10 Ekim 2014
Sayı: KB 2014/40

IŞİD-AKP katliamlarına karşı
Kürt halkıyla dayanışmaya!
Reformist hayaller ve
Kobane direnişinin gücü
AKP’nin tezkeresi varsa, direnenlerin sokakları var!
Kürt halkı ayakta!
Her yer Kobanê, her yer direniş!
Kobanê sokak sokak direniyor!
Kürdistan’da polis-AKP-kontra çeteler katletti!
Suruç’a giden bir DGB’li gözlemlerini aktarıyor
“Kobanê halkı insanlık onurunu ölümüne savunuyor!”
Üniversitelerde gerici saldırganlık!
Sermaye devleti işkencecileri, katilleri, tecavüzcüleri koruyor!
Kürt halkıyla dayanışmayı büyütelim,
devrimci mücadeleyi yükseltelim!
Kobanê için sınırsız direniş yükseldi!
“Zamanın hurdası” ya da “hurdalığın” zamanla imtihanı!
Hastanelerde taşeron var!
Yol-İş Genel Kurulu üzerine
“Filler tepişirken işçiler eziliyor!”
Nestle’de tanıdık bir ihanet!
Rant, yağma ve talanda sınır tanımamışlar
Devrimci gençlik çalışmasına polis tacizi artıyor
15. yılında Ulucanlar Katliamı lanetlendi
Kızıl Bayrak Avrupa’da da dalgalanıyor!
Bir kitap tanıtımı:
Halkın Sesi
El Che’nin Savaş Günlükleri yazılmaya devam ediyor - K. Ehram
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Bir kitap tanıtımı...

Halkın Sesi

 

Cesaret, inancın göz kamaştıran parıltısıdır. 1789 halkını tarihin zirvesine yerleştiren cesarettir ve yine tehlike karşısında gözünü kırpmamaktır, ki uğrunda seve seve ölecek bir inanca sahip 1870-71 halkına, tarihte özel bir yer kazandırmıştır.” Prosper Olıvıer Lissagaray (Histoire de la Commune de 1871)

Jean Vautrin’in “Halkın Sesi” adlı romanı, 2010 yılında, Literatür Yayıncılık tarafından Türkçe’ye kazandırılmış. Sanırım edebiyatımızda doğrudan Paris Komünü’nü anlatan, daha önce yayınlanmış bir eser yok. Dünya edebiyatında, özellikle Fransız yazınında başka örnekleri var mı, bilmiyoruz.

Gezi süreciyle ivmelenen, iniş ve çıkışlarıyla yeni bir dönemi muştulayan hareketlilik üzerinden de okunmayı hak ediyor, Halkın Sesi. Roman, 1871 Paris Komünü’nün miladı sayılan 18 Mart’tan bir gün önce başlıyor.

Romanın ilk bölümlerinden birinde, şöyle bir konuşma geçiyor:

“Gidin de ayaklarınızı yıkayın! Bu pis ayaklarla devrim yapılmaz.”

“Bu, devrim mi?”

“Öyle gibi görünüyor.”

“Kiminle çarpışıyoruz?”

“Henüz bilmiyorum, canım.”

“Ama anne! Kime karşı dövüşüyoruz?”

“Nereden bileyim? Günde üç kuruşluk ücrete karşı! Dört franklık tereyağına karşı! Açlık ve adaletsizlikle geçen yıllara karşı!”

Komün’de doğrudan rol oynayan tarihsel figürlerle kurgusal kahramanlar, iç içe geçmiş romanda. Böyle olması, dönemsel bilgi ve kaynakların yetersizliğinden olmasa gerek. Yazarın anlatıyı “zenginleştirme” çabası olarak da düşünülebilir. Dönemleri anlatan yazınsal ürünler, “her şeyi” anlatma çabasına girdiklerinde “dağılma” kaçınılmazdır. Öyleyse eğer, panorama içerisinde “seçici” olmak belli karakter ve yan hikayelerle anlatının zenginliği, sürekliliği sağlanmalıdır. Kuşkusuz tarihsel bilgilerin yetersizliği koşullarında gerçekle kurguyu ayırmak zorlaşıyor. Bunu araştırmaya gerek var mı diye düşünülürse, edebiyat açısından pek gerekli olmadığı ileri sürülebilir; tarihsel gerçekler kalem sürçmesiyle değil de bilinçli olarak çarpıtılmıyorsa eğer.

Jean Vautrın’in “halkın sesi” olmaya çalıştığından kuşku yok, romanın bütününe yansıyan tutumu ve birkaç bölümdeki coşkulu anlatısı, yazarın ‘tarafı’nı göstermeye yeter.

Tarihi ya da tarihsel roman ve öykülerden “tarih” öğrenilmez. Ama tarihin kuru anlatısı ve genellemeleri, “gerçek insanın” edimlerini, günlük kaygılarını, davranış reflekslerini, içinde hareket ettiği toplumsal koşulların “bireylerde” birebir yansımalarını vermez, veremez. Bunu ancak sanat gerçekleştirebilir. Alan çalışmalarına dönük kimi “bilimsel” disiplinleri bunun dışında tutmak gerek.

Halkın Sesi, estetik kaygıyı es geçmeden, kurguyu gerçekle harmanlayarak kahramanların (karakterlerin) süreç içerisindeki değişimlerini de vermeye çalışıyor. Komün’ün hareketli meydanları, cadde ve sokakları, Paris’i canla başla savunmaya çalışan Komünarlar’ın acemilikleri, “zaafları”, bazen arka planda bırakılarak, kimi bölümlerde doğrudan Komün’le ilgisi yokmuş gibi görünen yan hikayelerin anlatısı, romanın okunurluğunu güçlendiren bir etkide bulunuyor.

Polisiye nitelikteki başat bir konu Komün’ün hareketliliğiyle iç içe geçmekte, birbirine bağlanmakta, tutkulu bir aşkın savaş meydanlarında dumura uğraması canlı bir şekilde tasvir edilmektedir.

Komün yöneticilerinin kendi aralarındaki çelişki ve çatışmaları, kimi pratikleriyle yaptıkları yanlışların sonuçları... Küçük burjuva aydınların, sanatçıların “tutkuları” ve daha benzer birçok ayrıntı veriliyor romanda.

18 Mart’ta Fransız askerlerinin önünde barikat oluşturan kadınlar! İşçi kadınlar, fahişeler, hırsızlar, dolandırıcılar, sarhoşlar...

Kadın yurttaşlar... Varoş kadınları ve pazarcı kadınlar... fabrikalardan ve Doğu Paris’in yoksul semtlerinden gelen kadınlar... Barikat kadınları... günde yetmiş santimle geçinmeye çalışan Ulusal Muhafız karıları... Hemşireler, garsonlar, mutfak ve hastane emekçileri, kızıl amazonlar... Saçları çözülü, üzerlerinde siyah volanlı gri elbiseler, benekli işlikler takmış... Saçları şakaklarından arkaya doğru çekilerek enselerinde yassı bir biçimde düğümlenmiş, şallı kadınlar... Trampet ve tabancalarıyla savaşçı kadınlar... Etekli, şapkalarını kaşlarının üzerine devirmiş, asi, peltek peltek konuşan, kırmızı kuşaklı, çocuk sesli askerler... İş ceketlerinin altında çıplak, sokak kedisi gibi tıslayan, barikatları savunmaya koşan, rom içen ve ayaklanma uğruna ölmeye hazır, gözü dönmüş kadınlar...”

Her türden “insan” geçit töreninde resmediliyor, adeta. Devrimci dönemlerin sarhoşluğunu görüyoruz meydanlarda. Farklı sınıflardan “bireylerin” omuz omuza savaşması, çıkarların dönemsel ya da anlık denkliğini gösteriyor bize. Berraklaşmayan sınıfsal ayrımlar için “zamana” duyulan ihtiyaç... Paris Komünü genelleme yapılamayacak bir örnekse eğer, en azından roman üzerinden söyleyecek olursak, devrimlerin, devrime katılanların “saf” olmadığını görüyoruz.

26 Mart Komünü, yeni rejimin kutlanması konusunda fazla resmi, soğuk bir tarzı uygun bulmamıştı. O, yoksuldu. O, cüretkar ve gururluydu. O, doğal ve içtendi. Onda, mutlu bir gülüşün lezzeti vardı. Onun saçları tüm kentin üzerine dökülüyordu. Ne üzerinde bir paltosu ne de saçında ayırma çizgisi vardı. O bir beyaz fiyonklu hoş beyefendiler toplantısı değildi. O, sokakları arşınlayan meçhul ayaktakımının oluşturduğu bir kalabalıktı. Bir kızıl çorba... bir yoksullar meclisi... vurgunculuk kurbanları, sömürülen fabrika işçileri, işçi sınıfı mahallelerinin sakinleri, o muazzam yoksulluk denizinin tümü... Harekete geçmiş bu yığınların belirsiz ve farklılıklara gebe kaderlerini o anın kardeşlik duygusu maskeliyordu.”

Mahallelerden, fabrikalardan gelenler... Salkım salkım insan... Yontulara sarılmış kızlar, lamba direklerine tırmanmış çocuklar... Heykellerin tepesine oturanlar, çatılardan sarkanlar... Sakatlar, derbederler, ihtiyarlar, sokak çocukları, mavi gömlekli işçiler, redingotlu küçük burjuvalar... Her yaştan her çeşitten yığınla insan, alanı tıka basa doldurmuştu. Kocaman tertemiz gökyüzüne küçük beyaz dumanlar püskürterek patlayan toplar, askeri alayın az sonra oraya ulaşacağını anons ediyordu.”

Komün’ün yenilgisi Paris’i kan gölüne çevirir. Yenildikçe ölümün üzerine yürüyenler, kaçanlar, gizlenenler...

Komün yenildi. Sokakları dolduran halk ezildi. Soluk benizli sokak çocuklarının oluşturduğu alaylar yok edildi. Sosyal Cumhuriyet ülküsü, çamura bulanıp aşağılandı. Fırından yeni çıkmış, sıcaklığı henüz üzerinde özgürlük, paramparça edildi. Zincirlere vurulmuş kadınlara hakaretler yağdırıldı, işkenceler yapıldı. Elinde silahla yakalanan çocuklar vuruldu, dövüldü, kılıçla doğrandı. Yaralılar sokak ortasında öldürüldü. İnsan kasapları her yandan kanlı önlükleriyle çalım sattılar. Asiler her yanda kovalanıp imha edildi.”

Ölü beden uzanmış yatıyor yerde, ama fikir hala dimdik ayakta” diyor, Victor Hugo. “Göğü fethetmeye çıkanların” hikayesi...

Haydar Demir

1 No’lu F Tipi C.İ.K.

C12-102

Sincan / Ankara

 
§