12 Şubat 2010
Sayı: SİKB 2010/07

 Kızıl Bayrak'tan
Saldırılara yanıt
genel grev-genel direnişle olmalıdır!
“Her yer TEKEL, her yer direniş” şiarıyla genel direnişi yükseltelim!
TEKEL işçileri kime karşı direniyor!
MİB Merkezi Yürütme Kurulu’nun
Şubat ayı toplantısı ve sonuçları
TEKEL’de her gün eylem, her gün direniş!
TEKEL direnişine
açlık greviyle destek
Sınıf devrimcilerinin
TEKEL faaliyetleri sürüyor
Maden ve enerji işçilerinden özelleştirme saldırısına yanıt...
Kobatan Entes patronuna rahat vermiyor
İşçi ve emekçi hareketinden...
Geleneksel solda ciddiyet ve samimiyet bunalımı
İşçi sınıfı direnişlerle kendi ideolojisine yaklaşıyor!
Sermaye devleti direnişi kırmak için çırpınıyor!....
TEKEL işçisi kadınlarla 8 Mart üzerine...
BİR-KAR’dan kriz ve
TEKEL panelleri
Savaş baronları İstanbul’da toplandı
Dünyada işçi ve emekçi eylemleri
İstanbul DLB tatilde mücadeleye ara vermedi
Türkiye’de demokratikleşme sorunu hakkında kısa notlar - M. Can Yüce
Adana’da baskı ve yasaklara
karşı eylem
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Türkiye’de demokratikleşme sorunu hakkında kısa notlar…

M.Can Yüce

Bilindiği gibi uzun yıllardır, “demokrasi” ve “demokratikleşme” sorunu, Türkiye gündeminin en önemli konularından biri olageldi. Belli dönemlerde bu konu ilk sırayı işgal etti, bugün de ilk sıralardaki yerini koruyor. Daha öncesi bir yana, 12 Eylül faşizminden bu yana, bu sorun tartışma konusu olmaya devam etti. Ancak gelinen noktada bu sorun burjuva anlamında ve bağlamında “çözüm sürecine” girebilmiş değildir. Her şeyden önce vurgulamak gerekir ki, bu konunun sürekli ve değişmez bir gündem maddesi olmasının en temel nedenleri ve dinamikleri, Kürdistan ulusal hareketi ve Türkiye devrimci demokratik hareketidir.

Özellikle 1990’ların başından itibaren Kürtler’in, kadınların, Aleviler’in ve diğer “farklı” grup ve eğilimlerin kendilerini, kimliklerini ve taleplerini, özgürlük isteklerini daha örgütlü ve kitlesel olarak ifade etmeleri ile birlikte bu devlet ve düzenin var olan ulusal, dinsel, cinsel ve diğer farklılıkları bastırma, susturma ve kendisini geleneksel-resmi biçimiyle sürdürme olanağının kalmadığı ortaya çıkmıştır.

Farklı ulusların, dinsel, cinsel ve diğer farklılıkların varlığı gerçeği ile TC’nin her açıdan inkârcı, imhacı ve tekçi sistemi büyük bir çatışma ve savaş içindedir; bu, yıllardır çeşitli düzeylerde ve biçimlerde kendisini dışa vurmaktadır. TC’nin resmi çizgisi ve sistemi ile farklılıklarının bilincinde ve bunun özgürlük isteminde olan “farklılıkları” yönetmek, artık mümkün olmamaktadır. Bu temel nedenden dolayı egemenler cephesinde de demokrasi ve demokratikleşme sorunu tartışılmakta ve bu konuda “yeni” politikalar, “paketler” oluşturulmaya ve geliştirilmeye çalışılmaktadır. Ancak bu çalışmalarla birlikte ortaya çıkarılan gürültü ne kadar büyük olursa olsun, işin özüne dokunmamakta, kimi “palyatif” önlemleri, “pansuman tedbirleri” aşmamaktadır. Egemenler cephesinde hiçbir girişim ve eğilimin de bunu aşması ve işin özüne dokunması mümkün değildir. Demokrasi sorunu, gerçekten buna ihtiyacı olan ulusal, toplumsal, dinsel, cinsel ve diğer grupların etkin ve sonuç alıcı mücadelesiyle çözüm sürecine girebilir. Bunun böyle olduğunu aşağıda vurgulayacağımız “demokratikleşme” koşulları ya da “kriterleri”nin kendisi çok net bir biçimde ortaya koyacaktır.

Hatırlatmak gerekir ki, burada sözünü ettiğimiz “demokrasi” veya demokratikleşme konusu, en geniş ve genel anlamda “burjuva” demokrasisidir. Bu bir cümlelik hatırlatmadan sonra Türkiye’de demokratikleşmenin temel koşullarına ya da “kriterlerine” geçebiliriz.

Yaşanan hemen hemen tüm güncel “demokratikleşme” sorunlarının tarihsel bir arka planı var. Başka bir deyişle TC’nin kuruluş “hikâyesi”, felsefesi ve çizgisiyle doğrudan ilişkisi var. Dolayısıyla bu “hikâye”, yani pratik, felsefe ve onun özüyle yüzleşmeden, onunla cepheden hesaplaşmadan ve bunun bütün sonuçlarını ortaya koymadan demokratikleşme konusunda söylenen veya söylenecek her söz ve atılacak her adımın koca bir yalan ve demagoji olacağı çok açıktır. Demokratikleşme programında samimiyetin ilk ve temel koşullarından biri budur. Yani TC’nin kuruluş hikâyesi ve felsefesiyle cepheden yüzleşme ve hesaplaşma gücü ve pratiği samimi ve tutarlı olmanın en temel koşuludur.

Fazla ayrıntıya girmeden bu yüzleşmenin ve hesaplaşmanın ilk ve temel adımını vurgulamamız gerekir:

Bir: Ermeni soykırımı ile hesaplaşmadan TC’nin kuruluş felsefesini, varoluş çizgisini ve ruhunu, en genel anlamda resmi çizgiyi anlamak ve mahkûm etmek mümkün değildir. Soru şu ve çok can alıcı niteliktedir. Ermeni tehciri ve soykırımı, 1. Dünya Savaşı’nın kendi koşulları içinde Osmanlı Devleti’nin aldığı bazı “savaş tedbirlerinin”, “aşırılıkların” bir sonucu mudur? Yoksa iktidar olan İttihat ve Terakki’nin Ulus Devlet yaratma stratejilerinin bir gereği ve onun ilk kitlesel kırım boyutlarında uygulanması mıdır? Bu soruyu tamamlayan ve bunun gereği olan başka sorular da var. Bu soykırımla TC’nin kuruluş hikâyesi ve felsefesi arasında organik, ideolojik ve politik bağlar nelerdir? TC, neden ısrarla “bu tarihsel gerçekle” yüzleşmekten kaçınıyor? Dahası bu konuyu kendi “ulusal güvenlik” sorunu olarak algılıyor? Bu, başından beri “değişmez” bir çizgi olageldi. Neden? Resmi söyleme göre Osmanlı’yı reddeden TC, neden bu konuda bir kopuş değil, bir devamlılık ısrarını vurguluyor? Şunu deyip işin içinden daha kolay sıyrılabilmeyi deneyebilirdi, ama bunu yapmak yerine, ısrarla ve resmi bir çizgi olarak Ermeni kırımını hep “sözde” gibi içi boş bir “savunma” ile savuşturmaya çalışmaktadır? Neden?

Aslında neden çok net ve açık: Ermeni soykırımı, bir programın, o günün Osmanlı sınırları içinde bir ulus devlet yaratma hedefinin ilk ve en kanlı uygulamasıdır!

Dünya Savaşı bu uygulama için en elverişli iç ve dış koşulları sunmuştur. Ermeni soykırımını gerçekleştiren kadro ile TC’yi kuran kadro, en genel çizgileriyle aynıdır. Sadece kadrolar değil, ulus devlet programı da olduğu gibi İttihat Terakki’den devralınır. Dolayısıyla Ermeni kırımı ve bunun arkasındaki programla yüzleşmek ve hesaplaşmak, aslında TC’nin kuruluş ve varoluş temellerini tartışma konusu yapmaktır. Bundan dolayı egemenler bu noktayı en yumuşak bir biçimde geçiştirmeye çalışmaktadırlar.

Tekrar pahasına da olsa vurgulamakta yarar var: TC’nin ulus devlet çizgisini, bunun tarihsel arka planını kavramak için Ermeni soykırımı ile bunu var eden “programı” kavramak zorunludur. İşe buradan başlamamak ise samimiyet konusunda sınıfta kalmakla eşdeğerdir!

Ulusal devlet programı, kaçınılmaz olarak tekçi, mutlak merkeziyetçi, bütün farklılıkları bastırmacı bir yapılanmayı, bir aygıtı kaçınılmaz kılmaktadır. Bundan dolayı Ermeni soykırımı ulus devlet programında kilit bir role sahiptir. Ermeni kırımı konusunda net, açık bir tanıma ve anlayışa sahip olmayan birinin demokrat olması ve bunun gereklerini yerine getirmeleri mümkün değildir.

Devam edecek…
9 Şubat 2010

 

 

Cumartesi Anneleri’nin
oturma eylemi sürüyor...

Cumartesi Anneleri oturma eylemlerinin 254. haftasında Galatasaray Lisesi’nde biraraya gelerek 1993-1994 yılları arasında gözaltında kaybedilenlerin akıbetini sordu.

“Failler belli, kayıplar nerede” pankartının açıldığı oturma eyleminde, kayıpların fotoğrafları ve karanfiller taşındı.

6 Ocak günü gerçekleştirilen eylemde İHD Gözaltında Kayıplara Karşı Komisyon adına basın açıklamasını İHD İstanbul Şube Başkanı Gülseren Yoleri gerçekleştirdi. Yoleri, 1993-1994 yılları arasında gözaltında kaybedilen İhsan Aslan, Hasan Baykara, Kemal Mübariz, Mehmet Gurri Özer, İbrahim Adak, Halil Gürel ve Ali Karagöz’ün dosyalarının Ergenekon Davası kapsamına alınmasını istedi.

Yoleri, 1993 yılının Aralık ayında Cizre’nin Cudi Mahallesi’ne askerler ve korucular tarafından baskın düzenlendiğini belirterek, 1993 yılında Albay Cemal Temizöz’ün emriyle köy korucusu olan Kamil Atağ’ın kardeşi ve beraberindeki askerlerin, İhsan Aslan’ı evinden gözaltına aldıklarını söyledi. Aslan’ın bir daha geri gelmediğini söyleyen Yoleri, operasyonların sürekli devam ettiğini ifade ederek İhsan Aslan, İbrahim Adak ve M. Gurri Özer’in ardından, Hasan Baykara, Kemal Mübariz ile Halil Gürel’in de gözaltına alındıklarını ve bir daha kendilerinden haber alınamadığını ifade etti.

Yoleri, açıklamanın sonunda şunları söyledi: “Bizler evlatlarımızın, eşlerimizin, yakınlarımızın kanını pazarlık konusu etmenize izin vermeyeceğiz. Evrensel hukukun kabul edeceği adalet yerini buluncaya kadar sessiz çığlığımızı yükselteceğiz.”

Kızıl Bayrak / İstanbul