22 Ağustos 2014
Sayı: KB 2014/34

Gerici düzenin siyaseti emekçilere umut olamaz!
Halklar arası gerçek kardeşleşme için
devrimci sınıf mücadelesi!
Ayakları hep Kürt halkının değerleri üzerinde
Lice’de devlet terörü:
Bir kişi katledildi
Bedeli Suriyeli ve Türkiyeli emekçiler ödüyor!
Sendikal harekette ne(ler) oluyor?
Tıkanan sendikal hareket ve ‘zorunlu zor’ ilişkisi! - D. Sinan
“Örgütlenmek dışında bir çaremiz var mı?”
Yatağan işçileri
barikatları kurdu!
Türk Metal ‘şemsiye’ açıyor!

“İşveren hiçbir şekilde ‘barış’ beklememeli!”

Sermaye kana doymuyor!

Ağaç-İş ağalarının son ihaneti: Kocaeli şube kapatıldı

Madencilerin devlete
vefa borcu varmış!

Yürüyüş’ün subjektif eleştirilerine zorunlu yanıt! - O. Kara
Uluslararası sermayenin grev korkusu!
“İşçi sınıfı birdir ve sınır tanımaz!”
Dünyada grev ve eylemler
IŞİD kapitalist emperyalizmdir!
ABD emperyalizminin
kendi halkına karşı savaşı
Avrupa’da IŞİD katliamları lanetlendi
Ebola’dan ölüme terk edilmek…
21. yüzyıl müritleri ve post-modern medrese hayalleri - K. Ehram
Kızıl Bayrak yukarı,
daha daha yukarı!
“Gelin hep birlikte direnelim, örgütlenelim, özgürleşelim!”
İşçi kadınlar hakları ve özgürlükleri için örgütlenmelidir!
Cezaevlerinde saldırılar ve hak ihlalleri
Zulmün değil, kavganın ateşiyle tutuşan iki yürek!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Yürüyüş’ün subjektif eleştirilerine zorunlu yanıt!

O. Kara

 

“Yürüyüş” dergisinin 20 Temmuz 2014 tarihli 426. sayısında, “Biz varız, dünyayı bir kez de Türkiye’den sarsacağız-3” başlıklı yazısında; düzenin yaşadığı krize, sınıf hareketinin tablosuna ve bu kapsamda sendikaların durumuna ve “sol harekete” dönük bir değerlendirme yayınlandı. Elbette her partinin ideolojik-politik çizgisine göre olayları, olguları değerlendirmeye veya eleştirmeye hakkı vardır. Ancak bu değerlendirme ve eleştiriler subjektif yaklaşımlar içeriyorsa ve yüzeysel kalıyorlarsa pek tabii ki, karşı eleştirilere de maruz kalırlar.

Söz konusu yazıda TKİP, TKEP-L ve Kaldıraç’la bir tutularak, “geçmişte de bugün de sınıf mücadelesi içinde bir etkileri olmayan örgütlerdir. Marksist-Leninist örgüt anlayışını savunmakla birlikte Marksist-Leninist bir örgütsel yapıları ve mücadele pratikleri yoktur” gibi son derece yüzeysel ve subjektif bir eleştiri yapılıyor. Zira duruşları, çizgileri, yönelimleri farklı olan üç siyasal hareket, keyfi bir şekilde aynı kefeye konulmaktadır. Halkçı akımların bilinen, indirgemeci tarzının yeni bir örneğini sergilemiş Yürüyüş.

Hayli iddialı bu sözleri sarf eden “Yürüyüş” dergisinin ve onun arka planındaki ideolojik çizginin Marksizm-Leninizm’den ne anladığına kısaca değinmek gerekiyor. Marksizm’in, “modern toplumdaki tek tutarlı devrimci sınıf” olarak tanımladığı proletaryanın tarihsel misyonunu reddeden Parti Cephe (PC), işçi sınıfını özel bir niteliği olmayan, “ezilen halk tabakalarından biri” saymaktadır. İşçi sınıfının herhangi bir muhalif halk kesiminden farkı olmadığını, bundan dolayı devrime fiilen önderlik edemeyeceğini iddia eden PC, proletaryanın “ideolojik önderliğini” savunarak Marksizm-Leninizm’den ne anladığını tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır.

Bu halkçı akıma dönük kapsamlı ideolojik eleştiriler yıllar önce Kızıl Bayrak gazetesinde yayınlandığı için, bu konuya tekrardan girmeye gerek olmadığını düşünüyoruz. İlgilenenlerin, halen güncelliğini koruyan söz konusu eleştiri yazı dizisini incelemelerini öneriyoruz.

PC ve ‘sınıf mücadelesinde etkili olma’

Yürüyüş’ün adı geçen yazısında yer alan “sınıf mücadelesi içinde etkili olma” ifadesini ve kapsamını tartışmanın yararlı olacağını düşünüyoruz. Elbette marksist-leninist olarak bizler, “sınıf mücadelesi” denildiğinde muğlak, genel bir “halk” yığını değil toplumsal, tarihsel ve güncel talep ve hedefleri belli olan “işçi sınıfının” sermayeye karşı yükselttiği mücadeleyi anlıyoruz. Kuşkusuz ki, düzenin sömürü ve baskısına maruz kalan emekçilerin, gençliğin, kadınların, ezilen halkların büyük önem taşıyan mücadeleleri de var. Fakat bu mücadele dinamiklerinin etkili ve kalıcı sonuçlar yaratabilmesi, ancak işçi sınıfının devrimci bayrağı altında birleşmesi sağlandığında mümkün olacaktır. Tartışmayı da esas olarak bu eksen üzerinden yürütmek gerektiğini düşünüyoruz.

Sınıflar mücadelesinin verili koşullardaki seyrinde, işçi sınıfının siyaset sahnesine, henüz “kendisi için sınıf” olarak çıkamadığı bir gerçektir. Genel anlamıyla sınıf hareketinin iktisadi ve sendikal mücadelenin dar sınırlarını hala aşamadığı da ortadadır. Üstelik henüz birleşik bir karakter kazanmaktan çok, belli mevzilerde belirginleşen bir mücadeledir söz konusu olan.

Bu durumda marksist-leninistlere düşen temel görev; işçi sınıfının siyasallaşması için seferber olmak ve toplum nezdinde bağımsız devrimci bir güç konumuna yükselme sürecini hızlandırmaktır. Diğer bir ifadeyle, “kendiliğinden sınıf” konumundan, “kendisi için sınıf” konumuna sıçrama sürecini her tür araç ve yöntemle hızlandırmaktır. Bu süreçte gerek iktisadi gerekse siyasal mücadelenin her türlü aracını devreye sokarak, sınıfın kendi öz deneyimleri üzerinden öğrenebilmesini başarmak gerekir.

Peki, iddia edildiği üzere geçmişte olduğu gibi bugün de TKİP bu alanda “etkin” değilse, hangi siyasal akım etkindir? Ya da daha somut sormak gerekirse, “her şeye rağmen devrimci geleneğin tek mirasçısı” olduğunu iddia eden PC’nin sınıf içindeki “etkin” pratiğinin somut karşılığı nedir?

Bunun yanıtını da aynı yazı içerisinde şu paragrafta bulabiliyoruz: “Sorun devrimci anlayışla işçinin buluşmasıdır. Türkan Albayrak, Cansel Malatyalı direnişleri...Roteks, Darkmen direnişleri... ve işte ‘dünya çapında isim yapan KAZOVA direnişi’ topu topu 5-10 işçiyle başarılmıştır. (vurgular dergiye aittir) Bu direnişleri yaratan Devrimci İşçi Hareketi'dir, (DİH), onun temsil ettiği devrimci sendikacılık anlayışıdır.” (Yürüyüş, 20 Temmuz tarihli sayı...)

Bu ifadelerden anlıyoruz ki, DİH’in yaratabildiği en büyük direnişler, “topu topu 5-10 işçiyle başarılmıştır”. DİH’in, “devrimci sendikalist” zeminde sınıf hareketine sunduğu katkıların çapı da bu kadarmış. Bu örnekler, PC’nin sınıf mücadelesinde nasıl da etkili olduğunu göstermektedir.

Direnişlerde ‘başarının kıstası’

DİH’in temsil ettiği “devrimci sendikacılık anlayışı”na göre “başarının kıstası”, mevzi direnişlerde öne sürülen taleplerin patrona kabul ettirilmesidir. Belirtelim ki, lokal direnişler -istisnalar dışında- işten atmalara, tazminat hakkının gaspına karşı veya sendikal örgütlülüğün kabul ettirilmesi için gerçekleşmektedir. PC’nin bu “kıstası”nı, aynı yazıda yer alan şu ifadelerden de anlıyoruz: “2004 SEKA grevi, 2010 TEKEL direnişi, 2012 Topkapı Şişe-cam grevi, 2012 Gaziantep tekstil direnişi...son 10 yıl içerisindeki belli başlı kitlesel işçi direnişi ve grevleridir. Bu direniş ve grevle kısmi kazanım sağlayan bir istisna hariç kazanımsız bitirildi. Düzen sendikacıları rollerini burada da oynadılar.” (Yürüyüş, 20 Temmuz)

Bu örneklerin, DİH’in öncülük ettiği 5-10 işçilik direnişlerin kapsamı, hedefleri, yankıları ve deneyimleri bakımından oldukça farklılık arz ettiği ortadadır. Söz konusu direnişler, sendikal bürokrasinin işçi sınıfını sırtından hançerlemesinin de etkisiyle taleplerini kabul ettiremediler. Ancak sonucun böyle olması, toplum genelinde yankı yaratan, sınıf mücadelesine önemli deneyimler bırakan ve binlerce işçinin katıldığı bu direnişlerin önemini hiçbir şekilde azaltmaz.

Esas olan bu direnişlerin “kısmi kazanımlarla” sonuçlanıp sonuçlanmamasından öte, direniş ve grevlerin nasıl bir seyir izlediği, “direnilerek mi kaybedildiği yoksa sınıfın direnme azminin bilinçli bir şekilde kırılıp zaafa mı uğratıldığı” olmalıdır. Elbette her direnişte işçilerin taleplerini kapitalistlere veya devlete kabul ettirmeleri önemlidir. Buna karşın toplumda yankı yaratan direnişlerin bunun çok ötesinde anlam ve etkileri vardır. Tekel işçilerinin, “Kürt sorununda açılımı biz yaptık” sözleri hatırlardadır.

İşçilerin kararlılıkla mücadele etmesine rağmen, bazı direnişler kazanımla sonuçlanmayabilir. Esas olan sorun, bu “mücadele okulu”nun nasıl bir “eğitim” verdiği, bu okuldan geçen işçilerinin nasıl bir bilinç düzeyine ulaştıkları, bundan da önemlisi, direnişin işçi sınıfı hareketine neler kattığıdır. Nitekim bazı örneklerde, militan bir mücadeleye gerek kalmadan, patronlar işçilerin taleplerini kabul edebiliyor. Fakat bu tür örnekler işçilerin kafasında, “meşru-militan mücadelelere kalkışmadan da sonuca ulaşmak mümkün, patronla masa başında pazarlık yaparak da sorunlar halledilebiliyormuş” anlayışı ve bilinci uyandırabilmektedir. Böylesi örnekler, düzen kurumlarına ve sendikal bürokrasiye bel bağlayan anlayışı güçlendiriyor. Nitekim uzlaşmacı sendikacılık anlayışının temsilcileri de, “kısmi ve geçici başarı” örneklerini, izledikleri politikanın doğruluğuna kanıt olarak sunmaktadırlar.

Başarı öyküleri”ne duyulan ihtiyaç

“Başarı öyküsü” diye sunulan direnişleri ele aldığımızda ne görüyoruz? Örneğin, “dünya çapında isim yapan” KAZOVA direnişine bakalım. İşçileri direnişe iten temel sorun, kıdem ve ücret alacaklarının ödenmemiş olmasıdır ki, bu tekstil sektöründe neredeyse “olağan” bir durumdur. Burada çalışma koşullarını iyileştirme, yeni sosyal haklar kazanma, ücret artışı gibi artı-değer sömürüsünün sınırlandırılması üzerinden gelişen bir mücadele söz konusu değildir. “Ücretli kölelik” denilen modern toplumun asgari ve ön koşulu olan ücret hakkının fiilen gasp edilmesi pervasızlığına karşı gelişen bir direniştir. Yani ekonomik mücadelenin en basit hali ile karşı karşıyayız.

Belirtelim ki, hiçbir şekilde KAZOVA işçilerinin direnişlerinin anlamını veya önemini küçümsüyor değiliz. Ama mütevazi talepleri olan direnişe “dünya çapında isim yaptı” diyen ve buna olmadık meziyetler vehmeden siyasal anlayışın, “sınıf hareketinde etkin olmak”tan ne anladığını öğrenmiş oluyoruz.

KAZOVA işçilerinin yaşadıkları sorun tekstil sektöründe, konfeksiyonlarda inşaat sektörü ve taşeron çalışmanın hakim olduğu yerlerde çok sık yaşanıyor. Hatta kimi güncel örnekler, işçilerin politik öznelerin ya da sendikaların müdahaleleri olmadan da, kendi iradi çabaları ve yer yer militan tutumlarıyla bu sorunlarını çözebildiğini gösteriyor. Benzer taleplerle gündeme gelen mücadele deneyimlerine “tersaneler”, “Teknopark” ve başka örneklerde olduğu gibi, komünistlerin öncülük ettiği ve başarılı sonuçlara ulaşan örnekler vardır. Ancak bu örneklerden yola çıkarak sınıf hareketi açısından hiçbir zaman abartılı anlamlar biçme talihsizliğine düşülmemiştir.

Bu tür direnişler, sınıf hareketinin geri olduğu dönemlerde bile sık sık yaşanıyor. Bir kısmı başarıyla bir kısmı ise başarısızlıkla sonuçlanıyor. KAZOVA bu mütevazi direnişlerden biri idi. Hal böyleyken “dünya çapında isim yaptığı” iddia edilen bu direniş, sınıf hareketine yeni olarak ne katmıştır? Türkiye işçi sınıfı bu direnişten ne tür dersler çıkarmıştır ki, bu kadar büyük bir önem biçiliyor?

KAZOVA direnişinden çok daha etkili daha kitlesel, daha geniş yankılar yaratan direniş ve işgallerin adını anmayan Yürüyüş, neye göre 5-10 işçinin direnişine böyle bir başarı öyküsü vehmediyor. Bunun tek açıklaması olabilir; o da KAZOVA’da DİH’in etkili olmasıdır. Bu anlayışa göre işin içinde DİH varsa, 5-10 işçinin direnişi dünya çapında isim yapıyor, DİH yoksa o direnişlerin adı bile anılmaz. Bu acayip durum, Yürüyüş dergisinin temsil ettiği anlayışın “başarı öyküleri”ne büyük bir ihtiyaç duyduğunu gösteriyor.

Greif direnişini yok sayarak sınıf içinde güç olma’

Yürüyüş dergisinin 20 Temmuz tarihli sayısında yer alan yazıda dikkate değer bir diğer önemi nokta, ‘sınıf içinde güç olma’ meselesini tartışanların, 106 gün süren Greif direnişinin adını bile anmamalarıdır. 5-10 işçinin direnişinden başarı öyküleri devşiren Yürüyüş’ün, belli bakımlardan Kavel direnişiyle kıyaslanan, bazı açılardan onu da aşan bir direnişi yok sayabilmesi, pek “takdire şayan” bir tutumdur.

Oysa ilk andan itibaren “İşgal, grev, direniş!” şiarını yükselten Greif işçileri ücret artışı talep etmenin çok ötesine geçmişler; sınıfın en acil ve yakıcı sorunlarından biri haline gelen taşeron köleliğine bayrak açmışlardır. Elbette ücret artışı ve sosyal hakların genişletilmesini de talep etti Greif işçileri, ama taşeronluğun kaldırılması talebi, sermayeye meydan okuyan siyasal bir taleptir. Fakat bu direnişe daha büyük anlam katan, ekonomik-demokratik taleplerle başlayan direnişin “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” şiarını yükseltip “Haziran Direnişi”yle bağını kuran, Amerikan tekeli Greif üzerinden “emperyalizm” karşıtlığına ve onun işbirlikçisi AKP iktidarı üzerinden “sermaye sınıfı” karşıtlığına doğru genişleyen politik hat üzerinden sürdürülmüş olmasıdır. Bu güçlü çıkıştan korkan Esenyurt-Kıraç bölgesindeki birçok sermayedar, bugüne kadar hor gördükleri işçilere karşı daha “temkinli” davranmaya, daha “insanca” muamelede bulunmaya ve ücretlerde belli oranlarda artış yapmaya mecbur kalmışlardır.

Sadece bu da değil, bugüne kadar hep sözü edilen ancak pratikte yaşam bulmayan “taban örgütlülüğü” kavramına, kurmuş oldukları komitelerle Greif işçileri hayat vermişlerdir. Taban örgütlülükleri üzerinden, “Haziran Direnişi”nin en çok tartıştığı kavramın, “demokrasi” kavramının, sınıfsal bir temelde nasıl hayat bulduğunun en güzel örneklerinden birini sunmuştur Greif Direnişi. Yıllardır çifte sömürüyü yaşayan kadın işçilerin mücadele içerisinde nasıl dönüştüğünün ve direngenleştiğinin somut örneğini vermiştir. Ve tabii ki sınıf hareketinin önündeki en büyük engel olan sendikal bürokrasi ve ihanetine karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiğinin deneyimlerini sunmuştur. Bu sayede de politik öznelerin ayrıştığı, taraflaşmak zorunda kaldığı, DİSK şahsında “sol” söylem ve maskelerin ardına gizlenen bürokratik kastın ve ona ideolojik-politik zemin sunan reformist anlayışların teşhir olduğu bir süreç yaşanmıştır.

Fabrika işgali ve beraberindeki militan eylemliliklerle sınıf hareketine yeni bir soluk kazandıran Greif Direnişi, “5-10 işçiyle” değil 44 ayrı taşerona bölünmüş, sayıları 600’ü aşan ve hayatlarında daha önce hiçbir mücadele deneyimi olmayan işçi bölüklerini örgütleyip seferber ederek başarmıştır bunu. Peki bu deneyim, yıllarca sendikalarda yer edinmiş, öyle ya da böyle sendikal mücadelenin bir parçası olmuş “sol”la temas içerisinde ya da onun çeşitli politik temsilcileri tarafından mı örgütlenmiştir? Tersine, Greif Direnişi, sendikal bürokrasiyle uzlaşarak iş yapan “sol anlayışlar”ın çapını da açığa çıkartmıştır. Zira bu direniş ve deneyim, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarından başka bir şeyi savunmayan ve bu uğurda canla başla, her türlü bedeli ödeyerek mücadele eden komünistlerin öncülüğünde gerçekleşmiştir. Bundan dolayı işçi sınıfının öncüleriyle birleşmesinde kendi sonunu gören ‘geçmişe ait’ ne kadar kurum, kişi ve anlayış varsa, direnişi boğmak için sınıf düşmanlarıyla işbirliği yapmaktan bile geri kalmadılar.

Sermayeye, taşeronlara, sendikal ihanet çetesine ve kolluk kuvvetlerine karşı duran Greif direnişi, işçi hareketinin herhangi bir direnişi olmaktan öte, sınıf hareketinin içinde bulunduğu kuşatmayı yarma noktasında bir işaret fişeği, bir öncü çıkış olmuştur. Bu başarı elbette komünistlerin ve öncü işçilerin başarısıdır ve hiçbir küçük hesaba, sendikalarda koltuk kapma sevdasına düşülerek, sınıf hareketinin ihtiyaç duyduğu böylesi çıkışların ve mücadelelerin boğulmasına izin verilmemiştir. Belirtelim ki, bu kapsamdaki bir direnişe, “dayanışma ziyaretleri” ötesinde DİH’in aktif destek pratiğine tanık olunmamıştır.

Peki Greif direnişinin bu özel anlamını ve önemini “fark edemeyen” DİH’teki “devrimci sendikacılık anlayışının” bu pratiği, anlık bir yanılgı veya tesadüf müdür? Bunun böyle olmadığını “Maltepe direnişi” sırasında bir kez daha görmedik mi? Henüz DİH’le yolları ayrılmamış olan Genel-İş ve DİSK’in eski genel başkanı Erol Ekici’nin, direniş karşısındaki tutumu ne hafızalardan silindi ne de bu pratiği kişisel tercihine yorulabilir. Taşeron işçilerine karşı Maltepe Belediye Başkanı adına taahhütlerde bulunup, direnişçilerin oyalanmasına, yanıltılmasına yönelik tutumlara ilişkin DİH’in tepki verdiğini de göremedik. Dahası bırakalım Erol Ekici’nin bu tutumlarının eleştirilip mahkum edilmesini, Maltepe Belediyesi'nin kimi semtlerde politik öznelere tanımış olduğu “imkanlardan” yoksun kalmamak adına, belediye önünde direniş çadırı kuran işçilerle selamlaşmaktan kaçınan bir “devrimcilik anlayışı”na bile şahit olmuştuk.

Elbette bu anlayışın DİSK’i olağanüstü kongreye taşıyan bir süreci yaşamış olmasına da şaşırmadık. Zira bu durum, sınıfı tabandan örgütleyip devrimleştirmeden ve bu sayede kendi sınıfsal konumunu sağlamlaştırmadan, birtakım pazarlıklarla sendika yönetimlerinin politik özneler tarafından ele geçirilmek suretiyle değiştirilip, dönüştürülebileceğine dair yaklaşımı mahkum eden komünistlerin yeniden doğrulanması olmuştur. Bunu anlamayanların Greif Direnişi’ndeki başarıyı ve bunun sınıf hareketine kattıklarını anlamaları da kolay değildir. Zira Greif Direnişi, bu anlayışın “başarı kıstası”na pek uymuyor. Oysa DİSK’in son dönem süreci bu türden “başarıların” gerçekte içinde “başarısızlıklar” barındırmış olduğunu defalarca kanıtlamıştır. Yürüyüş’ün, “Sınıf mücadelesinde etkili olma” anlayışı böyle olunca, elbette ki komünistler geçmişte olduğu gibi bugün de sınıf mücadelesinde “etkili” olmamışlar, gelecekte de olmayacaklardır.

Son olarak belirtelim ki, hem sınıfsal zeminde hem toplumsal alanda yankılar yaratan direnişleri yok sayarken, 5-10 işçinin direnişinden başarı öyküleri devşiren bir anlayışın ufku ile ne sınıf hareketi ne işçi sınıfının tarihsel devrimci misyonu kavranabilir.

 

 

 

 

Askeri darbelerle gülme sırası gelen sermaye tekelleri

 

Brezilya’da 1964-1985 yılları arasındaki askeri darbe sırasında işlenen hak ihlallerini soruşturmak üzere hükümet tarafından atanan komisyon, yabancı şirketlerin, çalıştırdıkları öncü işçileri ve devrimcileri orduya ihbar ettiğini gösteren belgeler buldu.

Brezilya’da 1964-1985 yılları arasındaki askeri diktatörlük döneminde birçok muhalif yurt dışına sürgüne gitmek zorunda kalmıştı. 1960’lı yıllar Brezilya sokaklarının da ısındığı yıllardı. Dünya çapında esen rüzgarın gücüyle askeri cuntaya karşı başlayan eylemler ve 1969’da MR-8 (8 Ekim Devrimci Hareketi) gerillaları tarafından kaçırılan ABD büyükelçisi ile Brezilya bu günlerde önemli bir gündemdi. İşkencenin ve sansürün olağan bir devlet politikası olduğu bu günlerde, Gerçekleri Araştırma Komisyonu verilerine göre 400 kişi öldürüldü ya da gözaltında kaybedildi.

Faşist darbelerin uluslararası sermayeyle
açık bağlantısı

Komisyon Reuters’in şirketlerle ilgili delilleri incelemesine müsaade etti. Belgelerde yabancı ve Brezilyalı şirketlerin askeri darbeyle ilişkisinden bahsediliyor. Diğerlerinin yanı sıra dünyanın en büyük otomobil üreticilerinden, Volkswagen AG, Ford Motor Co, Toyota Motor Corp ve Daimler AG’nin Mercedes-Benz biriminin de bu belgelerde adı geçiyor.

Kara Liste”

Açığa çıkan belgeler yaşananların çok az bir kısmına, 1980 sonrasına ait. Zira büyük bir bölümü imha edilmiş. Komisyonun şimdiye kadarki en önemli keşfi, São Paulo’da devlet arşivlerinde bulunan, araştırmacıların gayri resmî olarak “kara liste” diye adlandırdıkları belgedir. Daktiloyla yazılmış listede, “Brezilya’nın Detroit’i”* olarak adlandırılan Büyük São Paulo da 63 işletmede çalışan 460 kadar işçinin isimleri ve ev adresleri bulunuyor. 1980’lerin ilk yıllarından itibaren başlayan liste, amacı solcuları izlemek ve onları baskı altına almak olan polis istihbarat teşkilatı Siyasi ve Sosyal Düzen Departmanı ya da DOPS** tarafından oluşturulmuş. DOPS, bir çok insanı gözaltına aldığı ve işkence yapmıştı.

DOPS’un listesinde en fazla isim, 73 işçiyle Volkswagen’de. Mercedes-Benz, 52 işçiyle ikinci sırada. Komisyon tarafından ortaya çıkarılan bazı belgeler, bu şirketlerin işçileri orduya ihbar ettiğini gösteriyor. Bu araştırmalar neticesinde zamanında metal işçileri sendikasında doktor olan David Rumel hakkında DOPS’a yazılmış, 9 Mart 1981 tarihli iki sayfalık mektup bulundu. Rumel’in doğum yeri ve ev adresini içeren mektupta, onun solcu geçmişi hakkında bilgide bulunuyor. Rumel’in daha öğrenciyken 1971’de Brezilya Komünist Partisi’ne katıldığı ve 1975’ten 1976’ya kadar 5 ay hapis yattığı belirtiliyor. Polis, mektupta bu bilgilerin “Volkswagen Brezilya’nın güvenlik servisi tarafından toplandığını” ifade ediyor.

Volkswagen Brezilya, Rumel ve diğerleri hakkında orduya bilgi verip vermediği hususunda Reuters’tan gelen sorulara, araştırma komisyonunun henüz kendisiyle bir temas kurmadığı karşılığını verdi. Volkswagen, Brezilya’da kendi soruşturmasını kendisinin başlatacağını iddia etti.

Merkezi Lüksemburg’da bulunan Dematic Group’un sözcüsü Cheryl Falk ise, şirketin, 1980’lerde Brezilya’daki biriminde çalışanlarla ilgili olarak herhangi bir “belge ya da kayda” sahip olmadığını söyledi. Brezilya’daki Mercedes-Benz’in bir sözcüsü de şirketin DOPS’a bilgi verdiğini “doğrulamayacağını” ve “çalışanlarının şahsi bilgilerinin muhafazasının şirketin değerleri arasında olduğunu” belirtti. Ford konu hakkında açıklama yapmadı. Toyota ve şimdi Chrysler’a sahip olan Fiat, o döneme ait potansiyel ihlallerle ilgili kayıtlarının olmadığını bildirdi. Toyota Sözcüsü Erick Boccia, “30 seneden uzun bir zaman öncesinden bahsettiğimizi hatırlatmak isteriz” bahanesine sığındı.

Gülme sırası kendilerine gelenler...

Hatırlanırsa 12 Eylül askeri faşist darbesinin ardından dönemin TİSK başkanı Halit Narin, “Şimdiye kadar işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” demişti. 12 Eylül’den ayrı düşünülemeyecek olan ‘24 Ocak kararları’, özelleştirme saldırısı, sosyal yıkım saldırıları, taşeronlaştırma, işçi sınıfını örgütsüzleştirme saldırıları, 12 Eylül’ün arkasından yapılan tensikatlar, kapatılan sendikalar aynı zamanda sermayenin işçi sınıfından bir öc ama saldırısıdır.

1970’li yıllarda CIA Türkiye Şefi olan Paul Henze’nin, “bizim çocuklar başardı” diyerek 12 Eylül darbesini Jimmy Carter’a haber vermesi de askeri faşist darbelerin uluslararası sermaye ve emperyalizmle ilişkisinin bir başka itirafıdır.

* ABD’nin büyük şehirlerinden olup, en önemli ekonomik merkezlerinden biridir.

** Brezilya’da askeri diktanın ordusu ve polisi

 

 
§