21 Mart 2014
Sayi: KB 2014/12

Düzenin krizine devrimci yanıt
Greif işçileri saldırılara karşı saldırıyla yanıt verdi
DİSK’in seçim taktiği ve örgütlenme seferberliği üzerine
Düzenin korkusunu büyütmek için!
Düzenin seçim oyununu bozalım!
Sömürü ve kölelik düzenine oy ve onay vermiyoruz!
Devrimci sınıf çalışmalarından...
Gençlik 16 Mart’ı unutturmadı
Liseliler Berkin’in sapanını devraldı!
Halepçe katliamını
protesto eylemleri
İllerde KESK eylemleri
“Hakları kazanmanın yolu direniş!”
Bosch’un ikinci yılında çıkarılacak en büyük ders...
DİSK Greif’tir! DİSK’in fiili-meşru mücadele değerlerine işçiler sahip çıkmalıdır!
Greif işçileri göreve çağırıyor!
Ya Greif işçisi kazanacak her yer Greif olacak ya da...
İhanetin ve işbirlikçiliğin belgesi!
DİSK/Tekstil’de inisiyatif Greif işçilerinde!
Tekel’den Greif’e direniş sürüyor,
sendikal bürokrasi ise engelliyor!
Greif direniş günlüğü
Çanakkale, sosyal şovenizm ve enternasyonalizm - M. Yılmaz
Suriye krizi 4. yılında… - M. Dağlı
Batılı emperyalistlerde “Kırım hezeyanı”
Gezi’den Greif’e Greif’ten 1 Mayıs’a...
Çocuklar alacak dünyayı ellerimizden!*
30 Mart'ta seçiminiz Kızıldere olsun!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Suriye krizi 4. yılında…

Yıkıcı savaş devam ediyor!

M. Dağlı

 

15 Mart 2011’de Suriye’de başlayan olaylar, dördüncü yılına girdi. Demokratik, sosyal, siyasal taleplerin yükseltildiği eylemler, kısa sürede askerileştirilip hedefinden saptırıldı. Baas yönetiminin, ilk dönemde kitle hareketini polisiye önlemlerle ezmeye çalışması, hareketin askerileştirilmesini kısmen kolaylaştırmış olsa da, esas sorun bu değildi. Zira Baas yönetiminin “defterini dürme” planı, yıllar önce emperyalist/siyonist güçler tarafından hazırlanmış; işbirlikçileri, harekete geçirmek için uygun zamanı kolluyorlardı.

Başkent Şam, ticari başkent Halep, sahil kenti Lazkiye gibi büyük kentlerde pek etkili olamayan kitle hareketi, sosyal sorunların daha belirgin olduğu küçük ve orta büyüklükteki kentlerde yankı buldu. 1970’li yılların sonundan beri iktidarı ele geçirmek için çabalayan dinci-mezhepçi Müslüman Kardeşler ve onların uzantıları, kitle hareketini istismar ederek, gerici planlarını uygulamaya başladılar.

Halk isyanları ve Suriye’nin “özgün”lüğü

Tunus, Mısır, Bahreyn, Yemen ve Libya’nın ardından kitle hareketinin başladığı Suriye’de, Baas yönetimi, fiilen bir polis devletine dönüşmüştü. Siyasal alanda muhaliflere karşı acımasız bir baskı uygulayan Baas yönetimi, buna rağmen, laik bir politika izliyordu. Ulusal baskıya maruz kalan Kürt halkı dışta tutulursa, farklı etnik/dinsel/mezhepsel aidiyetleri olan toplum kesimleri, kimliklerinden dolayı belirgin bir baskıya maruz kalmıyorlardı.

“Sosyalist” Baas partisinin kuruluş döneminden beri azınlıklar için çekim merkezi olması, Aleviler’in partide belli bir ağırlık oluşturmaları ve dönemin Sovyetler Birliği ile geliştirilen ilişkiler, bu ülkeye özgü bir durumdur. Ek olarak Golan Tepeleri’nin 1967’den beri İsrail işgali altında olması ve Baas yönetiminin hem Filistin hem Lübnan direniş hareketlerini desteklemesi… Tüm bunlar, kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olmasına rağmen, Suriye’de “bazı özgünlükler”in devam etmesini mümkün kılmıştır. Bu arada Baas yönetimi, özellikle 2000’li yıllarla birlikte neo-liberal politikalar uygulasa da, ekmek ve bazı temel gıda maddeleri ile akaryakıt, halen devlet tarafından sübvanse ediliyor ve Suriye dış borcu olmayan ülkeler arasında yer alıyordu.

Bu “özgün” yapı hem Baas yönetimi ve lideri Beşar Esad’ın emperyalist/siyonist güçler tarafından hedef alınmasının temel nedeni hem dış saldırılara karşı ayakta durmasını sağlayan temel etmenlerden biri olmuştur.

Baas yönetimini yıkmak için pusuda bekleyen emperyalist/siyonist güçler ile bölgedeki Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi karşı-devrimci güç merkezlerinin aynı anda harekete geçmesi ve kökten dinci tetikçileri Suriye’ye yığması, kitle hareketini hedefinden saptırdı, sonra da sönümlenmesini sağladı. Zira süreç askerileştirilince, kitleler sokaklardan çekildi. Olaylar, iktidarı ele geçirmeye çalışan emperyalistler güdümündeki tetikçi Müslüman Kardeşler ile iktidarını korumaya çalışan Baas yönetimi arasında cereyan eden bir savaşa dönüştürüldü.

Olayların bu mecraya çekilmesi ve yıkıcı bir savaşa dönüştürülmesi, sanılanın aksine, Baas yönetimini ve Esad’ı güçlendirmeye yaradı. Eğer hareket başta olduğu gibi demokratik, sosyal, siyasal talepler ekseninde devam etseydi, kuşkusuz ki, tersi olurdu. Baas yönetimine karşı biriken öfke hareketi güçlendirir, büyük kentlere taşınmasına vesile olurdu. Bu da sol/sosyalist muhalefeti güçlendirirdi.

Oysa Ortaçağ zihniyetli Müslüman Kardeşlerle birlikte dinci çetelerin, cihatçı katillerin, 60 devletten devşirilen birer ölüm makinesi gibi hareket eden tekfircilerin olduğu yerde, Baas yönetimi, Suriye toplumunun çoğunluğu için tercih edilir bir duruma geldi. Laik Baas yönetimi, siyasal alanda baskıcı iken, kökten dinciler ise özel yaşam dahil, her alanda baskıcı, vahşi bir sistem dayatıyorlar.

Nitekim üç yıldır devam eden yıkıcı savaşa rağmen, Baas yönetiminin askeri, siyasi, diplomatik ve moral açıdan önceki döneme göre daha iyi durumda olması, halk desteğinin artmış olmasıyla da bağlantılıdır. Kuşkusuz ki, Rusya, Çin, İran, Hizbullah gibi güçlerin desteği de, Baas yönetimini güçlendirmiştir. Ama halk desteği olmasaydı, dış destek pek etkili olamazdı.

Tetikçi muhalefet ve cihatçılar

Suriye’de çok sayıda sosyalist/komünist parti var. Ancak Baas yönetimiyle uzlaşmayan sol yoğun bir baskı altındaydı. Komünist liderler, uzun yıllarını zindanlarda geçirdiler. Kitle hareketi başladığında da, yönetim sosyalist/komünist liderleri tutukladı. Zaten gücü sınırlı olan sosyalist/komünist partilerin liderlerinin tutuklanması, alanın fiilen Müslüman Kardeşler ve uzantılarına kalmasını kolaylaştırdı; birkaç ay sonra çıkarılan afla bu liderler serbest bırakılsa da, durum değişmedi.

Emperyalist/siyonist güçler ve bölgedeki işbirlikçilerinden gelen desteğe güvenen kökten dinciler, Libya senaryosunun Suriye’de uygulanacağını umuyorlardı. Hareketin askerileştirilmesi, NATO saldırısına zemin düzlemenin aracı olacaktı. Ancak bu hesap ters tepti. Nitekim bu plana güvenen AKP şefi Tayyip Erdoğan da, ilk aylarda, kısa süre sonra Şam’daki Emevi Camisi’nde, Müslüman Kardeşler’in şefleriyle namaz kılacağını vaaz ediyordu. Dinci-gerici koalisyonun şefi, sınırsız destek verdiği kökten dincilerin, emperyalist savaş aygıtı NATO tarafından iktidara taşınacağını hesap ediyordu. Tabii Suriye’ye karşı saldırıya geçen tüm gerici güç odaklarının şefleri de, benzer bir beklenti içindeydiler.

Dinci-gerici muhalefetin emperyalistlerle bölgenin karşı-devrimci güçleri elinde tetikçi konumuna düşmesi, cihatçı katilleri müttefik ilan etmesi, iç bütünlükten yoksun, siyasi bir program oluşturmaktan aciz konumda olması gibi etkenler, bu muhalefetin zaten sınırlı olan kitle desteğinin iyice erimesine yol açtı.

Cihatçılarla işbirliği yapan Suriye’deki dinci-gerici muhalefet hem emperyalistler hem bölgedeki gerici rejimlerin elinde iğrenç işler yapan bir araç olması, kendi içinde de savaşı kaçınılmaz kıldı. Zira destek veren devletler kendi aralarında sorun yaşayınca, bu, cihatçı çeteler arasında da yankısını buldu. Türkiye, Suudi Arabistan, Katar üçlüsü tarafından güdülen cihatçı çeteler, bu devletlerin arasındaki ortaklık bozulunca, birbirini boğazlamaya başladılar.

Gelinen yerde, Suriye’nin cihatçılardan arındırılması, akıl almaz boyutlara ulaşan yıkımın durdurulması ve yeniden inşanın başlaması, halkın büyük çoğunluğunun da özlemi haline gelmiştir. Kuşkusuz ki, bu durum, Baas yönetiminin olduğu gibi kaldığı veya kalacağı anlamına gelmiyor. Nitekim yönetimde pek çok değişiklik oldu ve olmaya da devam edecektir.

Rojava ve çatışmaların seyri

Suriye krizinde “üçüncü yol” izlemeye çalışan PYD, inisiyatif kullanarak Rojava’da “geçici özyönetim” kurdu. Barzani çizgisine yakın partilerin, emperyalistler adına tetikçilik yapan muhalefetle işbirliği yapmasına ve cihatçı çetelerin Türkiye üzerinden Rojava’ya saldırmalarına rağmen, siyasi ve askeri alanlarda örgütlenen PYD, bölgesini savunabildi.

Halk Savunma Birlikleri (YPG) öncülüğünde cihatçı çetelerin saldırılarına karşı direnmeye devam Rojava halkı, cihatçıların bölgelerine girmelerine izin vermiyor. Cihatçı çetelerin birbirine düşmeleri ve Suriye Arap Ordusu (SAO) tarafından birçok noktada yenilgiye uğratılmaları, YPG ve Rojava halkının işini kısmen de olsa, kolaylaştırıyor. Zira cihatçı çeteler çatışmada üstünlük sağlayabilselerdi, Kürt halkına karşı çok daha azgın bir şekilde taarruza geçerlerdi.

Baas yönetiminin Rojava’da çatışmadan kaçınan bir tutum içinde olması ve bölgedeki memurların maaşlarını ödemeye devam etmesi, Kürt halkını karşısına almak istememesiyle ilgilidir. Son aylarda cihatçı çetelerin kimi saldırı teşebbüsleri olsa da, Rojava’da çatışmalar hafiflemiş görünüyor.

Süreç devam etmekle birlikte, Rojava halkının önemli kazanımları olmuştur. Bu kazanımlar, henüz güvence altına alınmasa da, somuttur. Bununla birlikte, mevcut koşullarda Rojava’da devrimden söz etmek mümkün değil.

İflas eden politikalar

Modeli AKP olan “ılımlı İslam” projesinin hayata geçirilmesi için, Baas yönetiminin yıkılması kritik bir önem taşıyordu. Zira Tunus ve Mısır’da halk isyanlarını istismar etme fırsatı bularak İhvancılar’ın (Müslüman Kardeşler) başa geçmelerinin, Suriye halkasıyla tamamlanması hedefleniyordu. Ancak emperyalist/siyonist plan Suriye’de tutmadı. Mısır ve Tunus’ta ise, İhvancı yönetimlerin ömrü kısa oldu. Zira isyan eden bu iki ülke halkları, dinci-gericiliğe tahammül edemedi. “Ilımlı İslam” modelinin çöpe atılmasına neden olan bu gelişmeler, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı Amerikancı dinci-gericiliğin egemenliğine alma hesaplarını bozdu.

Baas yönetimini yıkmak için histerik bir şekilde çalışan Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan rejimlerinin bölgesel politikaları iflas etti. Nitekim Katar emiri sahanın gerisine çekilirken, cihatçıları yöneten Suudi istihbaratının şefi de kızağa çekildi. AKP iktidarı ise, Haziran Direnişi, iflas eden bölgesel politika, yolsuzluk ve rüşvet skandalı içinde çırpınıyor.

Bölge politikaları iflas eden bu üç karşı-devrim merkezinin bütünlüğü de bozuldu. AKP iktidarı Mısır’da Suudi Arabistan’la farklı düşerken, Katar ise, diğer Körfez şeyhleriyle, çözümü kolay görünmeyen bir kapışmaya tutuştu. AKP şefleri dahil, Suriye ile arayı bulmak isteyenler, son aylarda Tahran’ın yolunu tutmaya başladılar. Bu arada bu Amerikancı devletler, finanse ettikleri, silahlandırdıkları, eğittikleri ve Suriye’de savaşa sürdükleri tetikçilerini, “terörist örgüt” ilan etmek zorunda kaldılar.

Suriye ile bağlantılı jeopolitik rekabet

Suriye’nin Ortadoğu’da hem askeri hem siyasi açıdan stratejik bir önemi var. Bu da bölge üzerinde hegemonyasını sağlamlaştırmaya çalışan ABD emperyalizmi ile batılı müttefiklerinin, Suriye’ye “özel ilgi” göstermelerine vesile oluyor. Bu arada ırkçı-siyonist İsrail rejimini rahatlatmak için de, Şam’da Amerikancı bir yönetimin kurulması, batılılar tarafından önemsenen bir meseledir

Bilindiği üzere batılılarla aşık atmaya başlayan Rusya için de, Suriye’nin özel bir önemi var. Sovyetler Birliği döneminde başlayan yakın işbirliğini devam ettiren Putin yönetimi, batılı emperyalistlerin Suriye’ye saldırı için, BM’yi kullanmalarına izin vermedi. Uluslararası anlaşmalara uygun davranmanın da verdiği güçle hareket eden Rusya, ABD ile işbirlikçilerinin Ortadoğu’da istedikleri gibi at oynatma döneminin geride kaldığını dünyaya gösterdi.

Elbette Putin yönetiminin önceliği kendi çıkarlarını korumaktır. Ama verili koşullarda bu tutum, Suriye’yi NATO saldırısından korumayı da sağladı. Suriye halkı ve yönetiminin ABD ve işbirlikçilerinin planını bozguna uğratması, Rusya’nın işini kolaylaştırdığı gibi, Rusya’nın kararlı bir çizgi izlemesi de, en azından şimdilik Suriye’yi NATO saldırısından korudu. Gelinen yerde Suriye’nin de dahil olduğu Rusya-Çin-İran odağı, bölgede avantajlı konuma gelmiştir. Bu arada batılı emperyalistlerin Ukrayna’yı karıştırmalarında, Suriye’de hezimete uğramış olmalarının da payı var.

Öte yandan ABD ile batılı müttefiklerinin -İsrail’in tüm savaş çığırtkanlığına rağmen-, nükleer programla ilgili İran’la görüşmelere başlamaları, Suriye’deki olayların seyriyle de doğrudan bağlantılıdır. Zira Suriye, Lübnan ve Filistin direnişi yenilgiye uğratılabilseydi, sıranın İran’a gelmesi kaçınılmaz olacaktı. Oysa son aylarda AB şefleri de Tahran’ı sık ziyaret edenler kervanına katılmış bulunuyorlar.

Savaşın bedelini halk ödedi

Suriye krizi, dördüncü yılına, yıkıcı savaşın eşliğinde girdi. Savaşın yarattığı yıkım ve kıyımların boyutunu kesin olarak belirlemek mümkün değil. Son açıklanan rakamlara göre ölü sayısı 140 bini, yaralı sayısı yüzbinleri, mülteci sayısı ise, milyonları bulmuştur. Mültecilerin çoğunluğu, ülke içindedir. Savaş bölgelerinden “güvenli” bölgelere göç eden milyonlarca kişi var. Lübnan, Ürdün ve Türkiye’ye sığınan mültecilerin sayısının da iki milyonu aştığı belirtiliyor.

Cihatçıların denetiminde olan ya da bir dönem denetimlerinde kalan bölgeler, adeta enkaza dönmüştür. Sanayinin merkezi olan Halep’teki fabrikaların bir kısmı ise sökülerek Türkiye’ye taşındı. Türk sermaye devletinin desteğiyle Suriye’nin toplumsal servetini yağmalayan cihatçılar, Türkiye’ye taşıdıkları makine ve araçları, “hurda” olarak sattılar.

Bu arada Suriye’de altyapı da büyük bir zarar gördü. Şiddetli çatışmalara sahne olan bölgeler yerle bir edildi. Yıkıcı savaşın ağır bedelini ödeyen Suriye halkı, kısa sürede böyle bir duruma düşeceğini hayal bile edemezdi.

Bu dramatik durumu hem Baas yönetimi hem muhalefet tarafı kabul ediyor. Ancak taraflar birbirini sorumlu tutarak, bu tablonun oluşmasında oynadıkları rolü inkar ediyorlar. Burjuvazinin farklı kesimleri arasında cereyan eden bir savaşta yaratılan yıkımda, tüm tarafların payı olur. Suriye’de yaşanan ve devam eden sürece bakıldığında, emperyalist/siyonist güçler, bölgedeki Amerikancı devletler ve bunlarla işbirliği yapan tetikçi muhalefetin bu ülkenin harap edilmesinde belirgin bir rollerinin olduğu görülür. ABD, işbirlikçileri ve suç ortaklarının Suriye’ye karşı yürüttükleri savaş olmasaydı, kuşkusuz ki, yıkımın boyutları bu şekilde dramatik bir noktaya varmazdı.

Kitle hareketi ve devrimci önderlik

Suriye’de emekçilerin baskıya, sömürüye, işsizliğe ve diğer neoliberal saldırılara karşı harekete geçmeleri meşru, haklı ve ilerici bir nitelik taşıyordu. Ancak devrimci önderlikten yoksun olan hareket, gerici güç odaklarının istismarına da açıktı. İlk haftalarda Baas yönetiminin polis terörüyle hareketi bastırmaya çalışması, dinci-gerici güçlerin işini kolaylaştırdı. Buna karşın bilinç ve örgütlenme deneyimi az ve en önemlisi devrimci önderlikten yoksun olan bir hareket, yazık ki, hedeflerinden saptırılıp, gerici planların dolgu malzemesi yapılabiliyor.

Suriye’deki süreç, bu yönüyle trajiktir. Zira hareket kısa sürede hedefinden saptırılmakla kalmadı, emperyalist/siyonist güçlerle işbirliği yaparak iktidarı ele geçirmeye çalışan, Baas yönetiminden daha gerici, daha ilkel, daha acımasız olan güçlerin kullandığı bir araca dönüştü. Harekete katılanların bir kısmı durumun farkına vararak sokaklardan çekildi. Ama iş işten geçmişti bu arada.

Hem Baas yönetimine hem kökten dincilere hem onların arkasındaki emperyalist güçlerin müdahalesine karşı çıkan sol/sosyalist muhalefet ise, yazık ki, ilk süreçte hareketi kucaklayamadı, sonrasında ise, zaten somut olarak ortada kitle hareketi diye bir şey kalmadı.

Ağır bedeller ödeyen Suriye halkının farklı kesimleri, her şeye rağmen bu süreçte politize oldu. Ancak toplumsal ilerleme ve ilerici devrimci hareketin dayanağı olan işçi sınıfı ve emekçilerin soluklanmaya ve yeniden toparlanmaya ihtiyaçları da var. Bundan sonraki hareketin sınıf eksenli ve ilerici-devrimci önderlik etrafında kenetlenerek gelişeceğini öngörmek mümkün ve ancak o durumda, ülkede yaşanan çok yönlü yıkımın izleri silinmeye başlayabilir.

 

 
§