9 Ekim 2020
Sayı: KB 2020/Özel-17

Haklarımız ve geleceğimiz için mücadeleye!
Saray rejiminin skandalları bitmiyor!
Demokrasi mücadelesi ve reformizm
Rejim, kurumları tahkim etmeye çalışıyor
Saray rejimi Karabağ’da da savaşı körüklüyor
AKP’nin vurucu gücü: Cemaat ve tarikatlar
10 Ekim Katliamı’nın faili sermaye devleti!
MİB: İşçi sınıfımıza açık mektup…
İşçi sınıfını hedef alan saldırı dalgası
Korona salgını da, işçilerin tepkisi de büyüyor!
Türkiye’de İşçi Hareketi - P. Kitaygorodski
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı saygıyla anıyoruz…
Kriz, pandemi ve işçi sınıfını bekleyen felaketler
Milyarderler zenginlik rekoru kırıyor
Sudan hükümeti ile “Devrimci Cephe” arasında “barış”
Dünyadan işçi-emekçi eylemleri
Covid-19 döneminde kadınlara ve çocuklara ağır fatura
Pandemi ve eğitim hakkı sorunu
Eğitimde dinci-gerici kuşatmayı kıralım!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Pandemi ve eğitim hakkı sorunu

 

Güncel tablo

Pandemi bir yıla yakın bir süredir dünyanın her yerinde etkisini göstermeye devam ediyor. Kapitalist sisteme ilişkin gerçekleri ortaya seren pandemi, toplumsal yaşamı derinden etkiledi. Milyonlarca işçi ve emekçi salgına yakalandı ve yüzbinlercesi yaşamını yitirdi. Bilim insanlarının öngörülerine ve kapitalist sistemin pandemi ile başa çıkma yöntemlerine bakıldığında, tablonun daha da ağırlaşacağı görülüyor.

Tek hedefi daha fazla kar olan kapitalist sistem, pandeminin ilk gününden bu yana bu anlayışla hareket etti. Sermaye iktidarları kapitalistleri vergi indirimleri, ekonomik destek, teşvik vb. bir dizi “önlemle” pandeminin etkilerinden korudular. İşçi ve emekçileri ise zorunlu olmayan üretim alanlarında dahi çalışmaya mecbur bırakarak, yeterli tedavi ve sağlık hakkına erişmesini engelleyerek, salgının hızla yayılmasına neden oldular. ABD ve Avrupa ülkeleri başta olmak üzere bir dizi gelişmiş kapitalist ülkede bile sağlık sistemleri çöktü. Milyonlarca işçi ve emekçi kendi kaderine terk edildi. Kapitalizmin tüm kurumları ile ne denli bir çürüme içinde olduğu bir kez daha gözler önüne serildi. 

Yalnızca sağlık alanında değil, ekonomi, eğitim gibi bir dizi alanda da ciddi sorunlar yaşandı. Dünya çapında 50 milyondan fazla kişi işsiz kaldı. Örgün eğitime dünyanın birçok yerinde ara verildi, eğitim genelde dijital platformlarda devam etti. Bu durum, eğitime yeterince bütçe ayırmayan, neo-liberal eğitim politikaları izleyen ülkelerde, varolan fırsat eşitsizliğini daha da derinleştirdi. Uzun yıllardır, eğitime ayırdığı bütçe kademeli olarak düşen, paralı eğitim uygulamaları her geçen gün artan ve kalıcılaştırılan Türkiye’de de bu tablo etkisini gösterdi. Eğitim hakkı gibi devletin kamusal hizmetlerinden biri olması gereken bu önemli alan, pandemi ile birlikte en önemli sorun alanlarından biri haline dönüştü.

***

Kuşkusuz pandemi ve eğitim hakkının gaspı sorununu ele alırken, öncelikle bu gaspın hangi politikaların ürünü olarak başladığına değinmek gerekiyor. Zira eğitim hakkı yıllardır neo-liberal eğitim politikalarıyla çeşitli şekillerde gasp ediliyor.

Eğitim hakkı Türkiye’nin de taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde ve anayasada en temel haklardan biri olarak sayılıyor, kamusal hizmet olarak görülüyor ve devletin “eşit ve ücretsiz” sağlama yükümlülüğü öne çıkarılıyor. Ama gerçek durum bunun çok uzağında. Sermaye devleti, parasız ve eşit eğitimi bir yük olarak görüyor. Eğitimin barınma, yemek, yol gibi en temel kalemleri dahi büyük bir pazarın metası haline geliyor. Bu kapsamda her alanda olduğu gibi eğitimde de neo-liberal politikalar devreye sokuyor. Eğitim kurumları niteliksizleştiriliyor, özel eğitim kurumları (özel okullar, lise ve üniversiteler) teşvik ediliyor. Eğitim, alınıp satılan bir meta haline getiriliyor.

Eğitimdeki bu neo-liberal dönüşüm, 1980’li yıllarda (birçok kamusal hizmet alanında olduğu gibi) fiili olarak başladı. Gelinen yerde bütün bir eğitim sisteminde kalıcılaştırıldı. Koronavirüs pandemisi ise eğitim alanında yıllardır hayata geçirilen bu neo-liberal dönüşümü daha da ağırlaştırdı.

***

Örgün eğitim kurumlarında (ilköğretim, ortaöğretim ve yükseköğretim düzeyinde) eğitime 16 Mart’ta ara verildi. Verilen bu ara, salgının seyri kapsamında bir önlem olarak değerlendirilse de, milyonlarca öğrenciyi büyük bir belirsizliğe sürükledi. Birkaç hafta içinde ilk ve orta öğretim için “EBA TV” ve başka programlar ile eğitime online devam edileceği duyuruldu. Her üniversitenin de kendi altyapısı üzerinden online olarak devam edeceği açıklandı.

Teknolojinin bu denli geliştiği bir çağda, “online eğitim” başlı başına bir sorun alanı haline geldi. EBA TV’de verilen niteliksiz eğitime dahi 8 milyon öğrenci internet ve teknik donanım (tablet vb.) gibi eksiklikler nedeniyle erişemedi. Üniversitelerde de durum farklı değildi. Türkiye’nin en köklü ve büyük bütçeli üniversiteleri başta olmak üzere, birçok devlet üniversitesinin sistemleri çöktü.

Ayrıca sermaye devleti, kapitalistlerin talepleri doğrultusunda (turizm sektörünün etkilenmemesi için) milyonlarca öğrencinin gireceği sınavları yap-boza çevirdi. Salgın tehlikesi ortadan kalkmadan, toplum sağlığı hiçe sayılarak sınavlar dayatıldı. Bütün bunlar ile eğitimde “online” bahar dönemi geride kaldı. 1 Haziran’da başlayan “normalleşme süreci” ile birlikte sermaye devleti göstermelik önlemleri dahi elden bıraktı. Düşen vaka ve ölüm sayıları yeniden yükselişe geçti. Her ne kadar gizlenmeye çalışılsa da, salgının ilk döneminden daha ağır bir tablo ortaya çıktı.

Eğitim toplumsal bir sorundur

İşte böylesi ağır bir tabloda güz dönemi ile eğitimin nasıl devam edeceği sorunu yeniden tartışılmaya başlandı. Hem de yalnızca öğrenciler ve gençler tarafından değil, tüm bir toplum tarafından. Çünkü eğitim yalnızca öğrencileri ve gençleri değil, onların ailelerini de derinden etkileyen toplumsal bir sorun. Ayrıca geçtiğimiz aylarda yayınlanan uluslararası bir rapora göre, eğitimdeki 7 aylık kayıp zamanın, dünyanın birkaç yıl geriye gitmesine neden olacağı söyleniyor. Yani sorun hem bugünün hem de geleceğin bir sorunu.

Tartışma her ne kadar “okullar açılsın mı, açılmasın mı?” sorusuna sıkışıp kalsa da, sorun basitçe okulların açılıp açılmaması değil, “eğitim hakkı”nın nasıl kullanılacağı sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Kuşkusuz salgın koşulları olağan koşullar değil. Bir dizi değişikliği beraberinde getiriyor. Ancak sermaye devleti, salgın koşullarında eğitim hakkının nasıl kullanılacağına dair bir çözüm sunmadı. Salgının daha ilk günlerinde kapitalistlere teşvikler, vergi indirimleri ve ayrılan bütçe paketleri duyurulurken, en önemli kamusal alanlardan biri olan eğitime dönük hiçbir paket, bütçe vb. açıklanmadı. Eğer o dönemde kapitalistlere ayrılan kaynaklar eğitime ayrılsaydı, eğitim hakkına erişim bugünkü kadar zor olmayacaktı.

Eğitim hakkının online veya yüz yüze, yani her koşulda kullanılmasını sağlamak, devletin yükümlülüğündedir. Ama bunun için gerekli bütçe ayrılmamıştır. Türk sermaye devletinin başta savaş ve saldırganlık politikaları olmak üzere diyanete, dinci gerici vakıf ve tarikatlara, lüks ve şatafata ayırdığı bütçeleri düşünüldüğünde, eğitim hakkının kullanılması için gerekli bütçenin nerelerde kullanıldığı bütün açıklığı ile görülmektedir.

Dahası sermaye devleti eğitim hakkının kullanılmasından ziyade, bu hakkı bir tercih meselesine dönüştürdü. Toplumun iki temel hakkı, “sağlık hakkı ve eğitim hakkı” karşı karşıya getirildi. Okullar açılırsa vaka sayılarının artacağı vurgulanıp, okulların belli kademelerde online devam edeceği belirtildi. Online eğitimde yaşanan teknik altyapı, internet gibi eğitime erişimi engelleyen bir dizi sorun ise görmezden gelindi. Üstelik haftada bir gün ile eğitime başlayan (ilk aşamada okul öncesi ve birinci sınıflar) öğrencilerin velilerine, salgın kapsamında doğacak olumsuzluklardan okulları sorumlu tutmayacaklarına dair bir taahhütname imzalatıldı. Yani sorumluluk velilere yükledi.

Sonuçta sermaye devleti tüm topluma iki seçenek sundu: “Ya sağlık, ya eğitim”!  Oysa sürecin başında bütçe işçiler, emekçiler ve gençler düşünülerek planlansaydı, sağlık ve eğitim hakkına erişim sağlanabilirdi. Ancak bunun yerine özel okul sahibi olan Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, öğretmenlerin maaşını “yük” olarak gördüğünü söyleyecek kadar pervasız açıklamalarda bulundu. Üstelik bu açıklamaların hemen ardından öğretmenlerin ek ders ücretleri kesildi.

***

21 Eylül’de okul öncesi ve birinci sınıflar haftada bir gün yüz yüze eğitime başladı. 12 Ekim’de ise değişik sınıflardan ilk ve orta öğretim öğrencileri haftada iki gün olmak üzere yüz yüze eğitime başlayacaklar. Yüz yüze eğitim için alınan önlemler ise bilinmiyor.  Yüz yüze eğitimdeki “kalabalık sınıflar”, “okulların, sınıfların yetersiz alan” ve “yetersiz sayıda eğitimci” sorununa dair de açıklama yapılmadı. Sadece isteyen velilerin çocuklarını okula göndermeyebileceği, bu durumda öğrencilerin online eğitimden “faydalanacağı” belirtildi. Bu düzenlemenin kendisi bile fırsat eşitsizliğini derinleştiriyor. Maddi imkana sahip aileler çocuklarının okula gitmemesini tercih edebilirken; yoksul işçi ve emekçiler, bilgisayar, internet gibi online eğitim gereçlerine sahip olmadıkları için çocuklarını okula göndermek zorunda kalacaklar.

Üniversitelerde ise güz dönemi eğitimi (tıp fakültelerinin 4., 5., 6. sınıfları hariç) tamamen online üzerinden gerçekleşecek. Ancak birçok üniversitenin online eğitim altyapısında daha ilk günden sorunlar yaşanıyor. Online eğitim sistemleri çöküyor. Üstelik internet, bilgisayar gibi sorunlar nedeniyle birçok öğrenci online eğitime erişemiyor.

Söz, yetki ve karar hakkı eğitimin öznelerine!

Kapitalist sistemin eğitim hakkına bakışı, bu hakkın kullanılması önündeki en büyük engellerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Bu bakış açısını mahkum etmek, tarihsel olarak bir dizi mücadeleyle kazanılmış bu evrensel hakkımıza sahip çıkmak için mücadele etmek zorundayız.

Eğitimin özneleri olan öğrenciler, eğitimciler, veliler ve sendikalar pandemi sürecinde sermaye devleti tarafından yok sayıldılar ve hala yok sayılıyorlar. Sürecin başından beri Eğitim-Sen başta olmak üzere sendikalar, bir dizi dernek ve kuruluş, devrimci-ilerici siyasal özneler “eğitimin nasıl devam edebileceğine” dair açıklamalar yapıyor, talepler ileri sürüyorlar. Ancak sermaye devleti bu açıklama ve taleplere kulağını tıkamış durumda. Yani eğitimin gerçek özneleri sürecin başından bu yana yok sayılıyorlar. Oysa bu sorunun çözümü için söz, yetki ve karar sürecin gerçek öznelerinde olmak zorunda.

Eğitim hakkımıza dönük bu saldırılar karşısında sürecin gerçek özneleri olarak bir araya gelmek, taleplerimiz doğrultusunda eğitim hakkımıza ve sağlık hakkımıza sahip çıkmak zorundayız.

- Eğitim hakkımızdan ve sağlık hakkımızdan vazgeçmiyoruz!

- Söz, yetki, karar hakkı eğitimin gerçek öznelerine!

- Eğitime gerekli bütçe ayrılsın!

- Yüz yüze eğitim ve online eğitim için gereken koşullar sağlansın. Okullardaki kalabalık sınıflar ve yetersiz alan sorunu, yetersiz eğitimci kadrosu sorunu çözülsün! Ek alanlar açılsın, öğretmen atamaları yapılsın.

- Her eğitim kurumunda sağlık birimi ve sağlık personeli bulundurulsun!

- Eğitimin tüm öznelerine sınırsız internet ve teknik altyapı (bilgisayar, tablet, vb.) sağlansın!

- Eğitimin tüm bileşenlerinin ulaşım, barınma, hijyen malzemesi ihtiyaçları gibi ihtiyaçları sağlansın!

- Eğitimde kayıp zaman telafi edilsin!

- Tüm sınavlar iptal edilsin!

Devrimci Gençlik Birliği
Ekim 2020