27 Haziran 2014
Sayı: KB 2014/26

İşçi sınıfı saflarında
direnme eğilimi güçleniyor
Grevci cam işçileriyle
dayanışmayı büyütelim!
Tarih sınıf mücadelesinin
yasalarıyla yazılıyor!
Grevci işçilerden
Şişecam patronuna yanıt!
5 bin 800 cam işçisi grevde!
“Hakkımızı alana kadar devam edeceğiz!”
Trakya Cam işçileriyle cam grevini konuştuk...
İşçiler direniyor,
sendika ağaları süründürüyor!
Torbadaki taşeron yasasıyla patronlara müjde!
Yaygın faaliyet...

Bursa’da Greif deneyimleri tartışıldı!

ÇHD’den açık mektup

Dün Sivas’ta yakanlar, bugün Irak ve Suriye’de kan döküyorlar!

İİki devrim, iki sonuç - A. Eren
Emperyalizmin gerici din savaşları ve hedef şaşırtma hesapları
IŞİD, emperyalistler,
gerici rejimler
Emeklilerin dünyasından
servet-sefalet kutuplaşması
Efendilerin korkusu
çözümsüzlüğü aşamıyor!
Dünyadan eylemler
Kampa yoğun ve tempolu hazırlık
Devrim Okulları sürüyor
“Sınıfın, devrimin ve sosyalizmin sesi Kızıl Bayrak 20. yılında!”-1
IŞİD gericiliğinden kadınlar için tecavüz fetvası!
Karanlıkta Uyananlar’dan Kış Uykusu’na sinemada sınıf çatışması - K. Ehram
Trakya’da Fortuna’nın üzerinden
80 yıl geçti
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Karanlıkta Uyananlar’dan Kış Uykusu’na sinemada sınıf çatışması

K. Ehram

 

Ve kendime dedim ki: Gerçeğe uygun olmayan temelleri üzerine kurulu olan her şey, gerçeğin ateşi karşısında erir, yıkılır.” Yılmaz Güney

Birbirine aykırı iki dünya karşı karşıya geliyor bu iki kavram altında: uyku ve uyanıklık. Bu hayatın içinde kendini her gün ve her gün yeniden gösteren bir çarpışmadır. “İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir. Bir insanın kendine karşı hile yapması, onun, filminden, hayatından, her şeyinden vazgeçmesi demektir” diyordu Sovyet yönetmen Andrei Tarkovski.[1] Yani hayatın ilkelerle kurduğu bağ ile sanatı ilkelere dayandırmanın gerekliliğini savunuyor ve sinema ve hayat arasında sımsıkı bir ilişki kuruyordu. Sovyetler’den Yılmaz Güneyler’e devrimci ve toplumcu bir sanat anlayışının özeti böyle ortaya konulmuş oluyor. İşte uyku ile uyanıklık arasındaki bu çarpışmada bir film karesine sığdırılabilen yaşamların öykülerinde ele veriyor kendini bir kez daha. Yakın zamanda aldığı ödülle Nuri Bilge Ceylan’a sağ yumruğunu kaldırtan o film: Kış Uykusu. Ve diğer bir film: Karanlıkta Uyananlar. Nuri Bilge Ceylan küçük burjuva mülk sahibi insanların içinde bulundukları durumun öyküsünü ortaya koyarken, adını güneşin doğuşuyla birlikte evlerinden çıkıp fabrikalarda çalışmaya giden insanlardan alan Ertem Göreç’in 1964 yapımı filmi sınıf çatışmasını sinema alanında gözler önüne seren iki örneği oluşturuyor.

Tarihte devrimci atmosferin yükseldiği mücadele dönemleri her zaman bir “domino etkisi” yaratır. Bu etki bugün Nuri Bilge Ceylan’a kadar ulaşmışsa onu bugün hala “sınıf çelişkilerini kabaca ortaya koyuyor” diye eleştirebilen küçük burjuva aydın çevreleri elbette rahatsız olacaklardır. Kış Uykusu’nda ortaya konulan sınıfsal çelişkinin “kabalığı” üzerinden yapılan eleştiriler teknik ya da biçimsel eleştiriler olmanın çok ötesinde, hayattaki her şey gibi, sınıfsal bir kaygı ve anlam taşımaktadır.

Sinemayı sınıfsal yorumlamak

Bir boya fabrikasında haklarını arayan işçilerin direniş sürecini anlatan Karanlıkta Uyananlar filmi uykuda olanlara karşı uyanmakta olanların hikâyesi ile bu çatışkıyı ortaya koymaktadır. Karanlıkta Uyananlar kelimenin hem gerçek hem de yan anlamıyla tarihin hep uyanmakta olan tarafını simgeleyen işçilerdir. Mahalleden arkadaşları fabrikada çalışan patronun oğlu, babasının ölümünden sonra fabrikanın başına geçince arkadaşlarıyla arasının bozulması bir tesadüf değildir, patron ile işçi arasındaki uzlaşmaz çelişkiler beyaz perdeye yansıtılmıştır. Nuri Usta işçilere: “Sendika sensin, sen, ben, o, hepimiz. Şu meydana gelir miydi emeğimiz olmadan? Neyiniz var kaybedecek?” diye sorarken sınıf mücadelesinin temel ilkeleri, algısı hayatın gerçeklerine karşı saf bir geçirgenliğe sahip işçi ve emekçinin ağzıyla ortaya konulmuş olur. Korku ve güvensizlik içindeki işçilerin mücadele ile özgürleşme sürecini bir film için gereksiz bir konu sayanlar elbette gerçek hayatta da Greif direnişi gibi nice işçi direnişini anlayabilmekten yoksun olanlardır. İnsanların sanatta sınıf çelişkisinin ele alınmasına karşı tutumları, gerçek hayatta sınıf mücadelesinde kendilerini konumlandırmalarından kesinlikle bağımsız değildir. İşte bu nedenle sanatın kendisi olduğu gibi, yorumlanışı da kesinlikle sınıfsaldır.

Tarihte uykuda olanların kimler olduğu da yine “uyku” sembolü üzerinden açığa konuyor beyaz perdede. Kış Uykusu’nda babadan kalma mal varlığı içinde hayatı sürdürme kaygısı gütmeden amaçsız bir yaşam sürdüren ve böylece hayattan kopan, en insancıl ve aslında en basit duyguları hissedebilmekten muzdarip olan insanların öyküsü anlatılıyor. Birbirlerine yaklaştıkça birbirinden uzaklaşan çıkara dayalı insan ilişkilerinin bir teşhiri sürüyor film boyunca. Bir Anadolu kasabasına kar düşer, bu karın beyazlığına tezat oluşturacak bir karanlığın bencil dünyasına hapsolmuş insanlar için inziva mevsimi başlamıştır ki hayatlarına ödenmemiş bir kirayla birden giriveren yoksul bir aile içlerinde birikmiş sınıf kinini birden açığa çıkarır. Yokluk ve parasızlık içindeki bu ailenin hayatlarına dokunan gerçekliği, mülk sahibi bu insanların gözlerinin önüne çektikleri perdeden içeri sızan bir ışık gibi uykularının rahatını kaçırmaya yeter.

Filmde evlerine haciz gelen çocuğun ev sahibinin arabasına fırlattığı taş ve bu başkaldırıdan asla pişman olmadığını belli eden o kızgın ifadesi küçük burjuva izleyenleri elbette rahatsız etti. Çünkü o taş hepsine atılıyordu. Onlar bu filmden değil, bu filmde kilometrelerce yol yürüyüp ayağı kokan yoksul kiracı kapıdan girdiğinde odasının penceresini açan ev sahibi gibi ezdikleri insanların gün gelip de çamurlu ayakkabılarıyla kendi kapılarını çalmasından rahatsız olmaktadırlar. Fakat bu başkaldırının bir kefareti gibi çocuğun yüzüne indirilen tokat bizler gibi bu çocuğun haklılığına inananların öfkesini uyandırırken başkaldıranlara zulmü hak gören küçük burjuvaların yüreğine gizlice su serpilir. Yardım diye kendisine getirilen parayı ateşler içinde yakan işsiz babanın sınıf öfkesi, o zamana kadar bağışlarıyla bir “iyilik meleği” timsali ortalıkta dolaşan küçük burjuva kadını gözyaşlarına boğarken kimi çevreler bu sahneleri abartılı bulduklarını söylediler. Bu sahnelerin gerçekten abartı olup olmaması bir yana, onları rahatsız eden başka bir şey vardı. Onlar “Hala böyle şeyler mi kaldı?” derken aslında yine yokluk içindeki insanın onurlu duruşunu reddetmeye çalışıyorlardı. Çünkü onlar burjuva iktidarların yaydığı “sadaka kültürünü” yukarıdan eleştirirken alttan altta herkesin bu kültürü benimsediği görüşüne herkesten çok tamah edenlerdir. Ve gerçekten bir deste paranın yakılma görüntüsü, içten içe paranın kölesi olmuş herkesin keyfini fazlasıyla kaçıran bir çarpıcılığa sahiptir. Onlar para yakma sahnesi gibi onurlu duruşu sembolize eden pek çok sahneyi inandırıcı bulmazlar. Çünkü ezilenlere etiketlemeye çalıştıkları eksik kişilik özelliklerine aykırı düşen bu tür tutumlar onların çarpık gerçeklik algılarına ters düşer.

Salonlara sıkışan bir sinema

Bir film karesine neler sığdırılabilir? Belirli duygular, birkaç insan, birkaç hayat? Hangi insanlar konu edilebilir bir filmin öyküsüne? Sadece fukara insanlar mı, sadece zengin olanlar mı yoksa? Hangi acılar yansıtılabilir perdeye? Sadece aşk acısı mı, sadece ekmek kavgası mı pekiyi? Bir filmin kaç sonu olur? İşte üst sınıfın sineması, yani ezenlerin sineması bunlardan hep birini tercih etmeye zorlar kendini. Hangi konuyu işliyorsa abartılı ele alır onu, ya fazla süslemiştir, ya da bir bakarız her şey fazla basitleştirilmiştir. Onların filmlerinde görürüz ki hayatın hep bir yanına vurgu yapılırken diğer yanı eksik kalır. Oysa buna karşı ezilenlerin sanatının ne denli kapsayıcı olduğunu yine ezilenlerin sanatçılarından Yılmaz Güney en sade şekliyle ifade etmektedir: “Hüznün sayısız tonu, birçok yüzü vardır; çiçekler, kuşlar, rüzgarlar gibi. Ben, bazı yakın arkadaşlarım aracılığıyla, hüznü, sevgi ve kederi anlatmaya çalıştım; her ne kadar bazıları tarafından anlaşılmaz ve inanılmaz bulunsa da.” [2]

Burjuvazinin yani ezenlerin sanatının alıcıları da kendi görmek istedikleri yerden hayatı yansıtan filmleri sinemalarının baş tacı ederek “kendi sanatlarını” sahiplenirler. Onlar fakir insanı, ezileni, ekmek kaygısı içinde çırpınıp duran milyonları kendi gördükleri yerden görmek isterler: Hep acı ve keder duyguları içinde, hep bir çaresizlik, hep bir yenilmişlik… Hep bedbahttır onlar. Ve başlarına kendileri dışında gelen her türlü felaketten bile aslında hep onlar sorumlu gibidirler. Sanki doğdukları ilk gün alınlarına görünmez bir kalemle yazılır gibi işlenmiştir kaybetmeye dair bir şeyler.

Onların filmlerinde ezilen insan bir acıma nesnesine dönüşür. Her türlü yoksunluğu anlatışlarındaki aşağılamayı hemen fark edersiniz. Aldanmayın üst sınıftan binlerin “acıklı bir filmin” sonundaki gözyaşlarına. O varlık sahibi insanlar perdede görünce üzüldükleri insanın dışarıdaki durumunu değiştirmek için hiçbir şey yapmayacaklardır. Zaten onların fazla zehrini akıtmalarını sağlamak dışında bir işe yaramayan bu tarz melodram filmleri de ele aldığı insanın durumunun ne denli değişebilir olduğunu göstermekten, içine düştüğü dertlerin aslında bir çözümü olabileceğini sunmaktan yoksundur onlara.

Günlük hayatta bu sanatı yaratan kirli ideolojiyi her gün görürüz. Gizlenmez bir kibir vardır bir patronun işçisine bakışında, hali vakti yerinde insanların sokakta mendil satan çocuğa bakışlarında. Orta sınıf kadınların lüks mağazalar içinde dolaşırken yanlarından geçen bir emekçi kadının giyim kuşamına bakışında o kibir. İşte tam da bu kibir üst sınıfın sanatının da temel bir unsuru olarak kendini zengin kız-fakir oğlan aşkında belli eder. Ve onlar bu sanatı, ezilenlerin hep ezilmeye mahkûm edildiği bir dünyayı birbiri üzerine akan film şeritler halinde kafamıza kodlayan bir sinemayı alkışlarken kendi hayatlarındaki yanlışın bir telafisini daha kendilerine sunan suç ortaklarına minnettarlıklarını göstermektedirler. Gerçeği olduğu gibi değil algılamak istediği gibi yansıtan böyle bir sanat ezilen sınıflara hitap edebildiği için değil, aksine hizmet ettiği öteki sınıfın beğenisini aldığı ve iktidar onların elinde olduğu için yaygınlaşan sanattır. Fakat bunlara rağmen salonlara sıkışmaya mahkûmdur. Burjuva sanatı sunulduğu zengin galerilerin dışında çıkma becerisi olmayan sanattır. Ünlü bir ressamın pahalı tablosu nasıl ki bulunduğu müzeden sokağa çıkarılamıyorsa burjuva sineması da sinema salonlarından sokağa taşabilme becerisinden öyle yoksundur.

Hayata karşı dürüst bir sanat!

Biz ezilenlerin sanatı reddeder bu kuralları, yıkar baştan aşağı. Peki bunlara karşın bizim sanatımız ne demektedir? “Burjuva yazarın, sanatçının, oyuncunun özgürlüğü, para kesesine, çürümeye, satılık olmaya gizlice bağımlılıktan başka bir şey değildir. İşte biz sosyalistler, bu ikiyüzlülüğü açığa seriyor, sahte etiketleri söküyoruz; bunu da, sınıfsız bir edebiyat ve sanata varmak için değil (çünkü böyle bir şey sınıf-dışı, sosyalist bir toplumda olabilir ancak), ama, gerçekte burjuvaziye bağlı bu ikiyüzlü özgür edebiyatın karşısına, açıkça işçi sınıfına bağlı, gerçekten özgür bir edebiyat çıkarmak için yapıyoruz.”[3]

Ezilenlerin sanatı, sokaktaki insanın sanatıdır. İşte bu yüzden ezilenlerin sineması da sokaktaki insanın yüreğine dokunabilen sinemadır. Acılara gülümseyenlerin hikâyeleri vardır ezilenlerin sanatında. Ve bu hikâyelerde kendini hep açık eden bir umut… O umut gizlenmez, saklanmaz bir umuttur. Sakın ha iflah olmaz. Tokat üstüne tokat yer kimi zaman, aç kalır, dayak yer, işlerden kovulur, ekmek yoktur, para yoktur, yardım isteyecek bir dost el arar, yoktur. Fakat bakarsın bir sonraki sahnede, tüm bu yokluk içinde kıvranan kahraman gülümseyiverir. Çünkü acıya gülümsemeyi bilenler hep acılarla başa çıkmayı öğrenmek zorunda kalanlar oldular tarih boyunca. “Umut fakirin ekmeğidir” derken anlatılmak istenen biraz da budur işte; insanı oyalayan, içi boş umutlar değil. Onlar ekmek olmak bir yana bilinci zehirlemekte, hayatı ertelemektedir. “Umut” filminin son sahnesinde günlerdir kendilerini okuyup üfleyen hocanın vaat ettiği defineyi aramaktan ve açlıktan bitap düşmüş Cabbar’ın gözleri bir çaput parçasıyla bağlanmış, iki eli havada kendi etrafında dönerek define bulmaya çalışma anı boş umutların gerçek ve anlamlı umutların tam aksine insanı nasıl çıkmazlara düşürdüğünü anlatan çarpıcı bir karedir. Trajikomik olması ezilenlerin sanatındaki kara mizahın en güzel örneklerinden biri olmasından ileri gelir. Yılmaz Güney’in her filminde, sadece kendisinin değil, uçsuz bucaksız Anadolu bozkırlarından büyük şehirlerdeki yaşam mücadelesine sayısız Kürt ve Türk emekçinin tozlu ayak izlerini bulmak mümkündür.

Senaryoları anlattığı insanların yazgısıyla sıkı sıkıya bağlı olan sanatçılar bu ortak yazgıyı değiştirme kaygısını sanatlarına taşıdıkları için bugün silinmez değerlerimiz arasındadır. Evet, bazen bir gözyaşı kadar şaşırtıcıdır mutluluğun simgesi. Ekmeğini bölüşüp yiyen iki kişi anlatır paylaştıkça büyüyen bereketi. Bu insanların hikâyesini okuduğunuzda ya da bir film karesinde gördüğünüzde onları hemen tanırsınız. Çünkü sokakta gördüğünüz insandır o. Elbisenizin dikildiği fabrika elleri nasırlı çalışan kadındır. Dün gazetede ölüm haberini okuduğunuz işçidir bugün göçük altında bedeni hala bulunamayan. Ve komşunuzdur işte şimdi yan odada dokuz kişi bir sofranın başında iki tas bulgur pilavı ile günün son ziyafetini yaratan. Ve sizsinizdir o. O, bizlerizdir. İşte bu yüzden bizler, yine bizler sahip çıkarız bizi anlatan sanatçılara, Yılmaz Güneyler’den Zeki Öktenler’e, Charlie Chaplinler’e, Nazım Hikmetler’den Mayakovskiler’e, Âşık Mahsuniler’den Neşet Ertaşlar’a ve daha nicesine… Çaresizliğe karşı günlük çözümleri değil gerçek çözümü arayan soruları ortaya koyan, insanlık onurunu hiçe sayan yoz tercihler ve kaybolmuşluklar yerine insani olan arayışları kendine konu eden filmler işçi ve emekçilerin sanatı olarak burjuvazinin tüm çabalarına karşın mücadele tarihinin sanatsal birikimleri olarak korunmaya ve belleklerimizde yer edinmeye devam edecektir.

Kaynaklar:

1- Andrei Tarkovski, “Mühürlenmiş Zaman”, Çev. Füsun Ant, Afa Yayıncılık, 1992.

2- Yılmaz Güney, “Yol” (1999) filminin ilk karesinde gösterilen giriş sözü.

3- Vladimir İlyiç Lenin, “Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı” (1905), Toplu Yapıtlar, Cilt 10, sf. 49

 

 

 

 

Kartal’da Emek Sineması

 

Kapitalizme karşı sosyalist kültür ve değerlerin, sosyalist çizginin mevzilerinden biri olma hedefindeki Üç Fidan Gençlik Kültürevi sosyalizm mücadelesini çeşitli araçlarla büyütüyor. Bu araçlardan birini Üç Fidan Gençlik Kültürevi bünyesinde oluşturduğumuz “Emek Sineması” oluşturuyor. Emek Sineması başlığıyla haftalık film gösterimleriyle gençlikle, işçi ve emekçilerle buluşuyor ve bu sistemden kaynaklı ortak sorunlarımızı paylaşıyoruz, bunlara hep birlikte yanıt arıyoruz.

Emek Sineması’nda ilk olarak “Sevgi emektir!” diyen Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un romanından uyarlanan 1977 tarihli “Selvi boylum al yazmalım” filmini izledik. Sonrasında ise daha fazla kâr elde edebilmek için patronların işçilerin canını hiçe saydığını açık bir şekilde gösteren sendika ağalarını da teşhir eden, Yavuz Özkan imzalı 1978 yapımı “Maden” filmini izledik. Gösterim sonrasında kapitalist sistemde işçilerin çalışma koşullarının kölelikle eşdeğer olduğuna dair sohbet ettik ama ayrıca film üzerinden de yansıtılan işçilerin değişim dönüşümüne dikkat çektik.

Orhan Kemal’in ölüm yıldönümünün olduğu Haziran ayının ilk haftasında Orta Anadolu’nun köylerinden Çukurova pamuk fabrikaları ve tarlalarına gelen işçilerin, ırgatların, ezilenlerin hikâyesini anlatan Orhan Kemal’in romanından uyarlanma “Bereketli topraklar üzerinde” filminin gösterimini yaptık. Tarımda kapitalizme geçişi, köyden kente göç edenlerin kentteki kötü yaşam koşulları, Adana Çukurova’da ırgat emeğinin kapitalist dünya düzeninde nasıl sömürüldüğünü izledik.

15–16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nin yıldönümünde ise Türkiye’de ilk sendika-işçi konulu film olan “Karanlıkta uyananlar” filminin gösterimini yaptık.

2 Temmuz Sivas Katliamı yaklaşırken bizler de katliamları gündemimize alarak 27 Haziran’da Sivas’la ilgili bir belgesel gösterimi yapmayı planladık.

Film gösterimlerimiz sürecek...

Üç Fidan Gençlik Kültürevi çalışanlari

 
§