3 Mart 2017
Sayı: KB 2017/09

Devrimci baharın coşkusu ile dinci-faşist rejimi geri püskürteceğiz!
Karanlıklar düzeni aydınlığa saldırıyor
Referandum ve işçi sınıfı
Aldatmaca ve oyalamanın yeni adı: OHAL Komisyonu
İdam tartışmaları eşliğinde sandık hesabı
Dinci-gerici AKP iktidarı emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin ortak eseridir
Mesut Barzani Türkiye’de ne arıyor?
Ajitasyon-propaganda faaliyetimizi güçlendirelim!
Devrimci sınıf mücadelesinde sendikalar
Çifte sömürüye, baskıya, gericiliğe HAYIR!
8 Mart’ta ücretli izin ve resmi tatil istiyoruz!
Çocuk bakımı toplumsallaşmalı, ücretsiz-nitelikli kreşler açılmalıdır!
Regl izni istiyoruz!
MİB MYK Mart ayı toplantısı sonuç bildirgesi
Ankara İşçi Meclisi Bahar Buluşması sonuç deklarasyonu
Dinci faşist diktaya HAYIR! Düzene karşı devrim!
ABD-AB ilişkilerinde yeni dönem ve çatışan çıkarlar!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

ABD-AB ilişkilerinde yeni dönem ve çatışan çıkarlar!

A. Serhat

 

ABD’deki seçimlerin ardından Trump’ın iktidara gelmesi ve başkanlık koltuğuna oturur oturmaz yaptığı açıklamalar, yok hükmünde saydığı anlaşmalar, modası geçmiş bir “güvenlik” şemsiyesi olarak tanımladığı NATO ve selamladığı Brexit kararı, AB ülkelerinde büyük bir tedirginliğe yol açmış durumdadır. Obama’nın Kasım ayında gerçekleştirdiği veda turnesinde Avrupalı dostlarına vadettiği ekonomik ve güvenlik alanındaki stratejik ortaklık, çok kısa bir sürede “stratejik” karakteristiğini kaybederek, ortaklığı da tartışmalı hale getirmiştir. Transatlantik dünyasındaki bu yeni gelişme sadece Trump’ın iktidara gelişiyle açıklanabilir ya da anlaşılabilir bir şey değildir elbette.

Trump’ın iktidara gelişi ABD ve AB arasında bilindik klasik ilişkilerin artık alışıldık bir şekilde gitmeyeceğinin, farklı çıkar çatışmalarının yeni dönem ilişkilerini belirleyeceğinin katalizörü olmuştur. Yani İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası ABD öncülüğünde kurulmuş olan Transatlantik jeopolitiğinin bir şekliyle sonuna geldiğimizin işaretleri her geçen gün daha da belirginleşerek, farklı bir sürece evrilmiş görünüyor.

Alman emperyalizminin küresel başrol hevesi

ABD ve AB eksenli egemenlik ve çıkar çatışmaları aslında I. Körfez müdahalesiyle yeniden start almış ve sonrasında Afganistan, II. Körfez Krizi ve “Arap Baharı”yla daha da belirgin bir hale gelmiştir. Her ne kadar ABD’nin Ortadoğu ve Balkanlar’da yarattığı yapay krizlere ortaklaşmak durumunda kalsa da, özü itibariyle AB bütün bu müdahale alanlarına dönük ABD’nin öncülüğüne ve inisiyatifine mesafeli bir duruş sergilemiştir.

Gelinen aşamada ve özellikle de Alman sermayesinin kat ettiği mesafenin olanakları ölçüsünde artık figüran olmaktan çıkmaya çalışan ve küresel anlamda başrol oynamaya soyunan bir AB paradigması söz konusudur. Ne var ki 70 yıllık bir geçmişi olan iktisadi ve politik bağları ve bu ortak tarihin yarattığı ilişkileri ve olanakları bir çırpıda terk etmek hiç de kolay olmayacaktır. Alman sermayesinin tek başına ABD’ye yaptığı yıllık ihracat cirosunun 115 milyar dolara denk geldiğini göz önüne alırsak, bu ilişkinin ne kadar can alıcı ve Alman ekonomisi için ne derece hayati olduğu daha iyi anlaşılmış olacaktır.

İşin özü ve esası, AB’den çok Alman ekonomisinin açık ara giderek büyüyen gücü ve yarattığı tehlikelerdir. ABD’nin gerileyen eskimiş ekonomik gücü ve alt yapısı karşısında hızla gelişen Alman ekonomisi, diğer bütün rakipleri gibi ABD için tehlike teşkil etmektedir. Almanya’nın gelişmiş ekonomiler içinde cari fazlalığa sahip tek ülke olması, inovasyon teknolojisi ve otomasyon (kimilerinin akıllı dünya, kimilerinin yapay zeka diye tanımladığı ve 4. Sanayi Devrimi diye betimlenen gelişmeler) alanındaki açık ara üstünlüğüne nereye kadar tahammül edileceği, ilişkilerin kaderini ve geleceğini belirleyen en temel faktör olacaktır.

ABD’nin huzursuzluğu

ABD emperyalizminin daha çok da ekonomik anlamda gerileyen gücünü yeniden toparlamak ve egemenliğini bu alanda tekrardan perçinlemek için yeni yeni hamleler yaptığına tanıklık ederken, onun yarattığı boşluğu doldurmaya çalışan Alman sermayesinin öncülüğündeki AB de yeni dönemin yükselen gücü olarak sahne almakta, güç devşirmenin olanaklarını zorlamaktadır. Gerici emperyalist güçler arasındaki rekabetin yeni boyutlar kazandığı, farklı güç dengelerinin kümelenmeye başladığı, bunun yarattığı ve yaratacağı siyasal güç ilişkilerinin hızla değiştiği ve bu değişimin reel-politik alana yansımasının yarattığı artçı sürekli bir kriz durumu söz konusudur. ABD emperyalizminin, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası kollarında büyütüp geliştirdiği Almanya’nın gücünü dengeleyici adımlar atmak adına gümrük vergilerini yükseltme kararı alması ve büyük Alman otomobil firmalarına karşı uygulamayı düşündüğü ve kısmen hayata geçirdiği yaptırımların arka planında bu ekonomi-politik strateji vardır.

Öyle ki, Trump’ın ekonomi danışmanlarından Peter Navarro, yaptığı açıklamayla, “Euronun gizli Alman markı olarak Alman sermayesi tarafından kullanıldığı”nı ve “bu yolla da başta AB ülkeleri olmak üzere ABD’nin sömürüldüğünü” ifade etmekte ve buna daha fazla tahammül etmeyeceklerini açık bir şekilde dile getirmektedir. Buna karşılık AB cephesinden yapılan açıklamalar da ilişkileri daha da gereceğe benziyor. AB’nin yeni partner olarak Çin’e yönelmesi gerektiğine dair açıklamalar, ABD’nin AB temsilcisi Ted Mulloch tarafından anında şöyle karşılık bulmuştur: “Euronun bir iki yıl içinde tedavülden kalkacağı ve bunun bizzat Avrupa’da yükselişe geçen faşist partiler tarafından gerçekleştirileceği ve de AB’nin bir dağılma süreci ile karşı karşıya olduğu artık kaçınılmazdır.” Yine Mulloch’un “Sovyetler Birliği’nin yaşadığı akıbetin aynısını AB’nin de yaşayacağını” söylemesi, Brüksel’de ve Berlin’de tepkiyle karşılanmış, ABD’nin dostane ve 70 yıllık Transatlantik dünya düzenini tehlikeye attığı, alışılmadık bir tonla karşılık bulmuştur.

Malta zirvesinden yansıyanlar

AB’ye üye ülkelerin Malta’da yaptıkları son görüşmenin ardından yapılan açıklamalar ABD ve AB arasındaki ilişkilerin giderek gerileceğinin işaretleriyle doludur. Fransa Başkanı Hollande, Malta’da yaptığı açıklamada, “Avrupa olmak veya olmamak, Trump’ın belirleyeceği bir şey değildir” diye çıkışmış ve ABD’nin tutumuna karşı bütün sonuçları göze alarak Avrupai değerleri koruyacaklarını söyleme ihtiyacı hissetmiştir. Yine aynı tondan aynı nakaratı tekrar eden Almanya Başbakanı Merkel, Trump hükümetinin tutumuna karşı kaderini ve geleceğini eline almış bir AB’nin zamanının geldiğini ve uluslararası alanda oynaması gereken rolün artık ertelenemeyeceğini ifade ederken, ABD ve AB ilişkileri açısından zorlu bir dönemece girildiğinin somut işaretlerini veriyordu. Der Spiegel dergisine röportaj veren SPD’nin “Robin Hood”u Martin Schulz, Trump’ın anladığı dilden konuşulması gerektiğini ve “değerlerimizi tehlikeye atmasına müsaade etmeyeceğimizi” Merkel’e telkin ediyor ve dik durmasının zaruretine işaret ediyor.

En son bu koroya dahil olan AB Komisyon Başkanı Tusk ise, Malta görüşmelerinin ardından yaptığı açıklamalarla, yaşanan çatışmanın hiç de hafife alınamayacağını gösteriyordu. Tusk’un, AB için tanımladığı risk alanları ise emperyalistler arası ilişkilerin geleceğinde bundan sonrası için onarılması zor yepyeni bir süreçle karşı karşıya olduğumuzu anlatıyor. Tusk AB’nin geleceği ve güvenliğini tehlikeye atacak dört temel risk alanı belirlemektedir. Bu risk alanlarını sıralarken ABD’nin ilk elden telaffuz edilmesi oldukça düşündürücüdür. Sıralamada Rusya’nın ikinci, Çin’in üçüncü ve İslami terör, mülteciler ve buna bağlı olarak sınır güvenliğinin dördüncü olması, AB’nin uluslararası arenada bundan sonra oynamak istediği rolü yeterli bir açıklıkla ifade etmektedir. Verilen mesaj daha agresif ve saldırganlıkta ABD ve diğerlerinden geri kalınmayacağı, hatta daha cevval olunmasının zorunluluğuna dikkat çeken bir pozisyon belirlemedir.

AB ve özellikle de Almanya için risk alanlarını bu tonda ve açıklıkta tanımlamış olmak yepyeni bir durumdur ve sürdürülebilirliği tartışmalıdır. Ekonomik üstünlüğün yarattığı bir özgüvenle üst perdeden konuşmanın ve bu üstünlüğe paralel küresel anlamda militarist bir güç olmanın yaratacağı başka zorluk alanları vardır. Öncelikle ABD’nin istenilmediği Meksika, İran ve Asya pazarlarındaki boşlukların bir an önce doldurulması gerektiği iddiası ve bu yönlü hamlelerin çok da kolay olmayacağı ve bunun bir bedelinin olacağı kesindir. Alman sermayesinin stratejik çıkarlarını daha tanımlı hale getirmek ve küresel anlamda bir güç olduğunu rakiplerine kabul ettirmek için öncelikli olarak AB’nin dağılmasını önlemek ve üye ülkeler üzerinde her açıdan bir denetimin sağlanması gerekmektedir.

AB’nin sallantılı geleceği

Bunun hiç de kolay olmayacağı, Malta’da yapılan görüşmelerin ardından Yunanistan Ekonomi Bakanı’nın İtalya ve İspanya’ya dönük yaptığı açıklamada “yeni bir para birimi” veya “eski para birimine” dönüş sinyalleri vermesi ise yakın zamanda AB’nin nur topu gibi “Grexit” diye bir çocuğu olacağının işaretidir. İtalya ve İspanya’da iflasın eşiğine gelmiş ekonomilerin, büyüyen işsizlik ve sosyal sorunların üstesinden gelebilmek artık mümkün değildir. AB’yi bir arada tutabilmenin olanakları her geçen gün tükenmektedir. Çok geçmeden imkansız bir hale gelecektir. Alman burjuvazisinin karanlık tarihi, her dönem için saldırgan ve gerici karakteri bu süreci daha da hızlandıracağa benziyor. Alman Ekonomi Bakanı Scheuble’nin özellikle de Yunanistan’a karşı hasmane ve aşağılayıcı tavrı, finansal krizi derinden yaşayan diğer ülkeleri ürkütmekte ve AB içi farklı arayışlara girmelerine yol açmaktadır.

Her ne kadar Alman sermayesinin stratejik aklı ABD ve Rusya’nın yakınlaşmasını AB ülkeleri için bir tehdit olarak gösterip ön almaya çalışsa da bunu başarabilmesi neredeyse imkansız gibi görünüyor. Ayrıca İngiltere’deki Brexit’in ardından ve AB üyesi ülkelerin yaşadığı ekonomik, politik ve sosyal sorunların ortaya daha bir net çıkardığı doku bozukluğu, AB bünyesini bozmakla kalmamış, deyim uygunsa, canlı bir cenazeye çevirmiştir. Diğer bütün sorunlardan bağımsız olarak, Alman ve ardından Fransız sermayelerinin büyük bir yıkımla karşı karşıya bıraktığı Avrupa kıtasındaki işsiz sayısının 188 milyonu bulması bile AB gerçeğini ve geleceğini anlamak açısından yeterli olacaktır.

Trump’ın seçim zaferi sonrası bir anda insan hakları ve demokrasi havarisi kesilen Alman burjuva medyası ve onun politik anlamdaki temsilcileri ve yine onun amiral gemisi “Der Spiegel”, Avrupa kamuoyunu ABD’ye karşı direnişe çağırmakta ve bu direnişin ne kadar elzem olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Sözüm ona Trump’a demokrasi ve insan hakları dersi veren bu ahlaki değerlerini yitirmiş burjuva medya ve onun ağababaları, Malta’da Libya’yı, Afganistan’ı ve bütün bir kuzey Afrika’yı mülteciler için “güvenli bölge” ilan edenlere tek kelime etmemekte, aksine görmezden gelmektedirler. Avrupa kapılarına yığılmış yüzbinlerce mülteciyi görmezden gelen ve bu insanlara her türden aşağılık muameleyi yapanların “insani değerlerden” bahsetmesinden daha aşağılık ve ikiyüzlüce bir şey olamazdı. Hele de söz konusu olan Alman sermaye sınıfı ve onun borazanlığını yapan gerici medyası olunca durumun vahameti resmen içler acısı olabilmektedir.

Tarihsel olarak da hiçbir ilerici öge ve değer sahibi olamayan Alman burjuvazisi ve onun tiyatral temsilcilerinin ABD karşıtı tutumlarının hiçbir inandırıcılığı ve ilericiliği yoktur ve olamaz. Sorun dünya egemenliğinin nasıl paylaşılacağı ve bu paylaşıma kimseleri ortak etmeyen ABD emperyalizmine karşı korkakça bir itirazdır. Her halükarda dünya egemenliğinin kimin elinde olacağı, nasıl şekilleneceği ve hangi sınıfın çıkarları doğrultusunda bunun gerçekleşeceği sorunu ile karşı karşıya bulunduğumuz, bütün veriler üzerinden anlaşılabilir. Emperyalist-kapitalist dünya düzeninin 20. yüzyılda yarattığı ve özünü Sovyet düşmanlığının belirlediği dengeler ve ilişkiler üzerinden gidemeyeceği artık açığa çıkmış durumdadır. Üzerinde yaşadığımız gezegenin bütün olanaklarını ve potansiyellerini ihtirası bitmek bilmeyen bir avuç egemen çapulcuya bırakmak ve onun hizmetine amade etmek artık sürdürülebilir bir durum değildir kesinlikle.

İşçi sınıfı ve emekçilerin seçeneği

Gerici emperyalist bloklar arasındaki çıkar çatışmaları hızlı bir militaristleşme eğilimini güncellerken, iç politikada da ırkçı faşist siyasal eğilimleri popüler ve alternatif bir hale getirmektedir. Neresinden bakılırsa bakılsın sermaye sınıfının yarattığı barbarlığın faturası her halükarda işçi ve emekçilere çıkarılacak ve onları bekleyen tek şey koca bir yıkım olacaktır. Tarihi bir momentin eşiğinde olan emek dünyasının, özellikle de Avrupa işçi sınıfının bu sürece nasıl yanıt olabileceği ise hayati bir önem taşımaktadır. Gerici sermaye sınıfının, halkları kardeşçe bir arada yaşattığı görülmemiştir ve bu onun doğasına aykırıdır. Şayet bir Avrupa Birliği olacak ve yaşayacaksa bu ancak Avrupa işçi sınıfının önderliğinde kurulmuş Birleşik Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olabilir.

Emperyalist-kapitalist dünya sisteminin içinde bulunduğu kriz, dağılmakla yüz yüze olan AB, Trump’ın iktidara gelişiyle ABD’nin (en basta Çin olmak üzere) rakiplerine karşı daha da saldırganlaşacağının sinyallerini vermesi ve Çar Putin’in Rusya’sındaki gelişmeler hafife alınır şeyler değildir. İnsanlık dünyasının geride bıraktığını sandığımız bazı parametrelerinin tekrarı ancak ilerici dünyanın biricik temsilcisi işçi sınıfının politik gücüyle engellenebilir.

Gerici sermaye düzeninin yeniden gardını aldığı ve dibine kadar saldırganlaştığı bir tarihsel evrede, işçi ve emekçilerin alacağı politik tutum, insanlığın ve üzerinde yaşadığımız gezegenin kaderini belirleyecektir. O halde gerici emperyalist savaşlara karşı iç savaş diyeceğimiz günlerin bilincini şimdiden kuşanmak ve bunun için hazırlanmak tarihi bir sorumluluktur.

 

 

 

 

Bielefeld’de film gösterimi ve referandum tartışması

 

İşçilerin Birliği Halkların Kardeşliği (BİR-KAR), yaklaşan referanduma ilişkin çalışmalarına Almanya’nın Bielefeld kentinde yapılan bir toplantıyla başladı. İlk olarak benzer süreçlerden geçmiş Şili deneyimini anlatan “NO” filmi izlenip, ardından da benzerlikleri ve farklılıkları üzerinden Türkiye’deki referandum tartışıldı.

Referandumda devrimci tutuma ilişkin perspektifin sunulduğu toplantıda, tablonun bütünü üzerine tartışma gerçekleştirildi. Sınıf devrimcilerinin referanduma bakışı ile diğer muhalif kesimlerin bakışı arasındaki fark ortaya konuldu.

“Sermayenin diktatörüne de, diktatörlüğüne de HAYIR!” denilerek Türkiye’de dinci-faşist sistemin çok yönlü oturtulmasına karşı verilen mücadelenin sermaye düzeninin sınırlarının dışına taşırılması hedefiyle birleştirilmesinin önemi vurgulandı. Ayrıca, içinden geçmekte olduğumuz süreçte düzen-devrim çatışmasını arttırmak için atmosferin daha uygun olduğu, emekçi kitlelerde yükselen memnuniyetsizliğin burjuva reformist kanallarda boğulmasının önüne geçilebileceği, bunun da devrimci seçenekte ısrar edenlerin önüne büyük olanaklar çıkardığı, görevin ise bunları hayata geçirebilmek olduğu belirtildi.

Referandum vesilesiyle yükselen politikleşmeden yararlanarak devrimci sınıf perspektifini daha geniş kitlelere ulaştırmak için çaba sarf edeceğini belirten BİR-KAR, bu dönemin yarattığı olanaklardan devrim yararına yeni adımlar, yeni taktikler ve yeni örgütlülükler yaratmak için çabalayacağını vurguladı.

 
§