28 Aralık 2018
Sayı: SYKB 2018/01 (49)

Düzenin açmazları, sınıf mücadelesinin olanakları
Burjuva hukukun dayanılmaz hafifliği!
Hak sokakta kazanılır, güç birlikten alınır!
Türkiye işgal ve “ABD’nin yerini doldurma” heveslisi
Asgari ücret açlık sınırının altında kaldı!
Asgari ücrete AGİ dahil edilir mi?
Kriz derinleşiyor, işsizlik büyüyor
2018’de işçi ve emekçiler eylemdeydi
2018 yılının siyasal tablosundan yansıyanlar
Avrupa Birliği: “Refah toplumları”ndan sefalete
2018’de dünya sınıf ve kitle hareketi
İşgalci Amerikan ordusunun Suriye’den çekilmesi üzerine
Kıdem tazminatı hakkımızı gasp ettirmeyelim!
Güvenli ve nitelikli barınma hakkı sağlansın!
Roboski Katliamı 8. yılında!
Gustave Courbet: Bir komünar, bir ressam!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Avrupa Birliği: “Refah toplumları”ndan sefalete

D. Meriç

 

Dünya Çalışma Örgütü’nün (ILO) 2017-2018 yılına ait verileri emperyalist kapitalist barbarlığın yarattığı yıkım tablosunu en çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır.1 Açıklanan verilere göre dünya çapında durum şudur:

- 767 milyon insan günde 1,90 dolarla yaşamak zorunda.

- Çalışanların %10’unun günlük kazançları 2 doların altında.

- 2 milyardan fazla insan içecek temiz su bulamazken, günde bir öğün yemekle yaşamak zorunda.

- Yıllık 37 milyon anne, hamilelik sürecinde veya doğum sonrası ölüyor.

- Yılda 5,9 milyon çocuk daha 5 yaşına gelemeden, çok basit ve önlenebilir hastalıklardan dolayı yaşamını yitiriyor. 152 milyon çocuk yoksulluk nedeniyle çalışmak zorunda.

- Çalışabilecek durumdaki 1,1 milyar insan işsiz.

- 5,2 milyar insan her türlü sosyal güvenceden yoksun. 2,6 milyar insan sağlık hizmetlerinden yararlanamıyor…

Kapitalizm yoksulluk, açlık, sefalet ve savaş düzenidir

Bu manzara servet-sefalet uçurumuyla tamamlanıyor. İstatistiklere göre dünyadaki 6 kişinin sahip olduğu servet 3,6 milyar insanın sahip olduğu servetten daha fazladır. Dünya nüfusunun %1’inin serveti geri kalan %99’un toplam servetine eşitlenmiştir.

Yukarıdaki bu gerçekler, “sosyal adalet, refah toplumları, barış, savaşların sonu“ vb. yalanlarla kutsanan ve tarihin sonu olarak ilan edilen kapitalizmin, yeryüzünde yaşayan milyarlarca insana dayattığı barbarlığı bütün bir açıklığı ile ortaya koymaktadır.

Emperyalist dünya düzeninin önemli ve hegemon bir bileşeni olan, ayrıca dünya genelinde üretimin dörtte birini gerçekleştiren Avrupa Birliği (AB) ülkelerindeki tablo da çok farklı değildir. Dünün “refah toplumları” olarak gösterilen bu ülkelerin işçi ve emekçilerinin önemli bir kesimi, kendi elleriyle yarattıkları muazzam zenginliklere rağmen, işsizlik, yoksulluk, açlık ve sefalet içerisinde yaşamaktadırlar. Dünyanın en zengin bölgesi olarak bilinen AB’ye bağlı ülkelerde yaşayan 500 milyon insan, dünya genelindeki bu karanlık tablodan nasibini fazlasıyla almaktadır. AB’nin resmi bir kurumu olan Eurostat Pressestelle tarafından 16 Ekim 2018 tarihinde kamuoyuna açıklanan kapsamlı bir raporla2 bu durum, bizzat AB sözcüleri tarafından itiraf edilmektedir.

Üzerinde yapılan tüm manipülasyonlara rağmen rapordaki en dikkat çekici nokta, birlik üyesi ülkelerde %22,5’leri aşan yoksulluk oranıdır. 2017 yılı için verilen bu rakam, birlik üyesi ülkelerin genelinde 113 milyon insanın sefaleti anlamına gelmektedir. Bu sefaletin tek tek bazı ülkelerdeki boyutları ise şöyledir: Bulgaristan %38,9, Romanya %35,7, Yunanistan %34,8, İtalya %28,9, İspanya %26,6, Almanya %19, Hollanda 17,0%, Fransa %17,1, Danimarka %17,2, Çekya %12,2, Finlandiya %15,7.

Yine Eurostat verilerine göre, AB ülkelerinde 16 yaşından küçük her dört çocuktan birisi (22 milyon çocuk) yoksulluk içerisinde yaşıyor. İşsizler, emekliler, göçmenler ve boşanmalar sonucu çocuklarıyla yalnız yaşamak zorunda kalan kesimlerde yoksulluk oranı yüzde 60’ları geçmektedir. İşsizliğin 20 milyonları aştığı, evsiz ve sokakta yaşayanların yüz binlerle ifade edildiği, yoksullara ücretsiz hizmet sunan aşevlerinin sayısının on binleri aştığı, uygar ve zengin kıtanın durumu budur.

AB emperyalizminin saldırganlığı

Bilindiği üzere bu tablo uzun on yılların saldırıları sonucu yaratılabildi. Emperyalist kapitalizm, 1970’li yılarda baş gösteren resesyon ve krize karşı neo-liberal saldırı politikaları geliştirdi. Yılların mücadeleleriyle elde edilmiş birçok kazanım bu saldırılara hedef oldu. En başta da işçi ve emekçilerin örgütlenme ve grev hakları kullanılamaz hale getirildi. Her şeye rağmen direnç gösteren sınıf dinamikleri ve mücadele geleneği ise tekelci kapitalizmin finanse ettiği işçi aristokrasisi ve bu kesimden güç alan sendika bürokrasisi eli ile işlevsiz hale getirilip boşa düşürüldü. Bu saldırı dalgasına en başından itibaren polis devleti uygulamaları eşlik etti. Öte yandan Sovyetler Birliği’nin yıkılışından güç alan sol liberallerin ve reformistlerin sosyalizm ve devrim davasına yönelik ideolojik ve kültürel saldırıları dünya burjuvazisine ek imkanlar sundu.

Tüm bunların bileşkesi, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi kitlelerde moral bozucu ve yıkıcı etkiler yarattı. Sermaye için çok verimli olan bu zemin üzerinden işçi ve emekçiler, çok kapsamlı saldırılara karşı savunmasız kaldılar. Emperyalist yayılmacı bir güç olan AB’ye üye devletler ve egemen tekeller, geçmişte sınıf mücadelesi sonucunda vermek zorunda kaldıkları kazanımlara o günden bu yana saldırıyorlar. Gelinen yerde saldırının dozu artmış, daha fazla zenginlik, daha fazla egemenlik hırsı karşısında ayak bağı olarak görülen tüm temel haklar saldırının hedef tahtasına çakılmıştır.

Zira AB, günümüz dünyasında emperyalistler arasında paylaşılmış olan pazarlardan, ulaşmış olduğu sermaye birikimi ve gücü oranında pay istemektedir. AB sözcülerine göre “dünya ekonomisi içerisindeki gücü ve ulaşmış olduğu düzeyin gereği olarak Avrupa Birliği her alanda bu düzeye uygun bir statü ve hak ettiği yeri talep etmekte, bu amaçla kartların yeniden karılması gerekmektedir.” AB parlamentosunda açıkça dile getirilen bu eğilim, dünyanın öteki emperyalist güçlerine meydan okuma anlamına geldiği kadar, kendi halklarına karşı da bir savaş ilanıdır aslında.

Avrupa’da yoksulluğun ekonomik-sosyal temeli

Elbette ki bu yeni bir savaş sayılmaz. Yüzyılların deneyimine sahip olan Avrupalı tekeller daha fazla kâr için ilk elden işçi ve emekçilerin ücretlerini düşürmekle işe başlamışlardı. 2008 krizini de gerekçe gösteren sermaye, en kapsamlı saldırıları kullanarak, emekçilerin reel alım gücünü yüzyılın daha da gerisine çekmeyi başardı.

Avrupa burjuvazisi bunu gerçekleştirmek için özelleştirmeler, taşeron işçilik, düşük ücret politikaları, esnek üretim, ek ödeneklerin kaldırılması, devasa firmaların parçalanıp bölümlere ayrılarak çalışanlarına yeni iş anlaşmaları dayatılması, işsizlik parası hakkının gasp edilmesi vb. onlarca yola başvurdu. Her biri kendi içerisinde bugünkü yoksulluğa kaynaklık eden bu saldırılara, ilk olarak birliğin en güçlü ülkesi olan Almanya’da başlandı. Buradaki başarı ölçüsünde aynı politikalar zaman içerisinde diğer ülkelere de dayatıldı.

Bu saldırıların yaşamdaki faturası her şeyden önce işsizlik olarak karşımıza çıkmaktadır. Birlik üyesi ülkelerin toplamında 20 milyonu aşan koca bir işsizler ordusu bulunuyor ve yoksulluğun ayaklarından birini bu teşkil ediyor. Öte yandan resmi verilere göre 113 milyon nüfuslu yoksul kesimin 20 milyona yakını ise günde 8 saat çalışıyor olmasına rağmen günlük ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Bir başka deyişle düşük ücret politikaları kitlelere dayatılan yoksulluğun bir diğer ayağını oluşturmaktadır. Milyonlarca emekçi tam gün çalışıyor olmasına rağmen ev kiralarını, elektrik ve gaz faturalarını ödemekte zorlanıyor. Ayrıca, kültürel yaşama katılmak, senede bir hafta izin yapmak vb. için, bu emekçiler ya sosyal yardım almak ya da ikinci bir işte çalışarak ek bir kaynak yaratmak zorundadırlar.

Yaşanan yoksulluğun en temel nedenlerinden bir diğeri ise taşeron işçilik uygulamasıdır. Son yıllarda hızla artmış olan işçi kiralama firmaları, Avrupa’nın göbeğinde modern kölelik demek olan taşeron işçileri üzerinden büyük vurgunlar vuruyorlar. Firmalara geçici süreler için kiralanan bu işçiler işyerlerinde kadrolu işçilerle aynı işleri yapmalarına rağmen kadrolulara ödenen ücretlerin neredeyse yarısı kadar ücret karşılığında çalışmak zorundalar. Gelecek umudu ve iş garantisinden yoksun, sendikasız, kalıcı bir iş özlemiyle, insanlık dışı şartlarda çalışmaya boyun eğen bu emekçiler, yanı sıra sermaye tarafından kadrolu işçilere karşı bir baskı aracı olarak da kullanılmaktadırlar.

Yoksulluğun pençesinde en çok kıvranan kesim ise yılarca kapitalist tekellerin sömürü çarklarında gençliklerini, sağlıklarını, ömürlerini vermiş ve emekliye ayrılmış olan emekçilerden oluşuyor. Mezarda emeklilik yasası insan ömrünün eskiye göre daha çok uzadığı gerekçesiyle ilk olarak Avrupa kıtasında dayatıldı. Avrupa’nın birçok ülkesinde emeklilik yaşı 67’ye yükseltildi. Üstüne bir de emekli maaşları açlık sınırına çekilerek, Avrupa denilen yaşlı kıtada on milyonlarca yaşlı insan tam bir sefalete itildi. Emekli maaşıyla geçinemeyen milyonlarca yaşlı insan ya ek bir işte çalışmaya ya da sokaklardan ve çöplerden pet şişe toplamaya mecbur bırakıldı. Sadece aşevlerine göz atmak bile emeklilerin durumunu anlamak için yeterli olacaktır. Büyük oranda bu insanların gittiği, bir öğün sıcak yemek için kuyruklarda beklediği bu kurumlar, yoksulluğun en çarpıcı örneklerine dönüşmüş durumdadırlar.

Sosyal bir devlette, devletin koruması altında olması, her türden ihtiyacı devlet tarafından karşılıksız olarak karşılanması gereken milyonlarca çocuk yine bu zengin kıtada, yoksulluk gerçeğini ve geldiği boyutları en acı bir şekilde ortaya sermektedir. Kendi başına sadece bu olgu bile kapitalizmin çürümüşlüğünü, barbarlığını ve her anlamıyla insana yabancılaşmış bir sistem olduğunu göstermeye fazlasıyla yetmektedir.

Emperyalist kapitalizm dünya çapında yoksulluk, açlık, sefalet, zulüm, sömürü ve talan savaşlarıyla yüklü acımasız bir rüzgar estiriyor. İşçi ve emekçilerin buna yanıtı şimdilik proleter kitle hareketleri ve halk isyanları sınırlarını aşamamış olabilir. Fakat dünya burjuvazisi ne denli çabalasa da dalgalar halinde yükselip geri çekilen bu hareketlerin yarattığı devrimci mayalanmaya, bu mayalanma içinde devrimci önderliklerin filizlenmesine, sosyal patlamaların sınıf kimliği kazanıp devrimci önderlikleriyle buluşmasına ve toplumsal devrim fırtınalarına dönüşmesine engel olamayacaktır.

1 https://www.welt.de/wirtschaft/article13799777/Knapp-drei-Millionen-trotz-Job-von-Armut-bedroht.html

2 Herausgeber: Eurostat Pressestelle Renata PALEN eurostat-pressoffice@ec.europa.eu

 

 

 

 

Sudan’da halk yine isyanda!

 

1989 yılında gerçekleştirilen dinci-faşist bir darbe ile başa geçen Ömer el Beşir, bir kez daha kitle hareketiyle sarsılıyor. Geçen haftanın başında başlayan kitle eylemleri kısa sürede ülkenin birçok kentine yayıldı. Başkent Hartum dahil çok sayıda kentte eylemler devam ediyor.

El Beşir’in tek adama dayalı dinci dikta rejimi, her zamanki gibi polis terörüyle eylemleri bastırmaya çalıştı. Muhalif kaynakların aktardığına göre eylemlerde onlarca kişi öldürüldü, yüzlerce kişi yaralandı, onlarca kişi ise gözaltına alındı. Zorbalıkla kitleleri sindiremeyen el Beşir rejimi halkın meşru talepleri olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Buna karşın dinci rejim, polis şiddetini “göstericiler arasında provokatör var” demagojisiyle izah etmeye çalışıyor.

Sicili kanlı rejimin akıtılan kanlardan yakasını sıyırma manevraları işe yaramadı. Zira kitleler cinayetlerden el Beşir’le onun dinci rejimini sorumlu tutuyor. Nitekim eylemler durulmak bir yana, yeni katılımlarla yayılıyor.

Ekonomik sosyal yıkımın yarattığı isyan

Sudan, kitle eylemlerinin sık yaşandığı ülkelerden biri. Dikta rejimin zorbalıkta sınır tanımayan saldırganlığına rağmen emekçilerin sık sık sokaklara çıkmaları, bu yozlaşmış rejimin yaşamı onlara zehir etmesinden kaynaklanıyor.

Bu kokuşmuş rejimin işçi ve emekçi kitlelere işsizlik, yoksulluk, sefalet, açlık ve zorbalık dışında sunduğu bir şey yok. Geçen aylarda yaşanan isyanı da zorbalıkla bastıran el Beşir rejimi, bazı tavizler de vermek zorunda kalmıştı. Ortalık biraz durulunca yeniden saldırıya geçen dinci dikta, bir kez daha emekçilerin direnişine çarptı.

Eylül ayında Sudan parasının değerini düşüren devalüasyona giden el Beşir rejimi başta ekmek olmak üzere temel tüketim maddeleri ve akaryakıta büyük oranda zamlar yaptı. Zamlar yetmiyormuş gibi, fırınların önünde uzun ekmek kuyrukları oluşmaya başladı. Benzer sorunlar akaryakıt alanında da baş gösterdi. Küçük bir kentte başlayan gösterilerin hızla ülkenin dört bir yanına yayılması ve kitlesel, militan bir nitelik kazanması tahammül edilemez boyutlara varan bu sosyal yıkımın dolaysız sonucudur.

Geniş toplum kesimleri eylemde

Eylemlerin hızla yayılması, kitleselleşmesi, rejimin vahşi saldırganlığına rağmen kitlelerin geri adım atmaması, geniş toplum kesimlerinin sokaklara çıkmasına zemin hazırladı. İşçiler, emekçiler, kadınlar, öğrenciler, eğitim emekçileri gibi toplumun dinamik kesimleri eylemlere katılıyor.

Eylemlerin basıncı altında kalan rejim, lise ve üniversitelerde eğitime ara verdi, sıkıyönetim ilan etti, bazı kentlerde ise akşam 19.30’dan sabah 06.00’ya kadar sokağa çıkma yasakları getirdi. Bu önlemlere rağmen eylemlerin devam etmesi, dinci rejimin manevralarının etkisiz kaldığını kanıtlıyor.

Doktorlar da greve gidiyor

Ülke sathına yayılan eylemlere karşı kolluk kuvvetlerinin uyguladığı kaba şiddet sonucu onlarca göstericiyi katletmesine, yüzlercesini yaralamasına Sudan Tabipleri Merkez Konseyi tepki gösterirken, Sudan halkıyla dayanışmak amacıyla 24 Aralık Salı günü doktorlar greve çıktı.

Konsey’in facebook sayfasında yayınlanan açıklamada tabiplerin, polisin halka uyguladığı zulüm ve şiddeti protesto ettiği belirtildi. Çok sayıda eylemcinin polisin sıktığı gerçek kurşunla öldürüldüğüne ya da yaralandığına tanık olduklarını belirten tabipler, haklı ve meşru talepleri için sokaklara inen Sudan halkıyla dayanışma içinde olduklarını ve bu amaçla greve çıkacaklarını duyurdular.

Halk, İhvancı (Müslüman Kardeşler) rejimin yıkılmasını istiyor

Sosyal taleplerle başlayan eylemler, kısa sürede siyasi bir nitelik kazanmaya başladı. Sicili kanlı el Beşir rejiminin bir kez daha onlarca kişiyi katletmesi, yüzlercesini yaralaması, taleplerin siyasi bir nitelik kazanmasını hızlandırdı.

Eylemlerin kısa sürede yayılması, aynı hızla politik bir niteliğe bürünmesi, birçok spekülasyonun piyasaya sürülmesine neden oldu. Muhalefetteki Sudan Ulusal Partisi lideri Sadık El-Mehdi’nin ismi öne çıkmaya başlarken, el Beşir rejimini destekleyen gerici odakların da devreye girdiğine dair söylentiler dolaşmaya başladı.

AKP-Saray rejimi ile olduğu kadar, Katar başta olmak üzere Körfez şeyhleriyle sıkı ilişkiler içinde bulunan el Beşir’in İhvancı dikta rejimi, köşeye sıkışmış görünüyor. Körfez şeyhlerinin desteği veya El Mehdi’nin önerdiği reformlar rejimi kurtarır mı bilinmez. Ama dinci-dikta rejim için işlerin artık hiç de kolay olmayacağı kesindir.