6 Ocak 2011
Sayı: SYKB 2012/01

 Kızıl Bayrak'tan
Amerikancı rejim saldırganlıkta sınır tanımıyor
Kürt halkıyla omuz omuza!
Tecrit saldırısına karşı birleşik-militan mücadeleye!
Uludere katliamı protesotlarla lanetlendi
Kürt hareketinden katliama tepkiler
Sermaye hükümeti katliamı sahiplendi
Ücretler asgari, sömürü azami
Aralık ayında 52 işçi öldü
Maltepe Belediyesi taşeron işçileri: "Süresiz direnişteyiz!"
Metal İşçileri Birliği MYK Ocak ayı toplantısı sonuçları
Anayasal hayaller üzerine - V.İ.Lenin
Yemen'de yüzbinler alanları terketmiyor
Dünyadan işçi ve emekçi eylemleri...
Büyük madenci yürüyüşü 21. yılında...
2011'de sınıf hareketinin tablosu
Billur Tuz'da direniş başladı
Zulmünü arttır ki çöküşün hızlansın!
Kampüslerden "boykot" sesleri yükseliyor
Üniversitelerde faşist saldırılar...
"Baskılar bizi yıldıramaz!"
'96 Ümraniye: Bir kez daha katliam ve direniş!
Hüzün hasatçısı bir halkın "kaçağa çıkan" 35 evladına
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Anayasal hayaller üzerine

V. İ. Lenin

(Orijinali üç bölüm olan metnin ilk iki bölümüdür. İlgi duyan okurlar yazının sonunda verilen kaynaktan metnin tamamına ulaşabilirler…)

İnsanlar, gerçekte varolmamasına rağmen, normal, düzenlenmiş, yasal, kısaca: “anayasal” bir hukuk düzenini varmış gibi görmelerinden ibaret olan politik hataya anayasal hayal denir. İlk bakışta, henüz anayasanın hazır halde bulunmadığı bugünün Rusyası’nda, Temmuz 1917’de, anayasal hayallerin ortaya çıkmasından söz edilemezmiş gibi görülebilir. Fakat bu büyük bir hatadır. Gerçekte şimdiki tüm politik durumun püf noktası, çok geniş halk kitlelerinin anayasal hayallerden muzdarip olmasıdır. Bunu kavramaden, Rusya’da şimdiki politik durum hakkında hiçbir şey kavranamaz. Anayasal hayallerin sistematik ve acımasızca teşhir edilmesi, tüm köklerinin ortaya serilmesi, doğru bir politik perspektifin yeniden kurulması temel alınmazsa, bugünkü Rusya’da taktik görevlerin doğru konması yönünde kesinlikle hiçbir adım atılamaz.

Bugünün anayasal hayalleri için özellikle tipik olan üç görüşü ele alalım ve daha yakından inceleyelim.

Birinci görüş: Ülkemiz Kurucu Meclis’in arifesinde bulunuyor, bu yüzden şimdi olup biten her şey geçici, pek önemli olmayan, tayin edici olmayan bir karaktere sahiptir, her şey yakında Kurucu Meclis tarafından yeniden gözden geçirilecek ve kesin olarak saptanacaktır.

İkinci görüş: Belli partiler -örneğin Sosyal-Devrimciler ya da Menşevikler veya ikisinin bloku- halk içinde ya da örneğin Sovyetler gibi “en etkin” kurumlarda açık ve kuşkusuz bir çoğunluğa sahip; bu yüzden cumhuriyetçi, demokratik, devrimci Rusya’da bu partilerin, bu kurumların iradesi, genelde halk çoğunluğunun iradesi, çiğnenmek bir yana, atlanmamalıdır.

Üçüncü görüş: Belli bir önlem, örneğin “Pravda” gazetesinin yasaklanması, ne Geçici Hükümet tarafınden ne de Sovyetler tarafından yasayla saptanmadı, bu yüzden bu yalnızca tali bir olaydır, tesadüfi bir olgudur, asla tayin edici birşey olarak görülemez.

Şimdi bütün bu görüşlerin her birine yakından bakalım.

I

Kurucu Meclis’in toplanması ta birinci Geçici Hükümet tarafından vaat edilmişti. Kendisinin temel görevi olarak ülkeyi Kurucu Meclis’e kadar götürmeyi görüyordu. İkinci Geçici Hükümet Kurucu Meclis’in toplanma tarihini 30 Eylül olarak saptadı. 4 Temmuz’dan sonra üçüncü Geçici Hükümet bu tarihi en resmi biçimde onayladı.

Oysa Kurucu Meclis’in bu tarihte toplanmayacağı yüzde 99 bir kesinlikle varsayılabilir. Bu tarihte toplanacak olursa, o zaman -Rusya’da ikinci devrim zafer kazanmadığı sürece- tıpkı Birinci Duma gibi güçsüz ve yararsız olacağı da yüzde 99 bir kesinlikle varsayılabilir. Bundan emin olmak için, bir an için de olsa, beyninizi dumura uğratan o boş laf selinden, vaatlerden ve günün ufak tefek şeylerinden kurtulmak ve temel olana, toplumsal yaşamda her şeyi belirleyene: sınıf mücadelesine bir göz atmak yeter.

Rusya’da burjuvazinin toprak sahipleriyle çok sıkı kaynaşmış olduğu açıktır. Tüm basın, tüm seçimler, Kadet partisinin ve onun sağındaki partilerin tüm politikası, “kongreler”in , “ilgili” kişilerin tüm beyanları bunu kanıtlıyor.

Sosyal-Devrimciler ve “sol” Menşevikler arasındaki küçük-burjuva gevezelerin kavramadıkları şeyi, yani dev bir ekonomik devrim olmadan, bankalar tüm halkın denetimi altına alınmadan, kapitalist birlikler ulusallaştırılmadan, sermayeye karşı bir dizi en acımasız devrimci önlemler alınmadan Rusya’da toprakta özel mülkiyeti -hem de bedel olmadan- ortadan kaldırmanın imkansız olduğunu burjuvazi çok iyi kavrıyor. Burjuvazi bunu mükemmel biçimde kavrıyor. Ve aynı zamanda, Rusya’da köylülerin muazzam çoğunluğunun şimdi yalnızca çiftlikbeyi arazilerin kamulaştırılmasından yana olmakla kalmayacaklarını, aynı zamanda Çernov’dan çok daha solda duracaklarını biliyor, görüyor, hissediyor. Çünkü burjuvazi, gerek onun -Çernov’un- örneğin 6 Mayıs ile 2 Temmuz arasında çeşitli köylü taleplerinin sürüncemede bırakılması ve budanması konusunda ne kadar kısmi tavizler verdiği, gerekse de Köylü Kongresi’nde ve Tüm-Rusya Köylü Temsilcileri Sovyeti Yürütme Komitesi’nde köylüleri “yatıştırmak” ve boş vaatlerle karınlarını doyurmak için sağ Sosyal-Devrimcilerin (Çernov Sosyal Devrimcilerde “Merkez” sayılmaktadır!) ne kadar çok çaba harcadıkları konusunda bizden daha iyi bilgiye sahiptir.

Burjuvazi küçük-burjuvaziden, ekonomik ve politik deneyiminden hareketle, kapitalist rejim altında “düzen”in (yani kitlelerin köleleştirilmesinin) korunması için gerekli olan koşulları kavramayı öğrenmiş olmasıyla ayrılır. Burjuvalar işadamıdır, politika sorularına da katı ticari, sözlere karşı kuşkuyla yaklaşmaya alışkın ve boğayı boynuzundan yakalamayı bilen büyük ticari hesap sahibi insanlardır.

Bugünün Rusyası’nda Kurucu Meclis, Sosyal-Devrimcilerden daha solcu olacak olan bir köylü çoğunluğu getirecektir. Burjuvazi bunu biliyor. Bunu bildiği için, Kurucu Meclis’in hemen toplanmasına karşı tüm kararlılığıyla mücadele etmeden edemez. 2. Nikola’nın yaptığı gizli anlaşmaların ruhuna uygun emperyalist bir savaş yürütmek, soylu toprak mülkiyetini ya da bedel ödemeyi savunmak- bir Kurucu Meclis olursa bütün bunlar imkansızdır ya da inanılmaz ölçüde zordur. Savaş beklemiyor. Hakeza sınıf mücadelesi de beklemiyor. 28 Şubat’tan 21 Nisan’a kadarki kısa zaman dilimi bile bunu açıkça kanıtladı.

Devrimin ta başından itibaren Kurucu Meclis üzerine iki görüş ortaya çıktı. Tamamen anayasal hayallere kapılmış Sosyal-Devrimciler ve Menşevikler meseleye, sınıf mücadelesinin adını bile duymak istemeyen küçük-burjuvanın körü körüne güveniyle bakıyorlardı: Kurucu Meclis ilan edildi ve Kurucu Meclis olacak, o kadar! Bunun ötesi fena olur. Bolşevikler ise şöyle diyordu: yalnızca Sovyetlerin gücü ve iktidarı sağlamlaştığı ölçüde Kurucu Meclis’in toplanmasının ilanına, vaadine, deklarasyonuna verildi. Bolşeviklerde ağırlık noktası sınıf mücadelesine veriliyordu: Sovyetler zafer kazanırsa Kurucu Meclis garanti olacaktır, kazanmazsa garanti değildir.

Böyle de oldu. Burjuvazi tüm zaman boyunca Kurucu Meclis’in toplanmasına karşı kah gizli kah açık, ama kesintisiz, ısrarlı bir mücadele yürüttü. Bu mücadele, ifadesini, onun toplanmasını savaşın bitimine kadar erteleme isteğinde bulunuyordu. Bu mücadele, ifadesini, Kurucu Meclis’in toplanma tarihinin birçok kez ertelenmesinde buluyordu. Nihayet 18 Temmuz’dan sonra, koalisyon hükümetinin kurulmasından bir aydan fazla zaman sonra Kurucu Meclis’in toplanma tarihi saptandığında, Moskova’da yayınlanan bir burjuva gazetesi, bunun Bolşevik ajitasyonun etkisi altında gerçekleştiğini açıkladı. “Pravda”da bu gazeteden tam alıntı verilmişti.

4 Temmuz’dan sonra, Sosyal-Devrimcilerin ve Menşeviklerin lütufkarlığı ve ürkütülmesi karşı-devrime “zafer” getirdiğinde, “Reç”in ağzından kısa ama son derece dikkat çekici bir ifade kaçtı: Kurucu Meclis’in “mümkün olduğunca çabuk” toplanması!! Ve 16 Temmuz’da “Volya Naroda” ve Ruskaya Volya” da, Kadetlerin, bu kadar “kısa” süre içinde toplamanın “mümkün olmadığı” bahanesiyle Kurucu Meclis’in toplanmasının ertelelenmesini talep ettiklerine dair kısa bir haber yayınlanıyor ve karşı-devrime dalkavukluk yapan Menşevik Tsereteli daha bu kısa habere göre, toplantıyı 20 Kasım’a ertelemeye hazır olduğunu açıklıyor.

Böyle bir haberin ancak burjuvazinin isteğine rağmen sızabildiğine hiç kuşku yoktur. Böyle “ifşaatlar” onlar için elverişsizdir. Ancak hiçbir şey o kadar ince kurgulanmamıştır, eninde sonunda günyüzüne çıkar. 4 Temmuz’dan sonra iktidarın karşı-devrimci burjuvazi tarafından ilk ele geçirilişine derhal Kurucu Meclis’in toplanmasına karşı bir adım (hem de çok ciddi bir adım) eşlik ediyor.

Bu bir olgudur. Ve bu olgu anayasal hayallerin tüm kofluğunu açığa çıkarıyor. Rusya’da yeni bir devrim olmadan, karşı-devrimci burjuvazinin (ilk planda Kadetlerin) iktidarı devrilmeden, halk Sosyal-Devrimci ve Menşevik partilerden, burjuvaziyle anlaşan partilerden güvenini çekmeden, Kurucu Meclis ya hiç toplanmayacak ya da bir “Frankfurt Laklakhanesi” olacaktır, savaştan ve burjuvazinin “iktidarı boykot etme” perspektifinden ölümüne korkmuş ve burjuvazi olmadan iktidar olma şiddetli çabaları ile, burjuvazisiz idare etmek zorunda kalma korkusu arasında çaresizlikle yalpalayan küçük-burjuvaların güçsüz, işe yaramaz bir meclisi olacaktır.

Kurucu Meclis sorunu, burjuvaziyle proletarya arasında sınıf mücadelesinin seyri ve sonucu sorununa tabidir. Sanıyorum, Kurucu Meclis’in bir Konvet olacağı ifadesini sarfeden “Raboçya Gazeta”ydı. Karşı-devrimci burjuvazimizin Menşevik uşaklarının kof, acınası, aşağılık palavracılığı için okullarda okutulacak bir örnektir bu. Bir “Frankfurt Laklakhanesi”ya da Birinci Duma değil, bir Konvent olmak için, bunun için cesaret göstermek gerekir, karşı-devrimle anlaşmak değil ona acımasız darbeler indirmeyi bilmek ve bu güce sahip olmak gerekir. Bunun için iktidarın, verili dönemde en ileri, en kararlı, en devrimci sınıfın elinde bulunması gerekir. Bunun için onun, kentte ve kırda tüm yoksul halk kitlesi (yarı-proleterler) tarafından destekleniyor olması gerekir. Bunun için herşeyden önce Kadetlerin ve ordunun üst yönetiminin acımasızca tasfiye edilmesi gerekir. Bir Konventin reel, sınıfsal, maddi koşulları bunlardır. “Raboçaya Gazeta”nın palavracılığının ne kadar gülünç, Sosyal-Devrimcilerle Menşeviklerin bugünkü Rusya’da Kurucu Meclis üzerine anayasal hayallerinin ne kadar sonsuz aptalca olduğunu kavramak için bu koşulları eksiksiz ve açıkça saymak yeter.

II

Marx 1848’in küçük-burjuva “sosyal-demokratları”nı şiddetle eleştirirken, “halk” ve genelde halk çoğunluğu üzerine sınırsız laf ebeliklerini özellikle sert biçimde damgaladı. Anayasal hayallerin tahlilinde, “çoğunluğa” ilişkin görüş incelenirken üzerinde düşünülmesi gereken şey budur.

Devlet içinde gerçekten de çoğunluğun karar vermesi için belli reel koşullar gereklidir. Yani: kararları çoğunluğa dayanarak alma imkanı veren ve bu imkanın gerçekliğe dönüştürülmesini garantileyen bir devlet düzeni, bir devlet erki kurulmuş olmalıdır. Bir yanı bu. Öte yandan bu çoğunluğun, sınıfsal birleşimi itibariyle, bu çoğunluk içindeki (veya dışındaki) şu ya da bu sınıfların karşılıklı ilişkileri temelinde, devlet arabasını uyumlu ve başarılı biçimde kullanacak durumda olması gerekir.

Halk çoğunluğu ve devlet işlerinin bu çoğunluğun iradesine uygun olarak seyretmesi sorununda bu iki reel koşulun tayin edici rol oynadığı her Marksist için açıktır. Oysa Sosyal-Devrimcilerin ve Menşeviklerin tüm politik literatürü ve dahası tüm politik tavırları, koşulları hiç bilmediklerini gösteriyor.

Devlette politik iktidar, çıkarları çoğunluğun çıkarlarıyla uyuşan bir sınıfın elinde bulunursa, o zaman devleti çoğunluğun iradesine göre yönetmek gerçekten mümkündür.

Fakat politik iktidar, çıkarları çoğunluğun çıkarlarından farklı bir sınıfın elinde bulunursa, o zaman çoğunluğa dayalı her türlü yönetim kaçınılmaz olarak bir yalana ya da bu çoğunluğun ezilmesine dönüşür. Her burjuva cumhuriyet bunun için yüzlerce ve binlerce örnek sunar. Rusya’da burjuvazi gerek ekonomik gerekse politik olarak egemendir. Onun çıkarları özellikle emperyalist savaş döneminde çoğunluğun çıkarlarıyla en şiddetli biçimde ayrılıyor. Bu yüzden sorunun biçimsel-hukuksal değil, materyalist, Marksist tarzda ortaya konuşunda sorunun püf noktası, bu ayrışmanın açığa çıkarılmasında, kitlelerin burjuvazi tarafından aldatılmasına karşı mücadelede yatmaktadır.

Sosyal-Devrimcilerimiz ve Menşeviklerimiz, tersine, gerçek rollerinin, kitlelerin (“çoğunluk”un) burjuvazi tarafından aldatılmasının aleti, bu aldatmanın tempo tutucusu ve yardakçısı olmak olduğunu tamamen kanıtladılar ve gösterdiler. Sosyal-Devrimciler ve Menşevikler arasında tek tek kişiler ne kadar dürüst olursa olsun, temel politik düşünceleri -proletarya diktatörlüğü ve sosyalizmin zaferi olmadan emperyalist savaştan “ilhakların ve savaş tazminatlarının olmadığı bir barış”a geçişin mümkün olduğu, yine aynı koşul olmadan toprağın halka bedelsiz devrinin ve üretim üzerinde halkın yararına “denetim”in mümkün olduğu-, Sosyal-Devrimcilerin ve Menşeviklerin bu temel politik (ve tabii ekonomik) düşünceleri, küçük-burjuva kendi kendini aldatmadır ya da, ki bu da aynı şeydir, kitlelerin (“çoğunluk”un) burjuvazi tarafından aldatılmasıdır.

Küçük-burjuva demokratlar, Louis Blanc ayarında sosyalistler, Sosyal-Devrimciler ve Menşevikler tarafından ortaya konduğu şekliyle çoğunluk sorununa ilişkin ilk ve en önemli “düzelti”miz budur: çoğunluk aslında yalnızca biçimsel bir momentse ve maddi olarak, gerçekte bu çoğunluk, bu çoğunluğun burjuvazi tarafından aldatılmasını fiilen hayata geçiren partilerin çoğunluğuysa, gerçekte “çoğunluk”un ne yararı var.

Ve tabii ki -burada ikinci “düzelti”ye, yukarıda değinilen ikinci temel hususa geliyoruz-, tabii ki bu aldatma ancak onun sınıfsal temelleri ve sınıfsal anlamı anlaşıldığında doğru kavranabilir. Bu kişisel bir aldatma değildir, (kabaca söylendiğinde) “dolandırıcılık” değildir, sınıfın ekonomik konumundan kaynaklanan yanıltıcı bir düşüncedir. Küçük-burjuva öyle bir ekonomik konumda bulunur, yaşam koşulları öyledir ki, kendini kandırmadan edemez, elinde olmadan ve kaçınılmaz olarak kah burjuvaziye kah proletaryaya doğru çekilir. Ekonomik olarak bağımsız bir “çizgi”ye sahip olamaz.

Geçmişi onu burjuvaziye, geleceği proletaryaya çeker. Yargısı onu buna, önyargısı (Marx’ın ünlü ifadesiyle) diğerine çeker. Halk çoğunluğunun devlet yönetiminde gerçek çoğunluk, çoğunluğun çıkarlarına gerçek hizmet, haklarının gerçekten korunması vs. haline gelebilmesi için, bunun için belli bir sınıfsal koşul gereklidir. Bu koşul şudur: küçük-burjuvazinin çoğunluğunun en azından tayin edici anda ve tayin edici yerde devrimci proletaryaya katılması.

Bu olmadan çoğunluk, belirli bir süre tutunabilecek, parlayabilecek, kıvılcım saçabilecek, gürültü koparabilecek, zafer kazanabilecek, fakat yine de kesin bir kaçınılmazlıkla başarısızlığa mahkum olan bir hayaldir. Geçerken belirtelim ki, Sosyal-Devrimcilerin ve Menşeviklerin Temmuz 1917’de Rus devriminde görüldüğü gibi tattıkları çoğunluğun iflası da bu türdendir.

Devam. Devrimin devletteki “mutat durum”dan farkı, devlet yaşamının tartışmalı sorunlarının -silahlı mücadeleye varana dek- doğrudan sınıfların mücadelesiyle ve kitlelerin mücadelesiyle karara bağlanmasıdır. Kitleler özgür ve silahlı olur olmaz başka türlüsü olamaz. Bu temel ogudan, devrimci bir dönemde,”çoğunluğun iradesi”ni ifade etmenin yeterli olmadığı sonucu çıkar- hayır, tayin edici anda ve tayin edici yerde daha güçlü olmak, zafer kazanmak gerekir. Almanya’da ortaçağ “Köylü Savaşı”yla başlayarak, tüm büyük devrimci hareketler ve çağlardan, ta 1848 ve 1871 yıllarına, 1905’e varana dek, daha iyi örgütlenmiş, daha hedef bilinçli, daha iyi silahlanmış bir azınlığın, iradesini çoğunluğa nasıl zorla kabul ettirdiğinin ve yendiğinin sayısız örneklerini görüyoruz.

Fr. Engels, 16. yüzyıl köylü ayaklanmasıyla 1848 Alman Devrimi’nin belli bir dereceye kadar ortak deneyimlerinden çıkan dersi özellikle vurguladı: yani eylemlerin dağınıklığı, ezilen kitlelerde küçük-burjuva yaşam konumlarıyla bağıntılı olan merkezileşmenin eksikliği. Ve meseleye bu cepheden yaklaştığımızda aynı sonuca varıyoruz: küçük-burjuva kitlelerin basit çoğunluğu hiç bir şeyi tayin etmez ve edemez, çünkü dağınık milyonlarca küçük çifçi ancak ya burjuvazi ya da proletarya tarafından onlara önderlik edilirse örgütlülüğe, eylemlerin politik hedef berraklığına, (zafer için gerekli) merkezlileşmeye ulaşabilir.

Bilindiği gibi, son tahlilde toplumsal yaşamın sorunları, sınıf mücadelesinin en şiddetli, en keskin biçimiyle, yani içsavaşla karara bağlanır. Fakat her savaşta olduğu (gibi-ÇN) bu savaşta da -bu da bilinen ve ilke olarak kimsenin reddetmediği bir gerçektir- tayin edici olan ekonomidir. Bunu “ilkesel” olarak yadsımayan ve bugünkü Rusya’nın kapitalist karakteri konusunda pekala açık olan gerek Sosyal-Devrimcilerin gerekse de Menşeviklerin, gerçeğin gözünün içine soğukkanlılıkla bakma cesaretini gösterememeleri son derece karakteristik ve manidardır. Gerçeği, yani: Rusya dahil her kapitalist ülkenin, üç temel ana güce: burjuvazi, küçük-burjuvazi ve proletaryaya ayrıldığını itiraf etmekten korkuyorlar. Birinci ve üçüncü güçten herkes sözediyor, onları herkes kabul ediyor. İkincisi -yani sayısal olarak tam da çoğunluk!- ne ekonomik, ne politik ne de askeri bakımdan serinkanlılıkla değerlendirilmek istenmiyor.

Gerçeği hazmedemeyiz, Sosyal-Devrimcilerle Menşevikler'in kendini tanımaktan korkusu bu anlama geliyor.

(…)

8 Ağustos (26 Temmuz) 1917

(Seçme Eserler, Cilt: 6, İnter Yayınları, s.184-192)