve daha az CO2 içeren yakıtlarla ton başına emisyonları azaltabilseniz bile, temel sorun devam eder. Dünya genelinde olduğu gibi, özellikle Asya ve Afrika’daki inşaat patlamasından kaynaklı her yıl artarak devam eden çimento üretimi ile “net sıfır” emisyona ulaşma “sırrı” ortada duruyor.

WWF İsviçre temsilcisi ve iklim koruma uzmanı Patrick Hofstetter, “Çimentonun çok üretiliyor ve bol olması, ahşap veya bambu gibi sürdürülebilir yapı malzemelerine yönelimin önüne geçiyor olsa da sürdürülebilir yapı malzemelerinin kullanımı özendirilmelidir” diyor. Ancak sürdürülebilir yapı malzemelerinin çimentoya göre oldukça pahalı olması, sermayenin bunu tercih etmesinin önüne geçiyor. Fosil yakıtlar (kömür, petrol, doğalgaz gibi) iklim krizinin başlıca nedenleri arasında sayılsa da beton-çimento gibi yapı malzemelerinin de çok masum olmadığı görülüyor.

Kır yaşamın yok edilmesi, doğanın betonlaştırılması, hava ve suyun metalaştırılmasına eşlik eden “net sıfır” demagojileriyle, çevre ve iklim hareketleri manipüle edilerek, tepkilerin sisteme yönelmesinin önüne geçilmek isteniyor.

“Artık karşı karşıya olduğumuz durum ‘ekolojik sorun’ değil, ‘ekolojik felaket’tir” diyor çevre bilimcileri. Bunun kabullenebilir, sürdürülebilir bir durum olmadığı, her geçen gün geniş kitlelerin bilincinde yer ediyor. Buna karşı yerkürede insanların ayağa kalkması tekelleri de hareket geçiriyor. Kimi yeşile bürünüyor, kimi de iklim aktivistlerine karşı öldürme dahil, en sert yüzünü gösteriyor. Ve her ikisi de aynı amaca hizmet ediyor. Yeşil ve sert yüzler iklim hareketinin sisteme yönelmesinin önüne geçmek istiyor.

İklim ve çevre için mücadele, bu felaketi yaratan ve gezegenimizi yaşanmaz hale getiren kapitalist barbarlığa karşı mücadele ile birleşmediği ve onu aşma mücadelesine dönüşmediği sürece, gezegenimiz her geçen gün daha da yaşanmaz hale gelecektir.

Rosa Luxemburg’un dediği gibi “Ya kapitalist barbarlık içinde çöküş ya sosyalizm!” İnsanlık ve doğa için üçüncü bir yol bulunmamaktadır.

 

 

 

 

 

İran’la nükleer anlaşma müzakereleri

 

Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (IAEA) gözetiminde Avrupa, Çin, Rusya ve İran’dan diplomatlar, 2015’te varılan nükleer anlaşmanın “yeniden hayat bulması” için nisan ayından bu yana Viyana’da müzakere yürütüyorlar.

Geçtiğimiz günlerde Avrupa basını,İran ile nükleer anlaşma çıkmazda ve görüşmelere ara verildi gibi başlıklar eşliğinde, konuyla ilgili görüşmelerin durumu paylaşıldı. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (IAEA) gözetiminde Avrupa, Çin, Rusya ve İran’dan diplomatlar, 2015’te varılan nükleer anlaşmanın “yeniden hayat bulması” için nisan ayından bu yana Viyana’da müzakere yürütüyorlar.

İran Cumhurbaşkanı Hassan Ruhani, “ABD ile yakında zamanda bir anlaşma bekliyoruz” diyerek, “iyimserliğini” koruduğunu beyan etse de uluslararası tekelci basın, İran şimdi nükleer silahlar mı üretecek manşetleri ile korku yayıyor.

Hassan Ruhani’ye göre, ABD ile nükleer anlaşmazlıkta bir çözüm yakın. Ruhani 20 Mayıs Perşembe günü, Üzerinde mutabakata varılması gereken birkaç ayrıntı hariç, anlaşma aslında fiilen imzalanmış gibi” dedi. Esas sorun ayrıntılarda düğümleniyor göründüğü kadarıyla. Ruhani’nin açıklamalarına bakılırsa, petrol ihracatı, merkez bankası, döviz hareketliliği, gemi taşımacılığı ve sigorta alanındaki ana yaptırımların kaldırılması konuları düzenlenmiş bulunuyor.

İran Dışişleri Bakanlığı’na göre ise, İranlı politikacılara ve ülkenin Devrim Muhafızları’na yönelik siyasi yaptırımlar konusunda farklılıklar var.

İran “tüm yaptırımlar kalkmadıkça” ABD ile doğrudan görüşmeyi reddediyor. ABD dahil sözü geçen ülkelerin uzmanları tarafından, “ABD’nin hangi yaptırımları kaldırması karşılığı İran’ın nükleer programın hangi kısımlarını kapatması gerektiği, böylece iki ülkenin kademeli olarak nükleer anlaşmaya uyum sağlamaları üzerinde çalışıyor” denilse de İran tüm yaptırımların kaldırılması konusunda şimdiye kadarki ısrarını sürdürüyor.

Ruhani’nin görev süresince, “büyük güçler”le nükleer anlaşmaya gidildiği gibi, kademeli çökmeler de yaşandı. İran nisanda görüşmeler sürerken, ABD’nin dayatmalarına karşı uranyum zenginleştirme seviyesini ilk kez yüzde 60’a çıkararak müzakerelerde elini güçlendirme yoluna gitti. Tahran bunu 16 Nisan Cuma günü duyurmuştu. İran’ın Natanz nükleer tesislerine 11 Nisan’da yapılan sabotaj sonrası bu duyurunun yapılması hem sabotaja hem de ABD’nin müzakerelerdeki tutumuna yanıt olarak algılanmıştı.

İran tarafından ana hatları ile üzerinde anlaşıldığı duyurulan nükleer anlaşmada çözülmesi gereken birkaç küçük pürüzün olduğu belirtilirken, Ruhani de bir nükleer tesise küçük bir ziyarette bulundu. Avrupa’nın tekelci basını bunu müzakereleri çıkmaza sokacak provokatif bir adım olarak değerlendirse de “Ne yazık ki diplomasi bu aşamaya gelmiş” diye ekleyerek, emperyalist burjuvazinin diplomasisini de tarif etmiş oluyor.

Anlaşılan, aylardır ağır aksak süren nükleer anlaşma görüşmeleri temel maddelerde belli bir “olgunluğa” erişmiş bulunuyor. Geriye kalan birkaç “küçük pürüz” küçük ziyaretlerle giderilmeye çalışılıyor.

IAEA müzakerelerin geldiği aşamadan memnun olduğu ve “yaza kadar işlerin yoluna gireceğini” umduğu söyleniyor. Fakat IAEA’nın İranın beyan edilmemiş nükleer malzeme stoklarına sahip olduğuna dair göstergeler var açıklaması, görüşmelerde ana hatlarıyla çoktan anlaşmaya varıldığı izlenimi vermiyor.

Görüşmelerin sonucunu, “Kim ne bekliyor, kim neyin karşılığında kime ne verecek?” sorularının nasıl yanıt bulacağı belirleyecek.