12 Temmuz 2013
Sayı: KB 2013/28

Halk hareketleri ve
devrimci müdahale ihtiyacı
Mısır’dan Türkiye’ye yalandan yol yaptılar!
Maliki-Barzani anlaşması...
Tutuklama terörünü püskürtmek için..
Palalı faşistler
sermaye iktidarının himayesi altında!
Yargı terörünü durdurmak için mücadeleye!
“Gözaltılar ve tutuklular serbest bırakılsın!”
Hepimiz Ali’yiz, öldürmekle bitmeyiz!
Bu daha başlangıç, mücadele sürüyor!
TMMŞP: Oyunlarınız sökmeyecek!
Feniş işçileri
mücadeleyle kazandı
İşçiler inisiyatifi ele almak zorundadır!
Taral’da işten atma başladı!
Sermaye saldırıyor, işçiler direniyor!
“Çözüm” süreci ve Kürt hareketi - N. Eren
Gezi Parkı Direnişi’nden ayaklanmaya... - 1- Volkan Yaraşır
Mısır’da geçiş süreci
yeni mücadelelere gebe
Mısır’da siyasal islamın çöküşü ve yansımaları
Mısır’da ‘isyan ve darbe’ tartışmaları üzerine…
Dünyada grev ve eylemler…

Düsseldorf’ta AKP ve Erdoğan’ı protesto mitingi

NBR direnişçisinden mektup...
Eğitim sistemi
sermayeye emanet
İsyan barikatlarından gençlik buluşmasına...
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Gezi Parkı Direnişi’nden ayaklanmaya... - 1

İstanbul ayaklanması 2013

Volkan Yaraşır

 

Evet isyan”, “devrim sanki göz kırptı”

31 Mayıs 2013’te İstanbul’da başlayan ayaklanma; kapsamı, içeriği, taşıdığı potansiyel, bugüne kadar yarattığı birikimler ve olağanüstü deneyimleriyle tarihsel bir kırılmayı işaretliyor.

90 yıllık T.C. tarihinde yeni bir tarihsel momente geçişi simgeliyor.

Gezi Parkı Direnişi’nin hızla bir ayaklanmaya dönüşmesi başta Ankara, Adana, İzmir ve Dersim olmak üzere 79 ilde etkisini şiddetle göstermesi, T.C.’nin aldığı her önlemin kitleler tarafından boşa çıkarılması ve milyonların zorbalığa, zulme ve şiddete karşı çıplak vücutlarıyla, ellerindeki taşlarla militan direnişi geleceğin fethine yönelik muazzam bir deneyim oldu.

Kitle hareketi bir geri çekilme momentine girse de, ayaklanma hali devam ediyor. Bugüne kadar ayaklanma bir dizi iç evrim geçirdi. Kendi içinde salınımlar gösterdi. Kitlelerin yaratıcı zenginliği ve kitle mücadelesinin muhteşem gücü, ayaklanmayı besledi, çok boyutluluğunu ve çok yönlülüğünü ortaya çıkardı. Radikal ve militan ruhunu güçlendirdi.

İstanbul Ayaklanması, isyan ve ayaklanma tarihinde son derece istisnai yerini aldı. Tarihi bugüne çağırdı. Tarihe muhteşem izler ve durumlar bıraktı. İsyanın enternasyonalliğine güç verdi. Ayaklanma ve direniş sadece Anadolu topraklarında değil, küresel düzeyde insanlığı kuşattı ve ruhunu besledi.

Volkan patlaması

İstanbul Ayaklanması her büyük “toplumsal olay” (isyan ve devrimlerde olduğu gibi), uzun, sessiz ve derin bir birikimin inanılmaz bir şiddetle kendini dışavurmasıyla gerçekleşti.

Bu birikimi patlatacak “şey” Gezi Parkı Direnişi’yle açığa çıktı. Direniş, halk ayaklanmasının fitilini ateşledi. Diyalektik kendi kuralını herkesin gözü önünde ama herkesi şaşkına uğratacak bir biçimde işletti. İstanbul Ayaklanması sınıflar mücadelesinin özünde bir biriktirme süreci olduğunu, tarihle randevunun ancak bu biriktirmenin başarılmasıyla gerçekleştiğini gösterdi.

Gezi Parkı Direnişi, tam suyun kaynadığı, su moleküllerinin eşiği geçtiği, aştığı nokta (100. derece) olarak dikkat çekti ve iz bıraktı.

Tıpkı Rusya’da 1905 Devrimi’ni tetikleyen işçilerin Kışlık Saraya yürüyüşü gibi, Buazizi’nin Tunus’ta kendini yakmasıyla Arap İsyanlarının Kuzey Afrika’yı sarması ve Rosa Parks’ın bindiği otobüste beyazlara ayrılan yerde ısrarla oturması ve bunun üzerine tutuklanmasıyla, ABD’de ırk ayrımcılığına karşı siyahi hareketin dalgasal yükselişi gibi...

Gezi Parkı Direnişi “tarihsel bir olayın” başlangıcı oldu. Direniş büyük bir birikimi ve öfkeyi harekete geçirip, patlatarak, ayaklanmaya dönüştü.

Ayaklanmanın iç dinamikleri ve bileşenleri tam bir halk ayaklanması içeriğinde biçimlendi. Ayaklanma heterojen, çok katmanlı ve çok sınıflı bir gelişme dinamiği gösterdi. Gençlik ayaklanmanın katalizörü olarak işlev gördü. ‘Orta sınıf’ gibi melez tanımlamalar yapılsa da, ayaklanmaya emekçi yığınların yoğun bir katılımı görüldü.

Gençlik ve ‘orta sınıf’ vurgularıyla ayaklanma, özellikle sol-sağ liberaller tarafından içeriği boşaltılıp, apolitize edilerek, stilize edilmiş bir gösteriye dönüştürülmek istendi.

Bu yaklaşım ayaklanmanın içeriğini boşaltma, taşıdığı devrimci potansiyeli eritme ve göstermeme gayretiydi. Ayrıca düzen ve devletin işlevsizleştiği ve “yok olduğu koşullarda” düzen ve devlete vurgu yaparak, siyasal iktidarın acil olarak ihtiyaç duyduğu meşruiyet kaybını engellemeyi ve meşruiyeti tahkim etmeyi amaçlayan, karşı devrimci argümantasyonlar olarak tarihe geçti.

Karşı devrim sol liberalleri yeni “organik aydınları” olarak sonuna kadar kullandı (bu kesimler de her an kullanılmaya hazır olduğunu bir kez daha büyük bir görevşinaslıkla gösterdi). Ve en az devletin açık şiddeti kadar, tehlikeli işlev gördükleri açığa çıktı.

İstanbul ayaklanması tesadüfi ve istisnai gelişme değildir

İstanbul Ayaklanması üzerine çeşitli yorumlar yapıldı. Bu yorumlar ağırlıkla ajitatif ve aktüel vurgularla sınırlı kaldı.

İstanbul Ayaklanması, Türkiye’nin son 33 yılının birikimi ve 2008 sonrası kapitalizmin yapısal krizinin ortaya çıkardığı yüksek konjonktürün ürünü olarak doğdu.

Bu tanımlamayı açmak gerekirse; dünya, kökleri 1970’lerin başına dayanan, yapısal krizin, 2008’de kendini depresyon şeklinde dışa vurmasıyla, olağanüstü bir dönemin içine girdi.

Kapitalizmin tarihinde yaşanan diğer yapısal krizlere kısaca baktığımızda, içine girdiğimiz tarihsel momentum daha iyi kavranabilir.

Kapitalist sistemin birinci yapısal krizi olarak tanımlayabileceğimiz 1873-1896 krizi, en başta kapitalist transformasyonda bir değişikliği işaretledi. Bu süreç kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden, tekelci kapitalizm ya da emperyalizmin çağına geçişi simgeledi. Yine bu süreç emperyalist öznelerin hegemonya savaşlarına/krizine sahne oldu. Doğal sonucu olarak birinci paylaşım savaşı gerçekleşti. Aynı konjoktür, Ekim Devrimi’nin önünü açtı. Ve birinci sol dalga diye de tanımlayabileceğimiz devrim dalgasının başta Almanya, İtalya, Avusturya ve Macaristan’ı sarması izledi. 1918-1923 devrim yılları olarak tarihe geçti. Çeşitli ülkelerde işçi konseyleri ve komün deneyimleri yaşandı. Ne yazık ki bu büyük devrimci dalga işçi sınıfının yenilgisiyle kırıldı. Devrim dalgası geri çekildi .

1929-1939 krizi kapitalizmin tarihindeki ikinci yapısal kriz oldu.

1920’de İtalya’da Mussolini’nin, 1932’de Almanya’da Hitler’in iktidara gelişi yeni bir dönemi simgeledi. İşçi mücadelesinin geliştiği bu iki ülkede bir karşı devrim olan faşizm iktidara geldi. Avrupa’da faşist darbeler gerçekleşti. Japonya’da benzer gelişmeler yaşandı. Ardından dünyanın emperyalist özneler tarafından yeniden paylaşılması gündeme geldi. İkinci paylaşım savaşı başladı. Dünya kan gölüne dönüştü. Milyonlarca insan yaşamını yitirdi. Potsdam, Yalta ve Tahran anlaşmalarıyla dünya paylaşıldı. Doğu Avrupa SSCB’nin ekonomik ve nüfuz alanında kaldı. Savaştan kısa bir süre sonra, iki kutuplu dünyayı simgeleyen konjonktürün önü açıldı. 1945-1990 arasına damgasını vuracak uzun Soğuk Savaş dönemi başladı. Kısaca her yapısal kriz savaşlara, devrimlere ya da karşı devrimlere ve emperyalist özneler arası çatışkılara, hegemonya savaşlarına sahne oldu. İçine girdiğimiz süreçte, kökleri 1970’lerin başına dayanan kapitalizmin yapısal krizi ya da büyük bunalım dönemidir. Bu süreç, neo-liberal karşı devrim stratejisinin 1980’den sonra küresel boyutta hayata geçirilmesi, Sovyet sisteminin 1989’da çökmesi, Doğu Avrupa’daki rejimlerin 1991’de yıkılması, 1.5 milyar insanın emperyalist-kapitalist sisteme entegre olması ve refah ya da sosyal devletin  sosyal yönünün metalaştırılması sayesinde uzun bir resesyon şeklinde (küresel düzeyde kısa çevrimli krizler üreterek) kendini dışa vurdu (bu dönem 30 yıl krizi olarak da tanımlanabilir). Yukarıda saydığımız faktörler krizin yıkıcılığını önledi ve öteledi. 2008, yapısal krizin yeni bir evreye, depresyon aşamasına geçişini işaretledi. Kriz bütün yıkıcılığıyla küresel düzeyde etkisini gösterdi. Ve göstermeye devam ediyor. Önümüzdeki aşağı-yukarı çeyrek asırlık sürecin yapısal krizin yıkıcılığına sahne olması yüksek bir olasılıktır.

Kapitalizmin yapısal krizleri, bir dizi karakteristik özelliğe sahiptir, bu karakteristik nitelikler anlaşıldığı oranda Avrupa’nın küresel krizin odağına dönüşmesi, yine Avrupa’nın son 50 yılın en büyük sınıf ve kitle hareketlerine sahne olması ve Yunanistan’da uzun soluklu bir ayaklanma halinin yaşanması, 57 büyük grevin yapılması, bunların 23’ünün genel grev olarak gerçekleşmesi, Mısır ve Tunus ayaklanmaları ve bu ayaklanma dalgasının Kuzey Afrika’yı ve Ortadoğu’yu sarması ve son olarak İstanbul Ayaklanması’nın ve Brezilya’yı ve Mısır’ı saran kitle hareketinin oturduğu tarihsel bağlam anlaşılabilir.

Kapitalizmin yapısal krizleri küresel düzeyde sınıfsal ve toplumsal antagonizmayı şiddetlendirir ve yoğunlaştırır.

Bugün isyan hareketlerinin, son 5 yıllık kesitte olağanüstü artması ve yaygınlaşması, kıtadan kıtaya, bölgeden bölgeye sıçraması tesadüfi bir gelişme değildir. Diyalektiğin yıkıcı tezahürüdür. İstanbul Ayaklanması’nı da bu paralelde okumak ve değerlendirmek gerekir.

Ayrıca yapısal krizlerin, kendini küresel düzeyde hissettirmesi, bir kriz senkronu (ekonomik krizin yanında ekolojik, gıda, hegemonya, uygarlık krizleri) şeklinde dışavurması, uzun bir dönem sürmesi, etkisinin çeyrek, yarım yüzyıl gibi hissettirmesi, salt finansta çöküşler değil, sanayide ve ticarette yıkımlar ve deformasyonlar yaratması gibi belirtileri vardır.

Bu karakteristik özellikler (konsantre bir şekilde) küresel düzeyde sınıfsal ve toplumsal antagonizmayı şiddetlendirici faktörler olarak dikkat çeker.

İstanbul Ayaklanması’nın analizinde 21. yüzyılda kapitalist sistemin kendi tarihindeki en yoğun ve en derin entegrasyon sürecinin yaşanmasının önemi üzerine durulmalıdır. Sistemin entegrasyon düzeyi kapitalist sistemin varoluşu olan sermaye birikimini sağlamada inanılmaz olanaklar sunarken (dünyanın fabrikalaşması, her ülkenin bir atölyeye dönüşmesi, yeni üretim teknikleri, haberleşme, bilişim, uzay, nano teknolojilerde olağanüstü adımlar, sermaye hareketlerinin müthiş bir hız kazanması, son derece rafine bir şekilde emeğin kontrolü ve disipline edilmesi, metalaşmanın inanılmaz boyutlara ulaşması vb.) paradoksi bir biçimde, kaos teorisine ya da “kelebek etkisi”ne uygun Çin’de kanat çırpan kelebeğin, Amerika’da kasırgaya yol açması gibi, emeğin ve kitlelerin mobilizasyonunda, örgütlenmesinde, iletişiminde inanılmaz olanaklar ortaya çıkardı. Burjuva kozmopolitizmine karşı, isyanın enternasyonalleşmesine olağanüstü zeminler hazırladı. İsyanın enternasyonalleşmesi; isyanın ruhları silahlandırması yanında, neşenin, coşkunun, katarsisin, paylaşma ve dayanışmanın rahmi olmasıyla tüm insanlığı kuşatması, ortak ve kolektif bir ruh halinin inşasını sağladı.

Finans-kapitalin küresel düzeyde sistematik güvencesizleştirme, esnekleştirme, işsizleştirme, sendikasızlaştırma, mülksüzleştirme yoksullaştırma operasyonları, kitleleri sosyal enkaza dönüştürme programları küresel düzeyde kitleler üzerinde ortak bir ruh halinin doğmasına yol açtı. Sistematik bir karşı devrim süreci olan neo-liberal politikaların küresel düzeyde hayata geçirilmesi, bir başka yanıyla isyanın küresel düzeyde mayalanmasının zeminlerini ördü. Kapitalizmin yapısal krizi ve yıkıcı etkileri süreci daha da hızlandırdı ve derinleştirdi. Kriz sosyal ve sınıfsal antagonizmayı şiddetlendirdi.

Sürekli karşı devrimci operasyonlar önce kitleleri sessizliğe ve umutsuzluğa sürükledi. Fakat yaşama, insana, doğaya yönelmiş ve her şeyi metaya dönüştüren bu sistematik saldırılar, bir müddet sonra umutsuzluğu önce öfke biriktirmeye dönüştürdü. Öfke sabırla birikti, ardından öfke patlamaları geldi. Bu öfke patlamaları aynı zamanda umudun tohumları oldu.

İlk önce çarpıcı ve sarsıcı bir şekilde EZLN ve Marcos pratiğinde gördüğümüz  bu “durum”, Chavez kimliği ve Venezuella pratiğiyle başka bir boyut kazandı. Anti-küreselci eylemlerle daha fazla nüfuz etti.

Benzer şekilde Arap isyanlarının ve Tahrir pratiğinin küresel etkileri oldu. Tahrir pratiğinden, meydan işgal eylemleri ortaya çıktı. İspanya’da Öfkeliler Hareketi ve “Wallstreet’i İşgal Et” eylemcileri Tahrir pratiğini örnek aldı. “Hepimiz Arabız” sloganı, 100 yıllık oryantalist hegemonyayı parçaladı. İstanbul Ayaklanması’nın küresel düzeyde büyük bir coşkuyla karşılanması Brezilya’dan Peru’ya ve Slovakya’ya kadar Taksim direnişinin örnek alınması İstanbul’un “Resistanbul”a dönüşmesi ve asi kentlerin başında yer alması şaşırtıcı değildir. İstanbul Ayaklanması, isyanın enternasyonalleşmesinde son derece önemli bir adım oldu. Enternasyonalleşmeye güç kattı. Ayaklanmaların simgeleri; kırmızı elbiseli kadın, Duranadam ve Durankadın, RedHack, siyahlı kadın figürleri dünyanın sokaklarında afiş, grafiti ve duvar resimleri olarak daha şimdiden yerini aldı.

İstanbul Ayaklanması böylesi bir atmosfer ve küresel koşulların yanında T.C.’nin son 33 yılına damgasını vuran neo-liberal karşı devrim sürecinin yarattığı bir öfke patlaması olarak doğdu. Bu 33 yılın son 12 yılı AKP iktidarlarına sahne oldu. Ultra neo-liberal politikaları radikal bir şekilde hayata geçiren AKP ve Tayyip Erdoğan T.C. tarihinde finans kapitalin en militan siyasal yapısı ve siyasal kimliği olarak dikkat çekti.

AKP’nin Ortadoğu’nun yeniden yapılanmasına ve Ortadoğu’nun yeni dizaynına uygun “yeni düzen” inşası, bir karşı devrim şeklinde biçim aldı.

AKP’nin Soğuk Savaş koşullarına göre biçimlenmiş “eski Türkiye düzenini” tasfiye ederek, küresel sermayenin ihtiyaçlarına ve kapitalist entegrasyona uygun ve yeni Ortadoğu düzeninin uyumlu bir parçası olan “yeni Türkiye düzeni” inşası, sistematik bir karşı devrimci programı içerdi. Siyasal İslam’ın ontolojisine uygun şekillenen bu süreç, bir yanıyla da yeni toplumun inşası anlamına geldi. Soğukkanlı bir şekilde karşı devrimci stratejiler adım adım ve son derece pervasızca hayata geçirilmeye başlandı. Bu süreç önce toplumun kuşatılması ve bir forma sokulması, gündelik hayatı yeniden düzenleme, yaşam tarzına ve kültürüne radikal müdahaleleri içerdi.

AKP iktidarı kısaca toplumsal gerçekliği siyasal İslam’a uygun yeniden kurarak, yeni algı, hakikat ve mana dünyası ve değer yargıları yaratmaya çalıştı. Bu yönde baskıcı, kuşatıcı ve empoze edici politikalar izledi. AKP iktidarı devletin aparatları üzerinde gücü arttıkça, giderek daha agresif ve spesifik politikalar izlemeye başladı.

Yıkıcı neo-liberal saldırılarla birlikte yaşama geçirilen bu pratikler, hayatın siyasal İslam’a uygun biçimde yeniden düzenlenmesini içeren stratejik ataklar oldu. Emperyal merkezlerin koordinasyonu ve yönlendirmesiyle iyi hesaplanmış biyo-politik düzenlemeler,  AKP’nin karşı devrim stratejisinin organik parçası olarak işlev gördü. Barınmadan üremeye, cinsellikten alışkanlıklara, zevklere ve gündelik hayatın işleyişine ve ruhuna kadar müdahaleyi içeren hamleler, son derece rafine bir şekilde hayata geçirildi.

Toplumun gözeneklerine kadar kuşatılmasını, bloke ve felç edilmesini hedefleyen bu stratejik yönelimlerle kitlelerin ruhuna saldırıldı.

Hayırsever-cemaatçi kapitalizm uygulamalarıyla bu ruh alçaltılmaya ve kadavra haline getirilmeye çalışıldı. Son 12 yıllık süreç ekonomik ve sosyal yıkım programlarının yanısıra, insanlığın tarihsel kazanımları olan, temel hak ve özgürlüklerinin gaspı ve ruhların, özel yaşamın, yaşam tarzı ve kültürünün imhası üzerinden şekillendi.

Bu süreç bir yanıyla da öfkenin birikme süreci oldu. İktidarın son derece kibirli, alçaltıcı tavrı, “sıradan insanın” öfkesini artırdı. Öfke büyük bir sabırla birikti. Şiddetle infilak etmesi kaçınılmazdı. İstanbul Ayaklanması kitlelerin infilakı oldu. İnfilak kitlelere dönüştü. “Sıradan bireyler” infilakın yıkıcı parçası haline geldi.

Tayyip Erdoğan ve AKP kolektif öfkenin simgelerine dönüştü. Kitleler olağanüstü bir hınçla ve öfkeyle meydanları işgal etti. Barikatlarla, sokak savaşlarıyla, ölümüne direnişle, büyük mobilizasyonlarla ve ironinin, alayın, mizahın gücüyle iktidarın topluma nüfuzunu ve kuşatmasını paramparça etti.

İstanbul Ayaklanması isyanın muhteşem yıkıcılığını ve yaratıcılığını ortaya koydu. Öfke kitleselleşerek, umudu kitleselleştirdi. Ve geleceğin avuçların içinde hissedildiği, muktedir olma duygusunun barikatlarda, sokak savaşlarında omuz omuza, yürek yüreğe kazanıldığı muazzam bir tarihsel deneyim olarak iz bıraktı.

Hayatın yaratıcı yıkıcılığı, şenliği, anarşisi ve muhteşemliğiyle beslenen sıradan insanların ayağa kalkmasıyla, yani isyan karşısında iktidarların çöküşü, acizliği, kırılganlığı bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı. Aynı zamanda devletlerin ve iktidarların çürüme, ölüm, şiddet, yok etme, kibir olduğu pratik içinde tekrar tekrar kitlelerce kavrandı.

İsyan günleri, her günü yirmi yıla bedel günler

İstanbul Ayaklanması kapitalizmin yapısal krizinin açtığı tarihsel momentumun, Anadolu topraklarına yansıması oldu. Ayaklanma T.C. tarihindeki büyük bir kırılmayı işaretledi.

Ayaklanmanın yıkıcı anaforu ve yarattığı kolektif ruh hali kitleleri kucakladı ve hızla ülke düzeyinde, hatta enternasyonal boyutta yaydığı enerjiyle ruhları silahlandırdı.

Ayaklanma bir bütün olarak en başta 12 Eylül karşı devrim sürecinin uzun ve örseleyici bütün sonuçlarıyla kapanmasına yol açtı. Kitleler 33 yıldan beri süren, hayatın her alanına sızan pasifikasyon zincirini parçaladı ve pesimizmin yok edici atmosferini dağıttı.

İsyan bütün muhteşemliği ve kavrayıcılığıyla kitlelerin yeniden dirilişini sağladı. Her barikatın kuruluşu, her atılan taş, direnme ısrarı,  sokak savaşlarında geçen her an bu dirilişin merhaleleri oldu. Marx’ın böylesine dirilişlere yönelik ifadesi pratik olarak yaşandı. “Büyük gelişmelerde yirmi yıl, bir gün bile etmez, oysa bunun ardından öyle günler gelebilir ki, bunlar yirmi yıla bedeldir.”

Ayaklanma Türkiye siyasal tarihinde yeni bir moment oldu. Yeni sürecin bir dizi aktörü ve yönü ortaya çıktı.

Kürt özgürlük hareketinin içine girdiği yeni dönem, mayalanmış ve her an infilak etmeye hazır ayaklanmayı besleyen temel faktör olarak dikkat çekti.

“Barış süreci”, son 30 yıldan bu yana Batı yakasında kitleler üzerine nüfuz etmiş, sinmiş şoven havanın dağılmasına yol açtı. Her şeyden önce devletin ideolojik aygıtlarının muazzam manipülasyon, dezenformasyon ve misenformasyonlarıyla şovenizm ve siyasal gericiliğin tahakkümünü pekiştiren koşullar bertaraf oldu. Üstü örtülen çelişkiler, yani devlet-halk arasındaki çelişkilerin konsantrasyonunu ifade eden sosyal antagonizmayla, emek ve sermaye arasındaki çelişkiyi ifade eden sınıfsal antagonizma bütün çıplaklığı ve sarsıcılığıyla hissedildi. Bu durum kitle reaksiyonunun gücünü ve radikalizasyonunu artıran faktör oldu.

Barış sürecinin açtığı yeni ortamın ilk olumlu yansıması Reyhanlı olayında yaşandı. Reyhanlı katliamı manipüle edilemedi. Son 30 yıldan beri tekrar tekrar gündeme sokulan ve her defasında yeniden üretilen “bölücüler” silahı işlemedi. Devletin şiddetini perdeleyen, siyasal iktidarın her düzeydeki operasyonuna meşruluk kazandıran, büyük bir kitle manipülasyon aracının ortadan kalkmasıyla, kitleler doğrudan reaksiyonlarını verebilecek, her reaksiyonun da devlet ve iktidarda somutlaştığı bir sürecin içine girildi.

2013 Newroz süreci, 2013 1 Mayıs pratiği, Emek Sineması Direnişi, Hava-İş direnişi ve grevi gibi pratikler bu yönde, ayaklanma öncesi yaşanmış önemli deneyimler oldu.

Süreç son derece hızlı ve sarsıcı gelişti. Barış süreci kısa sürede de olsa yarattığı atmosferle yıllarca birikmiş, büyük ve yıkıcı enerjinin infilak etmesini kolaylaştırdı. Bu durum Anadolu topraklarında var olan devrimci dinamiğin, potansiyelin ve öfke birikiminin boyutunu açığa çıkartmaktadır.

Bu muazzam devrimci enerjinin kristalizasyonuyla, sınıf ve Kürt dinamiğiyle kuracağı füzyon ve rezonansla ne derece yıkıcı olacağı ayaklanma sürecinde çarpıcı bir şekilde ortaya çıktı.

Bugüne kadar parçalı, dağınık, lokal direnişler (kriz sonrası yaygın bir karakter gösteren işçi direnişleri ve eylemleri, HES karşıtı eylemler, üniversite gençliğinin eylemleri gibi) birleşiklik ve süreklilik arz etmiyordu. Etki gücünü kendi lokalizasyonunda gösteriyordu.

İstanbul Ayaklanması farklı katmanları ve sınıfları biraraya getirmesi, yıkıcı ve sarsıcı sonuçlar yaratması, kitlelerin doğrudan eylemine dayanması, siyasal iktidar karşıtlığı içinde devletin kurum ve işleyişini berhava etmesi, barikat gibi iki ayrı dünyayı inşa etmesi (barikatın içindekiler ve dışındakiler gibi), devlet ve kitleler gibi somut ayrımlar yaratması ve 79 ile yayılması, özellikle birkaç ilin radikal bir direniş çizgisi göstermesi, zengin sokak savaşı pratikleriyle öne çıkması sınıf mücadelesinde yeni bir momente geçildiğinin bir göstergesidir. İstanbul Ayaklanması sınıf ve kitle hareketinin önümüzdeki dönem yönelimlerini ortaya koymasıyla da tarihsel bir pratiktir.

Kitlelerin kendiliğinden ve doğrudan hareketi

İstanbul Ayaklanması bir kitle infilakıydı. Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarına karşı senkronize bir öfke patlamasıydı. Yönünü ve reaksiyonunu böyle oluştursa da, genel olarak hareket yönsüz ve bir dizi örgütlenme pratiği yaratsa da, karakteristik olarak örgütsüz ve amorf özelliklere sahipti.

Ayaklanma kitlelerin kendiliğinden ve doğrudan eylemi olarak şekillendi. Ama hayatın bütün zenginliğiyle kaynaştı, ezber bozucu, sistemi bloke edici ve sarsıcı oldu. Ülke düzeyinde bazı Kürt illeri dahil, milyonları (İçişleri Bakanlığı 2.5 milyon olarak açıklasa da, ampirik veriler katılımın 15 milyona ulaştığını gösteriyor) harekete geçiren ayaklanma, T.C. tarihinin ilk büyük ve sarsıcı kitle mobilizasyonu olarak iz bıraktı.

Muazzam bir kitlesel yaygınlık gösterdi. Aynı zamanda kitle radikalizasyonunun son derece önemli pratikleri gerçekleştirildi. Sokak savaşları, barikat savaşları, geri çekilme ve saldırıları içeren büyük kitle mobilizasyonları, sokak savaşı teknikleri, sokakta tıbbi müdahale ve değişik haberleşme ve iletişim taktikleri ayaklanmanın iç zenginliği oldu.

Ayaklanma doğrudan sisteme yönelik bir içerikte gelişmedi. Temel hak ve özgürlükler, demokratik talepler dile getirildi. Kitlelerin yakıcı sosyo-politik sorunları ayaklanmayı tetikledi ve muazzam bir enerji açığa çıktı.

Özelde AKP ve Tayyip Erdoğan’a odaklanan öfke, sosyo-politik sorunların bir başka biçimde ifadesi oldu. Ayaklanma kitlelerin öfkesinin ve direnişinin taşıdığı devrimci enerjiyi ortaya çıkardı. Bu enerjinin biraz şekillenmiş sınıf hareketinin gerçekleştireceği üç günlük bir genel grevle son derece yıkıcı sonuçlar yaratması işten bile değildi. Aynı zamanda böylesine bir kristalizasyon ayaklanmanın hızla sistem karşıtı bir içeriğe bürünmesine yol açabilirdi.

Siyasal önderliğin başarabileceği bu kristalizasyon, önümüzdeki sürecin en yakıcı sorunu olarak ortada durmaktadır.

Ayaklanma üzerine ilk başlarda değişik spekülasyonlar yapılsa da, hareketin tam bir dipten gelen dalga niteliği taşıdığı ve bir yıkıcı toplumsal patlama olduğu kısa zamanda anlaşıldı.

Ayaklanma, ilk başlarda Kürt siyasal hareketini de temkinli bir duruma sokan,  ulusalcıların bir operasyonu ya da sistem içinde farklı kliklerin rekabeti ve çatışmasının bir yansıması olmadığı hızla görüldü. Ayaklanma emekçi yığınların AKP ve Tayyip Erdoğan’da simgelenen “yeni Türkiye düzenine” karşı büyük ve yıkıcı hoşnutsuzluğunun ve öfkesinin patlaması olduğu anlaşıldı.

Şu noktayı belirtmekte yarar var. Lenin 1916 İrlanda Devrimi için “katıksız” bir sosyal devrim ya da steril bir devrim yoktur der. İstanbul Ayaklanması da çok katmanlı, çok sınıflı muazzam bir kitle hareketidir. Her kesim kendi sınıfsal çıkar, konum ve ideolojik donanımlarına göre hareket etti, semboller taşıdı, slogan attı, kendini ifade etti. Ama önemli olan şey kitlelerin yıkıcı hareketinin yarattığı pratikler, düzen dışılık ve mücadeledir. Kitlelerin ayağa kalkması ve kendi dirilişini inşa etmesidir. Lenin’in vurguları bu noktada dikkat çekicidir “kim ‘katıksız’ bir sosyal devrim bekliyorsa, bunu hiçbir zaman yaşayamayacaktır. O, gerçek devrimi anlamayan, sadece lafta bir devrimcidir. 1905 devrimi, burjuva demokratik devrimdir. O, nüfusun bütün hoşnutsuz, sınıf, grup ve unsurlarının bir dizi mücadelesinden oluşuyordu. Bunların içinde en saçma önyargılara, en belirsiz ve hayali mücadele hedeflerine sahip kitleler, Japonya’da para alan grupçuklar, spekülatörler ve serüvenciler vs. vardır. Kitlelerin hareketi nesnel olarak çarlığı sarmış ve demokrasinin önünü açmıştır; o nedenle sınıf bilinçli işçiler başını çekiyorlardı.”

Ayaklanma her ayaklanma ve isyanda olduğu gibi heterojen, katmanlı, sınıflar arası bir boyutta gelişti. Harekete damgasını özellikle, üniversite gençliği başta olmak üzere, gençlik vurdu. Hareketin katalizör rolünü üstlendi. Aynı zamanda orta sınıf diye melez bir tanımlama yapılsa da, hareketin taşıyıcı güçlerinden biri “yeni” proleter yığınlar oldu. Ayaklanma bir halk hareketi ve emekçi yığınlar hareketi olarak biçim aldı.

Bu noktada ayaklanmanın gelişmesinde katalizör rolü oynayan gençlik ve orta sınıf diye tanımlanan kesimler üzerinde özel olarak durmakta yarar var.

Gençlik Y, Z kuşağı gibi popüler kültür kodlarıyla tanımlansa da, bu gençliğe yakışan tanım ‘red kuşağı’dır. Kapitalist sistemin 1970’lerin başlarında girdiği yeniden yapılanma süreci, bir dizi somut sonuç yarattı. Yeni süreçte devletin ekonomik bir aktör olarak devre dışı bırakılması, salt bir gece bekçisine dönüştürülmesi, sosyal devletin, sosyal yönünün metalaştırılması ve özelleştirilmesini beraberinde getirdi.

Eğitim yeni sermaye birikim alanlarından biri olarak öne çıktı. Piyasaya ve piyasa ihtiyaçlarına uygun olarak düzenlenen eğitim, bütünüyle bir toplum dizaynının parçası haline geldi. Aynı süreç bilginin metalaşmasına, saklandığı ve gizlendiği oranda değer kazanmasına yol açtı. Bilgi üretimin temel faktörlerinden biri olarak devreye sokuldu.

Bu gelişmelerin bir yansıması üniversitelerin bilgi ve bilim üretme alanından hızla çıkartılarak, sermayenin ihtiyaçlarına uygun bir işleyişe ya da “yeni”, modern fabrikalara dönüşmesi oldu. Üniversitelerin birer tekno-park cenneti haline gelmesi boşuna değildi. Meslek okullarının konumlanışı da piyasaya göre şekillendi. Piyasanın ihtiyaç duyduğu kalifiye ve ucuz işgücü rezerv alanı olarak işlev kazandı. Üniversiteler piyasanın ihtiyacına uygun yeniden yapılandırıldı. Çok genel hatlarıyla belirttiğimiz bu süreç, öğrenci gençliğin konumunu değiştirdi. Öğrenci gençliğin ara katman, sınıf dışı konumu ve sistemle mesafeli olma durumu fiilen ortadan kalktı. Genel olarak gençlik işsizlik ve geleceksizlik tehlikesiyle karşı karşıyayken, özel olarak öğrenci gençlik ise, potansiyel proleter olma konumuyla karşı karşıya kaldı.

Beyin işgücünün, yeni sermaye birikimi rejimine bağlı olarak hızla proleterleşme süreci, gençliğin potansiyel proleter kimliğini besledi.

Gençlik hayatın kuşatılmışlığına, yeniden dizaynına, hayat tarzına açık, faşist müdahalelere, geleceksizliğe ve hiçliğe karşı ayağa kalktı. Öfke patlamasıyla, çok büyük bir kesiminin hayatlarında hiçbir direnişe katılmamış olmalarına rağmen, son derece radikal ve militan bir şekilde, barikatların en ön saflarında yer aldı. Gençlik isyanın içinde barikatlar kurdu ve barikat savaşçılarına dönüştü. Örtük proleter bir refleksle, sistemin çürütücü etkisine başkaldırdı. Ayaklanmaya katılan güçler içinde en etkin rolü oynadı.

Bu red kuşağı algı, ruh hali, dili ve düşünce biçimleriyle dikkat çekti.

Sistemin aşırı bireyci, egosantrik, apolitik kurguları direniş ve kent savaşları içinde paramparça oldu. Gençlik pratik olarak son derece radikal bir tutum sergileyip, sistem dışı ve devlet karşıtı bir pozisyon aldı.

Devlet güçleriyle açık çatışmaya girerek, devlet ve iktidar simgelerini iğdiş ettiler. Hem de popüler kültür kodlarını silaha dönüştürerek.

Tarih boyunca her direniş ve ayaklanma kendi dilini, ritmini ve mana dünyasını yaratır. Red kuşağı, İstanbul Ayaklanması’nın ruhunu belirlemede önemli bir misyon yüklendi.

Gençliğin pratik atılganlığı, militan tutumu ve pratik zenginliği son derece önemli bir gelişme olarak dikkat çekti.

Kuşağın ideolojik donanımı ve referansları üzerine birçok şey söylenebilir. Benzer bir yaklaşım orta sınıf diye de tanımlanan yeni proleter kesimler için de söylenebilir (Mustafa Kemal’in resimleri, sloganlar, marşlar, ritüeller, küçük burjuva eğilimler ve söylem, popüler kültür kodları ve varyasyonlarının etkileri gibi...) ama bütün bu şeyler ayaklanmanın repertuvarı olarak dikkat çekti. Özellikle AKP ve Tayyip Erdoğan’ın saldırdığı her figür, her simge, her söylem bir öfke ve şiddetle ve kontr bir hareketle sahip çıkılan şeyler oldu.

Marx (1848’de) Komünist Manifesto’da dünün “itibarlı” mesleklerinin (doktor, şair, avukat, papaz vs. gibi) artık (kapitalizmin gelişme dinamiklerine bağlı olarak) ücretli emeğin parçasına dönüştüğünü ifade eder.

20. yüzyılın son çeyreği, 21. yüzyılın ilk on yıllık dönemi kapitalizmin hızla transforme olduğu, kapitalist gelişmelerin küresel düzeyde olağanüstü bir şekilde yaygınlaştığı ve derinleştiği bir konjonktürün kapılarını araladı. Marx’ın erken ve son derece yerinde öngörüsü, yaşadığımız konjonktürde çok daha belirgin bir hal aldı. Ve bu kesimler sınıfın ana birleşeni konumuna geldi.

Kapitalizmin yapısal krizi, bir başka tanımlamayla kapitalizmin transforme oluş sürecidir. Kapitalizmin ontolojisini belirleyen her şeyin ve hayatın her alanının metalaştırılması olgusu, bu dönemde inanılmaz boyutlara ulaştı. Yaşamın her alanı sermayenin kâr güdüsüne uygun, hızla yoğun ve derin bir şekilde meta döngüsünün parçası haline geldi. Ayrıca bir dönem sosyalizm tehdidine karşı bir önlem olarak devreye sokulan ve kitleleri bloke etmek ve kitlelerin devrimci enerjisini massetmek, aynı zamanda kapitalist rasyona ve sermaye birikim modeline uygun inşa edilen refah/sosyal devlet modelinin tasfiyesi gündeme geldi. Bu tasfiye süreciyle özellikle eğitim, ulaşım, sağlık hızla metalaştırıldı.

Bu süreç bir yanıyla da beyin işgücünün hızla proleterleşmesi olarak işledi. Proletaryanın tanımı içinde beyin işgücünün (kafa emeği olarak) yer almasına karşın, ihmal edilen bu dinamik yeni dönemde ya da 1970’lerin ortalarından itibaren önce metropollerde, kapitalist entegrasyon derinleşmesi ve dünyanın hızla küresel bir fabrikaya dönüşmesiyle birlikte küresel düzeyde etkisini hissettirmeye başladı.

Sınıfın bu kesiminin bir dönem göreceli ücret yüksekliği ve tırnak içinde çalışma yaşamındaki statüsü hızla erimeye ve kaybolmaya başladı. Neo-liberal karşı devrim süreci, kapitalist entegrasyonun derinleşmesi ve yoğunlaşması, yeni sermaye birikim rejiminin doğal sonucu olan dünyanın küresel fabrikaya, ülkelerin ise küresel atölyeye dönüşme süreci, beyin işgücünün hem metropollerde, hem de özellikle ikinci kuşak kapitalist ülkelerde hızla proleterleşmesinin önünü açtı.

Yine yukarıdaki nedenlerden dolayı küresel düzeyde yoğun ve hızla yaşanan proleterleşme sürecinin bir parçası olarak, beyin işgücü proletaryanın en önemli birleşeni, fraksiyonu olarak devreye girdi.

Dün ayrıcalıklı konumda olan bu kesimler, hızla ayrıcalıklarını kaybederek, küresel düzeyde mücadelenin içinde yer almaya başladı. Bu yer alışların en önemlilerinden biri 2001 Arjantin krizinde yaşandı. Krizin yıkıcı etkileri sonucu mülksüzleşen ve yoksullaşan bu kesimler, isyan günlerinde klasik, geleneksel proletaryanın yanında yer aldı ve radikal tavır göstererek, kalıcı izler bıraktı.

Anti-küreselci eylem ve pratiklerde de dikkatimizi çeken bu kesimler, 1990’ların ortalarından itibaren kendilerini ciddi derecede hissettirmeye başladı. Aynı tarihlerde Türkiye’de farklı sektörlerdeki kamu çalışanlarının sendikal örgütlenme arayışına girmesi fiili ve militan mücadeleler örgütlemesi şaşırtıcı olmadı.

2013 Haziran İstanbul Ayaklanması, yeni sınıf fraksiyonunun (yani  beyaz yakalı diye de tanımlananlar) ve hizmet sektöründe çalışanların en yoğun ve en kitlesel ve en radikal bir şekilde sokağa çıkışını simgeledi.

Kent savaşlarında yeni bir silah: Sosyal medya

Öğrenci gençliğin ve proletaryanın yeni fraksiyonunun formal bir eğitimden geçmesi, sosyal konum ve ilişki ağlarının zenginliği, dil bilmeleri, uluslararası ilişki zeminlerinin olması muazzam avantajlar olarak işledi ve sistem tarafından bir denetim, kontrol ve apolitizasyon aracı olarak işlevlendirilmeye çalışılan sosyal medya ayaklanma günlerinde tam bir silaha dönüştürüldü.

Kitleler sosyal medya aracılığıyla sistemin dezenformasyonunu ve manipülasyonlarını boşa çıkardı. Ayaklanmayı koordine eden, haberleşmeyi etkin bir biçimde sağlayan, ayaklanmaya ruh katan ve isyanın hem ülke, hem de küresel düzeyde etki gücünü artıran sosyal medya yeni dönemde toplumsal mücadelenin en önemli “silahlarından” biri olacaktır.

Önce anti-küreselci hareket ve eylemlerde gücü açığa çıkan, daha sonra Arap ayaklanmalarında önemli politik bir organizasyon aracına dönüşen sosyal medya, İstanbul Ayaklanması’nda yeni kent savaşlarının en önemli enstrümanlarından biri haline geldi.

Yeni proleter fraksiyon ve genç kitleler bu silahı en etkin ve en sarsıcı bir şekilde kullandı.

Kitlelerin mücadele gücü ve mücadele yeteneği ve direnişin zekası sistemin aşağılık manipülasyonlarını ve bilgi kirliliğini boşa çıkardı. Böylece yeni kent savaşlarının kudreti ortaya çıktı.

Son derece renkli ve değerli direniş biçimleri ve pratikleri sosyal medya aracılığıyla yerel ve küresel düzeyde kitlelerin kolektif simgesine, edimine, pratiğine dönüştü.

Sosyal medya sokağın yaratıcı ve yıkıcı gücünü ve dilini çarpıcı bir şekilde kullandı.

Direniş ve ayaklanmanın gücünü, alay, ironi, mizah ve küfürün estetiğiyle bütünleştirdi. Sistemin her salvosu, her mistifikasyonu yeni direniş sanatları ve kültürünün ürünüyle bertaraf edildi. Bu yönde duvar yazıları, grafitiler muazzam bir işlev gördü.

1968 küresel ayağa kalkışta, duvar yazıları eylemin ruhunu dışa vuran, sokak sanatının muhteşem örnekleri, etkili ve yıkıcı pratikler olarak işlev görmüştü. Belki 1968 ruhunu en konsantre ve çarpıcı anlatımı bu yazılarda özetlenebilirdi.

İstanbul Ayaklanması’nda da duvar yazıları, tweet’ler ve Facebook durum güncellemeleri benzer işlev gördü, ayaklanmanın ruhunu ortaya koydu.

Alayın, mizahın, zekanın, şenliğin, üretmenin, yaşamın, anın, pratiğin muhteşem zenginlikleri duvar yazılarında ve sosyal ağda vücut buldu. Böylece İstanbul’un bir kavga ve isyan kentine dönüştüğü görüldü.

Sosyal medya kitlelerin coşkusunu, öfkesini, heyecanını, arzusunu, acısını paylaştığı alan oldu. Direnişin beslenmesinde ve direnişçilerin her birinin güçlenmesinde, direniş kültürünün yayılması ve şekillenmesinde önemli işlevler gördü. Sokak savaşları, sosyal medyayla güç kazandı. Savaşçıların ve direnişçilerin kendilerini ifade ettiği bir silaha dönüştü. Önümüzdeki dönem alternatif ya da karşı medyanın oluşmasında sosyal medyanın son derece önemli rolü olacaktır. Bu süreç aynı zamanda sermayenin organik parçası olan ve sermayenin tahakkümünü pekiştiren ana akım medyanın ablukasını dağıtmakta da önemli olanaklar sunabilir.

(Devam edecek...)