17 Aralık 2010
Sayı: SİKB 2010/48

 Kızıl Bayrak'tan
Birinci yılında TEKEL
direnişinden öğrenmek
Gençliğe dayatılan “geleceksizlik/kölelik” kapanı parçalanmalıdır!
Öcalan’ın Gülen cemaatiyle
ittifak arayışı üzerine
Emek ve meslek örgütlerinden ilerici kurumlardan açıklama
MESS ve uşaklarına karşı mücadele barikatlarını güçlendirelim!
“Metal işçisi iradesini ortaya koydu”..
Merkez TİS Komisyonu’ndan
‘grev’ iradesi
Metalde TİS hazırlıkları
Asgari ücrette 2. perde
Asgari ücret toplu
pazarlık yoluyla
belirlenmeli - İrfan Kaygısız *
Geleceksizliğe karşı
TEKEL işçilerinin yolundan ileri!
Gençlik gelecek ve
özgürlük istiyor!
Buca’da CHP işgali ve
polis-zabıta-ÖGB terörür
Buca Belediyesi direnişinin güncesi
İşçi ve emekçiler “Torba Yasa”ya karşı alanlardaydı
Toplumcu Eksen’in yeni sayısı çıktı!.
Emekliler Ankara’da buluştu!..
Erdal Eren eylem ve
etkinliklerle anıldı.
19-22 Aralık katliamı
10. yılında!..
19-22 Aralık katliamı 10. yılında!
Avrupa’da gençlik sokaklarda
İşçi ve emekçiler sokağa çıktı!
“Emperyalizme ve siyonizme
‘kalkan’ olmayacağız!”
Maraş’ın katili sermaye devleti!
Engelliler haftasında
faşist uğultular.
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

19-22 Aralık katliamı 10. yılında!

 “Unutmadık, unutturmayacağız!”

19-22 Aralık 2000... Bu tarih asla unutulmayacaktır. Bundan tam 10 yıl önce büyük bir vahşet yaşandı bu topraklarda. Katliam emri verenlerin adına “hayata dönüş” dedikleri opresyonun hedefinde 20 zindanda direnen devrimci tutsaklar vardı. Bu tarihin unutulmayacak olmasının nedeni sadece sergilenen vahşet değildir. Bu tarih, zulmün karşısında sergilenen unutulmaz bir direnişin adıdır.

Bu tarih temellerinde komünistlerin ve ezilen halkların kanı olan bir devlet gerçeğine götürmektedir. Tehcirler, sürgünler, kıyımlar, bastırılan Kürt isyanları, taş üstünde taş bırakılmayan Dersim... Sermaye devleti tarafından gururla bakılan bu Türkiye tablosunda kullanılan tek renk insan kanıdır. 19-22 Aralık zindan katliamı da bu tablonun bir parçasıdır. 

Emeğin sömürüsü üzerine kurulu olan bu rejimde hapishaneler düzenin aynası olmaya devam etmiştir. Dışarısını teslim almak isteyenlerin namlularını doğrulttukları ilk adres olmuştur zindanlar. Devletin zindan politikasının bir ayağı yok etmekse, öbür ayağı ise teslim almak olmuştur. Tutsak devrimcileri devrimci değerlerinden, mücadeleden koparmak ve kişiliksizleştirmek için planlı programlı çalışmalar yapılmıştır. 12 Eylül döneminde, zindanlarda bu politika en kaba haliyle hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Ancak 12 Eylül generalleri de devrimci iradeyi teslim almayı başaramamıştır. Açlık grevleri, ölüm oruçları ve sayısız direniş ile bu planları çöpe atılmıştır.

Katliama planlı hazırlık

“Hayata dönüş” adıyla 19 Aralık’ta gerçekleştirilen operasyon, cezaevi katliamlarının en şiddetli halkasını oluşturmuştur. ‘90’lı yıllardan itibaren CIA merkezli planlanan saldırılar tutsakları teslim almaya yönelik hazırlanmıştır. Bunların başında ise hücre saldırısı gelmektedir. ‘91 yılında çıkartılan Terörle Mücadele Yasası (TMY) çerçevesinde hücre tipi cezaevlerinin yasal zemini döşenmiştir. Yasanın ardından devletin devrimci tutsakları hücrelere götürme girişimleri tutsakların direnişiyle püskürtülmüştü. Ancak zindanlara yönelik saldırılar Buca ve Ümraniye cezaevleri katliamlarıyla olduğu gibi sürdü. 

‘96 yılında dönemin İçişleri Bakanı M. Ağar’ın hazırladığı genelgeyle cezaevlerine yönelik yeni saldırı planları yürürlüğe sokuldu. Bu genelgeye göre Eskişehir tabutluğu açıldı ve hücre tipi cezaevlerine geçişin ilk somut adımları atıldı. Aynı zamanda devrimci tutsakların bir dizi hakkı da gaspedildi. Devrimci tutsaklar bu genelgenin iptal edilmesi ve Eskişehir tabutluğunun kapatılması talebiyle Ölüm Orucu direnişine başladılar. 69 gün can bedeli süren direniş 12 devrimci tutsağın şehit düşmesi ve onlarcasının sakat kalması pahasına zafere ulaştı. Ancak ’96 SAG ve ÖO Direnişinin üzerinden çok uzun süre geçmeden 10 tutsağın katledildiği Diyarbakır zindan katliamı gerçekleşti.

‘97 yılında çıkan Ağustos genelgesinin ardından ise F tipi cezaevleri inşaatları başlamıştı. 26 Eylül ‘99 tarihinde gerçekleşen 10 devrimci tutsağın yaşamını yitirdiği Ulucanlar katliamı ile hücre saldırısı startı da verilmiş oldu. Böylelikle bir yandan kamuoyuna koğuşların “tehlikeli” olduğu ve “oda” sistemine geçilmesi gerektiği anlatılıyor, diğer yandan ise cezaevlerindeki devrimci tutsaklara direnildiği ve hak talep edildiği koşullarda sonlarının Ulucanlar olacağı mesajı veriliyordu. Keza Burdur Cezaevi’ne gerçekleştirilen saldırının mesajı da aynıydı.

Hücre yapımları hızla sürerken, devletin F tiplerini meşrulaştırma kampanyaları da devam etti. İçeride devrimci tutsaklar, dışarıda tutsak yakınları, devrimciler ve ilerici kamuoyu hücre karşıtı mücadeleyi örüyorlardı.

Sürecin ilerleyen günlerinde 3 devrimci örgüt (TKİP, TKP(ML), DHKP-C) zindanlarda beklemeci tutuma son vererek, yaklaşan saldırıya önden yanıt vermek amacıyla 20 Ekim tarihinde Ölüm Orucu Direnişi’ne başladılar. Cezaevleri yeni bir zindan direnişine daha tanıklık ediyordu. Direnişin coşkusuyla kamuoyu hareketlenmiş, tutsak yakını örgütlenmelerinden sendikalara, aydın ve sanatçılara kadar herkes direnişe sahip çıkmıştı. Bir süre sonra diğer devrimci çevrelerden de direnişin etkisiyle açlık grevlerine katılımlar oldu.

Direnişin gücü karşısında Adalet Bakanlığı yeni bir manevra daha geliştirdi. F tiplerinin açılmasının ileri bir tarihe ertelendiğini söyleyerek direnişi bitirme çağrısında bulundu. Bu, devrimci tutsakları oyalamak ve direnişi kırmaya çalışmaktan başka bir anlama gelmiyordu. Bu nedenle devrimci tutsaklar tarafından kabul edilmesi mümkün değildi. Bu noktadan sonra devlet katliam hazırlıklarını hızlandırdı. Medyaya yayın yasağı konuldu, hastanelerde direnişçiler için özel bölümler hazırlandı, aydın ve sanatçılar susturuldu, aracı heyetin işlevi kaldırıldı, son olarak tüm kitle eylemlerine vahşice saldırıldı.

Katliam ve direniş

19 Aralık’a böyle bir sürecin sonunda gelindi. Operasyon ise bugüne kadar yapılan operasyonları aşan bir kapsamdaydı. 20 cezaevine birden aynı saatte gerçekleşen operasyonda binlerce asker, polis, gardiyan, özel tim kullanıldı. Ateşli silah, gaz bombaları, yakıcı kimyasallar, demir çubuk vb. ile devrimci tutsaklara saldırıldı. Operasyon sonucunda 28 devrimci tutsak başta ateşli silahlarla ve yakılarak vahşice katledildi. Yaralı ve sağ kalan binlerce tutsak ise F tipi cezaevlerine sevkedildi. İşkenceler buralarda da sürdü. Kimlerin nereye gittiği günlerce belli olmadı.

19 Aralık’taki vahşi katliamın öteki yüzü ise sergilenen ölümüne direnişti. Her bir cezaevindeki tutsaklar saldırıyı direnişle yanıtladılar. Bedel ödeme kararlılığıyla sonuna kadar direnildi. Ümraniye ve Çanakkale cezaevlerinde direniş 4 gün boyunca devam etti. Tüm cezaevlerindeki devrimci tutsaklar direniş geleneğinin sürdürücüsü oldular. Bu süreç boyunca aralarında Hatice Yürekli yoldaşın da olduğu toplam 122 devrimci tutsak ölüm oruçlarında şehit düştü, onlarcası sakat kaldı.

Katliamın suç ortakları

19-22 Aralık katliamı ve devamında sürdürülen direniş, geçmişten geleceğe devredilen lekesiz bir bayrak olarak dalgalanmaya devam ediyor. Sınıflar mücadelesinde öylesine anlar vardır ki kendinden sonraki zaman dilimi içinde örnek alınacak tarihsel derslerle doludur. 10. yılına girdiğimiz bu katliam da böyledir. Her şeyden önce 19-22 Aralık katliamı düzenin gerçek kimliğini gösterirken uşaklarının maskesini düşürmüştür. Dönemin başbakanı olan Ecevit kendisinden umut bekleyen emekçilere gerçek yüzünü bir kez daha göstermiştir. Düzen solundan hala daha medet umanlar bu vahşete bir göz atmalıdır.

Yine bu katliamda sahibinin sesi burjuva medya yaptığı yayınlarla tetikçilik yapmaktan geri kalmamıştır. Cumhuriyet gazetesinin sözde demokrat yazarlarından “sahte oruç, kanlı iftar” başlığı atan gerici medyasına kadar düzen medyası devrimcilerin katledilmesinde suç ortağı olmuşlardır. Burjuva medya bu ülke tarihindeki tüm kanlı provokasyonların zeminini önceden hazırlamakla ünlenmiştir. Resmi tarihin borazanıdır onlar. 1951 olaylarından ‘77 1 Mayısı’na, 12 Eylül’den günümüze her katliamın arkasında onlar vardır. 19 Aralık günü gazete manşetleri de kan kokmaktadır.

Bu katliam emperyalizmden gelecek demokrasiden medet umanlar için de bir aynadır. Çünkü F Tipleri AB tarafından da onaylanmıştır. Katliamın üzerinden daha yalnızca 48 saat geçmişken, üç emperyalist finans odağı peşpeşe aldıkları kararlarla katliamcıları ödüllendirerek katliamı kutsamışlardır. IMF İcra Kurulu 10 milyar dolarlık krediyi onaylamıştır. Dünya Bankası ise 5 küsür milyar dolarlık bir başka krediyi onaylamıştır. Bunlar devrimci tutsaklara karşı sergilenen acımasızlığın, bu acımasızlık üzerinden sergilenen sözde kararlılığın emperyalist merkezlerce ödüllendirilmesidir.

Kendine demokrat AKP hükümetinin demokratlığının, Ecevitler ve CHP gibi düzen solcularının sahte demokratlığından bir farkı olmadığının sayısız kanıtı vardır kuşkusuz. F tipi cezaevlerinin mimarlarından olan ve operasyon sırasında Cezaevleri Genel Müdürlüğü görevinde bulunan Ali Suat Ertosun’a 2004 yılında AKP hükümeti kararıyla Devlet Bakanı Cemil Çiçek tarafından ‘Devlet Üstün Hizmet Madalyası’ verilmiş olması bu yüzden hiç de şaşırtıcı değildir.           

Reformizmin utanç verici tutumu

Bu vesileyle dile getirilmesi gereken bir başka gerçek reformist partilerin bu katliam sürecinde sergilediği tutumdur. ÖDP Başkanlık Kurulu’nun 12 Aralık 2000 tarihli “acil” genelgesi unutulmayacaktır. Bütün ÖDP örgütlerinin derhal sokaktan çekilmesine, bütün ÖDP binalarının açlık grevi direnişlerine ve tutuklu yakınlarına kapatılmasına, şurada ya da burada açlık grevinde olan bütün ÖDP’lilerin bu eyleme derhal son vermesine, tüm bu kararlara mutlak biçimde uyulmasına yönelik utanç verici bir genelgedir bu. SİP-TKP’nin tutumu ise ÖDP’den daha vahim bir noktadaydı. ÖDP hiç değilse çatışma sertleşene kadar eylemlerin içindeydi. SİP-TKP ise bu süreç boyunca ortalıkta gözükmezken bizzat Aydemir Güler katliamın hemen sonrasına, oluk oluk devrimci kanı akarken kaleme aldığı bir yazıyla yüz kızartıcı bir tutum almıştır. Yine gazetesinde ilerici günlük bir gazetenin konuya dair yazması gerekenleri yazmak dışında EMEP de bu süreç boyunca sokakta görülmemiştir.

Görkemli direniş hafızalardan silinmeyecek!

Şimdi aradan 10 yıl geçti ve sular duruldu sananlar yanılıyor. Bu topraklar devrim toprağıdır. Kıyımlar, katliamlar, infazlar nafiledir. Devrim umudu filizlenmeye devam etmektedir. Çünkü bu toprağın bereketini devrim için savaşta düşenler arttırmaktadır. 19-22 Aralık tarihi hafızalarda sadece faşist sermaye diktatörlüğünün sergilediği vahşetle anılmayacaktır. Bu tarih tüm yönleriyle bilinçlerde bir berraklık sağlamaya yardımcı olurken, aynı zamanda devrimci direnişin görkemli bir sembolü olarak da hafızalarda kalacaktır. Bugün olduğu gibi gelecek kuşaklar bu tarihten, devrim davası uğruna gösterilen baş eğmez direnişçiliği öğreneceklerdir.

 

 

 

“Kazananlar her zaman direnenlerdir”

M. Kurşun

19 Aralık katliamının üzerinden 10 yıl geçti. 20 Ekim 2000’de direnişe başlarken temel şiarımız “İçerde dışarıda hücreleri parçala!” olmuştu. Uzun yıllar olmasa bile epeyce bir süredir içerde olduğum için, dışarıdaki hücreleri, kafamda tam canlandıramıyordum. Hücreler mekansal olarak zindanlarda inşa edilmişti. 19 Aralık’ta 20 zindana birden eş zamanlı gerçekleştirilen katliamla, hücreler uygulamaya sokuldu ve artık hücrelerdeydik. Ama dışarıdaki hücreler nelerdi? Bu soruya yanıtı tam olarak dışarı çıkınca, dışarıdaki hücreleri  görünce buldum.

Örneğin, içerde A blokla C blok arası haberleşmek neredeyse imkansız denecek kadar zordu. Ama -abartarak söylüyorum- A blokta bir tutsak hapşırsa, C bloktaki yoldaşı “çok yaşa” diyordu. Yani mekansal olarak hücrelere hapsedilmiştik ama, kafa ve yürek olarak hücrelere hiç girmedik. Ancak dışarıda da bunun tam tersi vardı. Mekan olarak kimse hücrelerde değil, ama kafa ve yürek olarak herkes hücrelerdeydi. Bu durum yalnızca işçi emekçilerde değil, yazık ki, devrimcilerde de böyleydi. İçerde ölüme kararlılıkla giden yoldaşların siper yoldaşlarının yüzündeki coşku dışarıda yoktu. İçerde değil ama dışarıda “yenilgi” psikolojisi vardı. İşçi emekçilerin hücrelere hapsolmasının teorik çözümlemesini yapmak kolay, ama devrimcilerin bu durumunun çözümlemesi kolay değildi.

İçerde 20 zindana birden aynı anda saldırılacağını düşünmesek bile, her zindan kendi imkanlarıyla saldırıya hazırlıklıydı. En büyük cephanemiz de Ulucanlar direnişiyle bir üst boyuta sıçratılan direniş geleneğiydi. Bu yüzden 19 Aralık’ta sermayenin hunharca saldırısına rağmen, hücrelere konduk ama yenilmedik. Hatta siyasal olarak zafer kazandık.

Ne var ki, dışarısı ne teknik olarak, ne de moral olarak 19 Aralık saldırısına hazırlıklı değildi. 19 Aralık’ta dışarıda, içerdekiyle aynı şiddette olmasa bile aynı oranda bir saldırı gerçekleşti. Dışarısı içeriye destek olmak bir yana, saldırıya karşı kendini koruyamadı. 19 Aralık’tan yaklaşık 15 gün sonra günlük gazeteleri almaya başladığımızda, 19 Aralık sonrası içeriye azımsanmayacak sayıda devrimci girmesine karşın, yine de gazetelerde eylem haberleri aramaya başlamıştık. Yazık ki, ya hiç eylem yapılmamıştı ya da burjuva basının sansür duvarını aşabilecek güçte eylemler yapılmamıştı. Oysaki 18 Aralık’ta dahi sayısı binleri geçen eylemler oluyordu. Özcesi sermaye içerde amacına ulaşamasa bile, dışarıda –o gün için- amacına ulaşmıştı. İçerisi için güçlü bir şekilde “yenilmedik” derken, dışarısı için aynı şeyi söyleyemiyordum. İçeride kafa ve yüreklere kurulamayan hücreler dışarıda kurulmuştu. Elbette bu sadece 19 Aralık saldırısına dayanan bir durum değil, nedenleri üzerine uzun uzun yazmak gerekir, ama şimdi sadece sonucu üzerinde duruyorum.

İçerisi ve dışarısı farklı cepheler olduğu için ilk anda psikolojik durum farklı olsa bile, devrimci hareket bir bütün olduğu için, bir süre sonra durum aynılaştı. İçerde teslim olmama kararlılığı aşınmadı ama, kazanma kararlılığı aşındı. İçerideki dökülmeler bile, bundan sonra başladı. Dökülmelerin çokluğuna rağmen, toplam olarak teslim olmama kararlılığı korundu. Bu kararlılık, yılların direniş birikimiyle, 19 Aralık direnişinin üzerinde duruyordu. Böylesi sağlam bir temel üzerinde yükselen kararlılık sarsılmıyordu.

Bugün içerde olduğu gibi dışarıda da hücreler yıkılmış değil. Ama özellikle son iki yıldır dışarıdaki hücrelere darbeler iniyor. TEKEL direnişi ve sınıfın nispeten hareketlenmesi, 19 Aralık’ta devrimcilerin üzerine kalın bir örtü olarak örtülen yenilgi psikolojisini araladı. TEKEL direnişiyle sınıf hücrelere güçlü bir darbe vurdu. Genel grev şiarı cılız da olsa bu direniş sayesinde yaşam buldu. Genel grevin ve genel direnişin zayıflığı, başta Türk İş olmak üzere sendikal bürokrasinin çabaları sayesindedir. Sınıfın diğer bölüklerinin sınırlı da olsa, TEKEL işçileri için eyleme geçmesi hücrelere vurulmuş bir darbedir. Bu darbe devrimciler üzerindeki uğursuz örtüyü de araladı. Sınıf, kendisini görmeyenlere öncülük etti! Son iki yıldaki gelişmeler 19 Aralık katliamının hesabının sorulması ve hücrelerin yıkılması için, dayanılacak zemini bir kez daha gösterdi: İşçi sınıfı. TEKEL işçileri de devrimci tutsaklar gibi somut olarak kazanamamış olsalar bile, gösterdikleri direniş düzenin birçok duvarını tuzla buz etti.

Son olarak bilinen bir sözü yinelemek yerinde olur: Direnenler her zaman kazanamayabilir. Ama kazananlar her zaman direnenlerdir!

(19 Aralık katliamından önce Çankırı Cezaevi’nde bulunan Muharrem Kurşun, Ölüm Orucu Direnişi’ne 1. Ekip’ten katıldı. Operasyonun ardından Sincan F Tipi Cezaevi’ne konuldu. Soluksuz sürdürdüğü direnişin ilerleyen evrelerinde kaldırıldığı hastaneden tahliye edildi...)