14 Eylül 2012
Sayı: SİKB 2012/04 (37)

  Kızıl Bayrak'tan
  Sermayenin saldırıları ve
biriken olanaklar
  Dinci partinin gücü ve pervasızlığı
nereden geliyor?
  Afyon’daki 25 asker ölümü üzerine...
Alaattin’i katleden, katilini terfi ettiren ve onu tutuklamayan siyasi iktidardır!
12 Eylül ülke genelinde lanetlendi!
MİB değerlendirme ve kararlar
  “Dernek sınıfın örgütlenmesinde
bir araç olacaktır”
  İzmir’de emekçiler “İşçilerin birliği halkların kardeşliği” gecesinde...
  Senkromeç’te 12 Eylül pankartı
  4+4+4’e karşı binler meydanlardaydı!
  4 + 4 + 4 uygulaması ve Ankara mitingi üzerine Eğitim Sen şube yöneticileri ile konuştuk...
  Eylem ve sokak yol gösteriyor!
Volkan Yaraşır
  Lufthansa grevi ve sonuçları...
  İşgalin ve neoliberalizmin kıskacındaki Filistinliler intifadanın izinde…
  Batı Şeria’da protestolar şiddetleniyor
  Üniversitelerde “yeni” bir dönem başlıyor...
  Beytepe’de cemaatlere geçit yok!
  DLB: Yeni öğretim yılında mücadeleyi yükseltelim!
  Ekim ayında 30 ilde aynı anda yıkımlar başlayacak…
  Şili’de faşist darbenin 39 yılı geride kalırken...
  Metin Kurt’un anısına...
  Üç başlık ve Ermenistan
  Karaburun notları...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Metin Kurt’un anısına...

“Bu maçı alacağız, başka yolu yok!”

 

Oscar Wilde’ın “işçi sınıfının balesi” olarak tanımladığı futbol, yani modern futbol endüstri devriminin bir evladıdır. Wilde’ın bu tanımlaması futbolun İngiltere’de fabrikaların önlerinde, hafta sonu tatillerinde ise işçi mahallerinde yaygın bir biçimde oynanması ve geniş bir kitle tarafından takip edilmesi, öte yandan oyunun güce dayalı kaba-saba yanına rağmen bale ile özdeşleştirilmesi futbolda sanatsal/estetik bir yan bulunduğuna işaret eder. Burjuvaların oynadığı kriket, beysbol, golf gibi oyunlardan farklı olarak futbol oynanması oldukça kolay bir oyundu: İki taştan kale yaparsınız, bir de meşin yuvarlak varsa hemen oynamaya başlarsınız, işçiler de öyle yaptılar.
 Futbolun gelişim süreci ile kapitalizmin gelişimi eşgüdüm halindedir. 18. yüzyıl futbolunu işçi sınıfının balesi olarak tanımlamak ne denli mümkünse, bugünün futbolunu tanımlamak o denli imkânsızdır. Çünkü gelinen noktada futbol, endüstriyelleşerek özünden büyük ölçüde uzaklaşmış ve orkestra şefliğini burjuvazinin yaptığı trajik bir operaya dönüşmüştür.

Maç başlıyor…

Futbol bir çocukluk hastalığıdır, mahalle arasında boş bir arazide ya da asfalt bir yolda çöp bidonlarından yapılan kaleler ve bakkaldan ortaklaşa alınan plastik topla (patlatan alır!) kapılan bir hastalık. Çocukluk yıllarında kapılan bu hastalığı, insanlar ömrü boyunca taşırlar. Gazozuna yapılan maçlar heyecanla, amatör bir ruhla sabahtan akşama, annelerin camdan-balkondan bağırarak eve çağırdığı anlara kadar oynanır. Kimse yedekte beklemez, yorulana dek, duvar paslarının gerçek duvarlarla yapılmasıyla oynanır. Çocuklar futbolun bütün kurallarını hiçe sayar, kendi belirledikleri biçimde, bildiklerini oynarlar: 3 korner 1 penaltı eder, kaleye abanmak yoktur, topu kaçıran gider alır, hiç kimse ofsayta düşmez. Hava kararınca evin yolu tutulur, terli terli, aldırış etmeden soğuk su şişesi buzdolabından kapıldığı gibi başa dikilir.
Hayatın her alanını piyasa ilişkilerine hâkim kılmaya çalışan kapitalizm, futbola seyirci kalmaz, sahaya iner ve bundan sonrası sahalarda görmek istemediğimiz olaylardır. Kapitalizmin her alanı kirlettiği bir dünyada çocukların mahalle maçı da temiz kalamazdı, zaten deterjan reklamı da “kirlenmek güzeldir” demiyor mu? Çocuklar tuttukları takımın önünde GSM operatörü ya da otomobil markası reklamı olan, sırtında çikolata markası reklamı olan formalarını üstlerine geçirerek reklam panosu gibi sokakta koştururlar. Beyaz atletlerin arkasına “5” ya da “9” yazıp oynamak çok gerilerde kaldı. Top iki taşın arasından geçer, mahalle maçını kazandıracak gol gelmiştir, televizyonda görülen futbol yıldızlarından birinin sevinme ritüellerinden birisini yapmak üzere, olmayan boş tribünlere doğru çocuk koşmaya başlar ve bağırır: “Ronaldo attı, Ronaldo’nun golü…Messiii, Messi’nin golü.” Kendi attığı golü dahi milyon dolarlar kazanan futbol yıldızlarının hanesine yazarlar, Ronaldo ya da Messi olma hayallerinin tavan yaptığı alt katlarda çocuklar, farkında olmadan hep kendi kalelerine gol atarlar. Video oyunlarının kahramanı futbolcular, milyonlarca dolara bir takıma transfer olduklarında ilk gollerini Play Station salonlarında çocuklar eliyle atarlar.
Albert Camus futbol için şunu söylüyor: “Ahlaka dair bildiğim ne varsa futboldan öğrendim. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi.” Çocuklar ya da gençler, takım halinde oynanan bir oyundan elbette birçok şey öğrenirler: Ortak hareket etmek, kolektif bir şekilde kazanmaya çalışmak, mücadele içinde olmak… Endüstriyel futbol bunları da zedeledi. Takımın yıldızı ya da gol kralı olmak, artık bunlar baskın gelmekte. Televizyonda izlediği maçtan etkilenen çocuklar dahi hakem olmayan mahalle maçlarında “aldatmaya yönelik hareket” yapmaktan geri durmuyorlar, profesyonellik gereği.

Burjuvazi topu ayağına aldı

Ayak ile top oynanması çok eski zamanlara, milat öncesi Mısır’a ya da Asya toplumlarına kadar götürülebilir. Modern futbolun tarihini ise İngiltere’den başlatmak gerekir. Futbol ilk başlarda kuralsızca, tamamen güce dayalı olarak oynanan bir oyundu. Belirli birtakım kuralları olmakla beraber tam olarak sistematik bir hal almamıştı. Oyuncu sayısı, oyun alanı ölçüleri ya da oyun süresi tamamen belirsizdi. Burjuvazi de işçilerin oynadığı ve o haliyle vahşi bulduğu futbolu ehlileştirmiş, birtakım kurallar ve ölçütler üzerinden oyunu kontrol altına alma yolunu tutmuştur. Nasıl ki kapitalist üretim süreci üretilen ürünlerin standartlaşması, ağırlık-ölçü birimlerinin ise tek tipleşmesini ortaya çıkartmışsa oyunu da sabit kurallara bağladı.
İlk kurulan futbol kulüplerinin işçiler tarafından kurulması tesadüf değildir. 1860’lardan itibaren hafta tatillerinin en önemli eğlencesi futboldu. İngiltere’nin liman kentleri, Almanya’nın maden bölgeleri, Avrupa’nın birçok ülkesinde fabrikaların toplandığı alanlar ilk takımların kurulduğu yerlerdir. Kuranlar da oynayanlar da işçilerdir. Sonra top işçilerin ayağından alındı, burjuvazinin çalımlarına engel olunamadı, kulüpler kaybedildi. Bugünün “dev kulüpleri” Manchester Unıted, Liverpool, Atletico Madrid bunlardan sadece birkaçıdır. Bugün bu kulüpler artık birer anonim şirket ve sahipleri büyük sermayedarlar, oyuncuları ise kapitalizmin milyon dolarlar kazanan ücretli köleleri. İşçiler ise tuttukları takımın maç biletlerini alamadıkları için modern zamanların antik arenaları olan stadyumları ancak televizyondan izleyebiliyorlar. İzliyor dediysek evde koltuğa uzanıp ayaklarını uzatarak değil, kahvehaneye gidip şifreli yayının bedelini ödeyerek, bunu yapabilecek ücreti varsa tabii ki, yoksa ne olacak? Radyodan “dakika ve skor alıyoruz” sayın dinleyiciler.
Stadyumların “şeref tribünü” bölümünde oturan kravatlılar, şirketleşen kulüpleri kendi taraftarlarına pazarlamak için her yolu denerler. Lig uzun bir maratondur ve taraftarın her zaman “desteği” gerekir. Kulüp mağazasından bol bol forma, şapka ya da eşofman alarak ya da iyi günde kötü günde, yağmurlarda çamurlarda maça gelerek tezahüratlar sunulur: “Yenilsen de yensen de taraftarın senle…” Başkanlar kulüp kasalarını boşaltır, taraftar ise kendini “feda” eder. Başkanlar kendi kasalarını doldururken taraftarlar “top çizgiyi geçti mi geçmedi mi” ya da “3-5-2 mi 4-4-2 mi oynamak gerekir” diye tartışır dururlar. Bu yüzden futbol asla sadece futbol değildir!
Endüstriyel futbol gerçeği bunlarla sınırlı değildir. Manipülasyon, teşvik primi ve şike gibi uygulamalarla rakibi alt etmek her zaman kullanılmış olan yöntemlerdir. Bu uygulamalar kapitalizmin tüm sektörlerinde nasıl varsa futbolda da öyle vardır. Bütün bunların dayandığı yer ise bahistir. Bu bahisler, iki arkadaşın “var mısın iddiaya, varım, nesine?” biçiminde döner-ayranına iddiaya girip serçe parmaklarını birbirine çengellemesine hiç benzemez. Milyarlarca doların döndüğü, her zaman büyüklerin kazandığı, emekçilerin umutlarının çalındığı ve kaybettikleri bir iddiadır bu. Emekçiler o kadar çok iddia oynarlar ki, hatta fanatiği oldukları kendi takımlarının mağlubiyetine dahi oynarlar ve sonuç olarak ücrete yapılan sıfır zam ya da işten atılma karşısında tümüyle iddiasız hale gelirler.

Sol kanattan yapılan bindirmeler

İşçi sınıfının burjuvazi ile olan maçları devam ediyor. Bu lig oldukça uzun bir maraton. Maçların her anı mücadele ile dolu ve tam anlamıyla bir taktik savaşı yaşanmaktadır. Ligin ilk maçlarında işçi sınıfı çok önemli galibiyetler kazandı; özellikle Paris, Lyon ve Londra’da. Kaybedilen maçlar da oldu, ama Moskova’da tarihi zaferlere imza atıldı. Hakemleri de yanına almış olan burjuvazi şu an için ligi önde götürüyor olsa da işçi sınıfı kolektif hareket ederek, takım oyunu oynayarak, tam saha baskı kurarak sahada basmadık yer bırakmadan mücadelesini arttırmalıdır. Hiçbir işçinin “takımdan ayrı düz koşu” yaparak kendine oynama lüksü yoktur, bu maçlar sol kanattan yapılan bindirmelerle kazanılacaktır. Çünkü şunu akıldan çıkartmamak gerekir: Maç 90 dakikadır ve düdük çalmadan bitmez.

K. Aras