03 Aralık 2010
Sayı: SİKB 2010/46

 Kızıl Bayrak'tan
WikiLeaks ifşaatını emperyalizme sadakat gösterisine dönüştürdüler.
AKP hükümeti ABD emperyalizmine sadakatini ispatlama telaşında!
WikiLeaks belgeleri: Çürüme,
kokuşma ve küstahlığın kanıtları
MESS dayatmalarına Gebze’den kitlesel yanıt
İşçiler 28 Kasım mitingini
değerlendirdi
“Sonuna kadar direneceğiz!”
Metal İşçileri Birliği Merkezi Yürütme Kurulu Aralık Ayı
CHP’nin “yeni” imajına işçi tokadıı
Akdeniz Çivi işçileri
CHP’yi işgal etti!
Buca Belediyesi’nde
taşeron işçiler direnişte!
KESK’te genel kurullar süreci ve Sosyalist Kamu Emekçileri’nin temel mücadele ilkeleri
Bürokratik çürümeye karşı KESK’e ve değerlerine sahip çıkalım!
İzmir’de coşkulu “Ekim devrimi ve ulusal sorun” paneli..
Ankara’da “Ekim Devrimi ve
Ulusal Sorun” paneli
TEKEL işçilerinin
mücadelesi sürüyor..
BETESAN’da direniş ateşi büyüyor!
Essen’de ırkçı
etkinlik engellendi.
İsviçre'de ırkçı yasa kabul edildi
Kuzey-Güney Kore çatışması
üzerine… - S.Yalçınkaya
25 Kasım’da kadınlar alanlara çıkt
Haydarpaşa Garı yanarken.. N. Asya.
KESK’li tutuklularla dayanışmaya!
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

KESK’te genel kurullar süreci ve Sosyalist Kamu Emekçileri’nin temel mücadele ilkeleri

KESK ve bağlı sendikalarda “koltuk savaşları” başlıyor. Bir kez daha “iki senden üç benden” pazarlıkları eksenine oturan, bu pazarlıklarda “ortaklaşılabildiği” ölçüde ittifakların kurulduğu ya da koltuk paylaşmada anlaşılamadığı ölçüde ayrı ittifakların içerisine düşüldüğü bir genel kurul süreci izleyeceğiz.

Bilindiği gibi genel kurullar sendikaların en yetkili ve en geniş tabanlı karar organları olarak tanımlanmaktadır. İstisnai çabaları bir yana bırakırsak, sendika genel kurullarının sendikaların kangrenleşmiş sorunlarına çözüm üretme platformları olarak işlev görmediği, yönetim mekanizmalarının paylaşımına indirgenmiş bir grupsal rekabet platformları haline geldiği bilinmektedir. Bu gerçeklik “ne yapmamak gerektiği” konusunda bir şeyler söylemekle birlikte, “ne yapmak gerektiği”ne ilişkin tek başına bir yanıt oluşturmuyor. Gerçekliği görmek ve onu değiştirmek iki farklı şeydir. Değiştirme eylemi ise ancak değiştirmek istediğimiz gerçekliği tanımayı, “neyi hangi yönde” değiştirmek istediğimizi ortaya koymayı ve değiştirme iradesini açığa çıkarma çabasına girişmeyi gerektirmektedir. Öyleyse sorunları masaya yatırmak, sendikal hareketteki yönelimi somut veriler ışığında tanımlamak, kimle nerede ayrıldığımızı ve nerede buluşabileceğimizi ortaya koymak bu broşürün konusu olacaktır.

Kamu emekçileri hareketinin mevcut tablosu ve önderlik sorunu üzerine

Kamu emekçileri hareketi uzun yıllardır çok yönlü bir saldırı dalgasını yaşıyor. Sermayenin liberal saldırıları adım adım hayat buluyor. Sözleşmeli-esnek çalışmadan sağlık ve eğitim başta olmak üzere kamu hizmetlerinin piyasalaştırılmasına kadar bir dizi saldırı programı hayata geçirildi ve geçirilmeye devam ediyor. Bugün gelinen noktada bu saldırı dalgası, kamu hastanelerinin özelleştirilmesi, iş güvencesinin ortadan kaldırılması, sözleşmeli ve esnek çalışmanın temel çalışma biçimi haline getirilmesi hedefine kilitlenmiş bulunmaktadır. Bu çok yönlü saldırı dalgası karşısında kamu emekçileri hareketi ise tarihinin en geri noktasında bulunuyor. Hareketin saldırılar karşısındaki parçalı ve örgütsüz tablosunun gerisinde ise “emekçilerin mücadele niyetlerinin olmaması” değil, kamu emekçilerinin beklentilerini karşılayacak bir sendikal önderliğin ortaya konulamaması, tabanda gelişen tepki ve dinamiklerin bizzat izlenen sendikal çizgi eliyle kötürümleştirilmesi gerçeği bulunmaktadır.

Sermayenin kamu emekçilerine yönelttiği saldırıların tek boyutu iktisadi saldırılar değildir. Bir başka boyutunda ise emekçilerin mücadele örgütlerinin “icazet” çizgisine çekilmesi, gerici sendikaların güçlendirilerek KESK ve bağlı sendikaların güçten düşürülmesi ve giderek tasfiye edilmesi gibi siyasal hedefler bulunmaktadır. Bugüne kadar ve özellikle de 4688 sayılı yasa sonrasında, sermayenin siyasal saldırılarının sendikalarımızda gerçeklik bulmasının en dolaysız aracı izlenen uzlaşmacı-icazetçi sendikal çizgi olmuştur. Bu her şeyden önce sendikalarımızda etkin bir rol oynayan Türkiye solunun önemli bir bölüğünün düzen karşısındaki konumları ile ilgilidir. “Düzenin demokratikleştirilmesi” eksenine oturmuş ve ehlileştirilmiş bir siyasal düzlemin, sendikalardaki yansıması da emekçilerin fiili mücadelesine dayanan bir mücadele çizgisi yerine bu mücadeleyi yasal sınırlara hapseden, kendisini yasaların çizdiği sınırlara uyarlayan bir sendikal çizgi olmaktadır.

Dün olduğu gibi bugün de kamu emekçileri hareketinin temel sorunu önderlik sorunudur. Önderlik sorunu çözümlenemedikçe sendikalarımız ile emekçiler arasındaki mesafe daha da açılacak, KESK ve bağlı sendikalar güç kaybetmeye devam edecek, sermayenin saldırıları hayat bulacaktır. Önderlik sorunu ise yalnızca dar anlamı ile “sendika yönetimlerinin dönüştürülmesi-değiştirilmesi”ne indirgenemez. Özünde bu, işin belirleyici değil, tali yanıdır. Önderlik sorunu reformcu sendikal-siyasal gruplar tarafından bu dar kapsamı ile ele alınmakta, böyle olduğu ölçüde de “yönetim kademelerinde temsil edilme”ye indirgenmiş ve genel kurul süreçlerini de “yönetim belirleme aritmetiğine” dönüştüren bir dar pratikçiliği bizlere dayatmaktadırlar. Önderlik sorunu her şeyden önce bir sendikal çizgi sorunudur. Geniş anlamı ile sendikal çizgi, sendikalara bakışta, mücadele ve eylem biçimleri karşısındaki tutumda, sendika-siyaset ilişkisinin ele alınışında, düzen karşısındaki konumlanışta kendisini ortaya koyar. Önderlik sorununun bir başka boyutunu ise sendikal çizgi ile diyalektik bir bütünlük içinde sendikal işleyiş sorunu oluşturmaktadır. Sendikal işleyiş kavramı, üye-sendika ilişkisinde, yönetim ve karar mekanizmalarının işleyiş biçiminde ifadesini bulmaktadır. Böylesine geniş bir içeriğe sahip olan “önderlik ihtiyacı” kavramını, somut olgular ışığında ele almak ve önümüze somut görevler belirlemek, genel kurul süreçlerine bakışımızı da bu görevler ışığında ortaya koymak, kamu emekçileri hareketine vermek istediğimiz yönü tanımlayabilmek açısından büyük önem taşımaktadır.

KESK ve bağlı sendikalarda çizgi sorunu

Önderlik sorununun bir ayağının sendikal çizgi sorunu olduğunu belirtmiştik. Sendikal çizgi kavramı süreçlerden kopuk, soyut bir kavram değildir ve bu nedenle de izlenen çizginin yanlışları somut olgular üzerinden ele alınmalıdır. Uzun yıllardır sendikalarımıza hakim olan uzlaşmacı çizginin bugün geldiği boyutları ortaya koymak açısından, belirli süreçler üzerinden, KESK’in ve sendikalarımızın son bir yılının değerlendirmesi bu konuda aydınlatıcı bir rol oynayacaktır.

2009 yılı toplu görüşme süreçlerinde “TİS yoksa grev var” şiarını yükselten KESK, Kamu-Sen ile birlikte 25 Kasım 2009 tarihinde hizmet üretiminden gelen gücünü kullanmıştı. 25 Kasım grevi “uyarı eylemi” biçiminde gerçekleştirilmiş, bir kez daha kamu emekçilerinin mücadele dinamiklerinin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynamıştı. Ne var ki KESK, ortaya çıkan mücadele dinamiklerini uzun erimli bir mücadele programının hayata geçirilmesinin dayanağı yapmak yerine, “uyarmakla” yetinmiş ve 25 Kasım’ın sonrasını boş bırakarak dinamiklerin heba edilmesine yol açmıştır. Öyle ki, 25 Kasım grevi nedeniyle soruşturma terörüne maruz kalan ve BTS öncülüğünde 16 Aralık’ta ikinci kez greve çıkan demiryolu çalışanları yalnız bırakılmıştır. BTS’nin tutarlı ve kararlı tutumu ile demiryolu emekçileri, bir greve katılmakla kalmamış, grevin savunulmasının da bir mücadele hedefi olduğunu göstermiştir. Görevden uzaklaştırılan üyelerinin bulunması nedeniyle Türk Ulaşım-Sen de BTS’nin dirençli tutumunun etkisiyle sürecin içerisinde yer almış, ancak tüm süreci belirleyen BTS’nin militan direnişi olmuştur. Bu sayededir ki görevden uzaklaştırılanlar tekrar görevine dönmüşler, demiryolu çalışanları ender rastlanan bir kazanım sağlamışlardır.

25 Kasım’ı izleyen günlerde ise TEKEL işçilerinin 4/C köleliğine karşı direnişi boy göstermiştir. Sendika bürokratlarını da önüne katan TEKEL direnişi, sınıf hareketinde yeni bir çıkışın koşullarını ortaya çıkarmış, işçi ve emekçilerin TEKEL direnişi etrafında saflaşmasında önemli bir rol oynamıştır. TEKEL işçilerinin yaktığı ateş, TARİŞ, İSKİ, İtfaiye, Marmaray, Çemen Tekstil ve daha birçok direnişin gelişmesinde etkili olmuş, harekete geçirici ve birleştirici bir etki yaratmıştır. TEKEL işçilerinin kuralsız-esnek çalışma dayatması karşısındaki militan mücadelesi, özelleştirme ve esnek çalışma dayatması ile yüz yüze bulunan işçi ve emekçiler açısından uyarıcı bir etki yapmış, sınıfın kalbi TEKEL direnişinde atmaya başlamış ve bir dizi dayanışma eyleminin örgütlenmesine vesile olmuştur. Kamu hizmet kurumlarının, sermayenin esnek-kuralsız çalışma ve özelleştirme saldırısının temel hedeflerinden birisi olduğu düşünüldüğünde, özü itibariyle TEKEL direnişinin bu saldırıya verilmiş bir yanıt olarak algılanması gerekirdi. Bu aynı süreçte iş güvencesi, AKP hükümeti eliyle grev ve toplu sözleşme hakkına karşılık gösterilen bir pazarlık malzemesi haline getirilmişti. Bu nedenledir ki, TEKEL işçilerinin mücadelesi kamu emekçilerinin iş güvencesinin korunması mücadelesi olarak algılanmalı, KESK kendisini direnişin öznesi haline getirmeliydi. Yapılması gereken salt dayanışma eylemleri ile yetinmek değil, TEKEL işçilerinin kuralsız çalışma karşısında yükselttiği mücadeleyi, kamunun tasfiyesi ve iş güvencesinin ortadan kaldırılması yönündeki saldırılara karşı kamu emekçilerini harekete geçirmek doğrultusunda genişletmek olmalıydı. Ne var ki KESK, dayanışma tutumunun ötesine geçememiş, dayanışma tutumunun sınırlarını ise Türk-İş bürokratlarının tutumu belirlemiştir. Başından beri direnişin önünü alma tutumu içerisinde olan ve Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararı vermesini gerekçe gösteren Türk-İş ve Tek Gıda-İş bürokratları, “mücadeleyi illere yayma”, “1 Nisan’a kadar ara” gibi söylemler eşliğinde işçilerin tepkisine rağmen direniş çadırlarını kaldırmışlardır.

TEKEL direnişinin sendika bürokrasisini aşamamasında ve kırılmasında, reformcu sol grupların aldıkları tutumların da rolü bulunmaktadır. Sendikal bürokrasiye karşı yine sendika bürokratlarına yaslanma tutumu reformcu sol harekette önemli bir yerde durmaktadır. TEKEL direnişinin kırıldığı ve çadırların söküldüğü bir dönemde, reformcu akımlardan biri “direnişi illere yaygınlaştırma” söylemini öne çıkartırken, ihanetin öncülerinden Tek Gıda-İş Genel Başkanı Mustafa Türkel’i yayın organlarında manşete çıkarmaktan geri durmamıştır. Reformcu sol akımların bazıları ise AKP karşıtlığı üzerinden TEKEL işçisi içerisinde üyeler kazanmış, ancak kazandıkları bu üyelerin önüne hiçbir somut görev koymamışlardır. Reformcu sol grupların, “direnişi illere yayma” söylemi ve edindikleri işçi üyelerin önüne somut görevler koymayan beklemeci tutumları sendika bürokratlarının elini güçlendirmiş, işçilerin ihanetçi-işbirlikçi sendikacılar tarafından kandırılmasını kolaylaştırmıştır. Bu aynı reformcu gruplar, bir grup öncü TEKEL işçisinin direnişi yeniden canlandırma çabasına da katılmamışlardır.

Türk-İş bürokratlarının arkasından sürünme tutumu KESK’i, 2010 1 Mayıs’ında sendikal ihanete tepkisini ortaya koyan ve Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu’yu konuşturmayan TEKEL işçilerini kınamaya kadar sürüklemiştir. Tarihinde ilk kez KESK, işçi ve memur sendikalarının ihanet şebekeleri ile yan yana gelerek ihanete tepki gösteren işçileri “bir avuç” olarak nitelendiren ve kınayan bir açıklamaya imza atmıştır. TEKEL direnişi yalnızca sermaye devletinin gazlı-coplu saldırılarına rağmen değil, aynı zamanda işbirlikçi sendika bürokratlarının direnişi etkisizleştirme çabalarına rağmen gelişmiş ve giderek sendika bürokratları karşısında bir mücadele mevzisi haline de dönüşmüştür. TEKEL direnişinin bu yönü gecikmeden sendika bürokrasisinde de bir karşı reflekse dönüşmüş, bu cepheleşmede KESK, attığı imza ile ihanetçi sendika bürokratlarının yanında saf tutmuştur. Tüm bunlara 26 Mayıs fiyaskosu eşlik etmiştir. 

2010 yılında sol harekette ve KESK’te turnusol işlevi gören bir başka olgu da Anayasa Referandumu olmuştur. Sendikal harekette ve reformcu sol harekette “sendika bürokrasisine yedeklenme” eğiliminin önemli bir yer tuttuğunu belirtmiştik. Bu eğilimin siyasal düzlemdeki karşılığı ise sermayenin gündemlerine hapsolma ve sermayenin iç çekişmelerinde yedeklenme olmaktadır. Referandum süreci özünde sermayenin uzun yıllardır yaşadığı iç dalaşın ve iktidar kavgasının bir ürünü olarak gündeme gelmişti. Türkiye sol hareketinin bir bölümü “yetmez ama evet” tutumu ile bu dalaşta fiilen AKP’ye örtülü(!) bir destek sunarken, diğer reformcu akımların önemli bir kısmı “ona da buna da hayır” diyerek düzen muhalefetinin “hayır” cephesinin arkasında konumlanmışlardır. Kuşkusuz bu anlayışların düzen güçleri arkasına yedeklenmeleri niyetleri ile değil, aldıkları tutumun somut durum karşısındaki sonuçlarıyla ilgilidir. Tüm bu akımların kendi tutumlarına yine kendi çizgilerine uygun yanıtlar üretebilecekleri kesindir. Ne var ki sınıflar mücadelesinde aslolan “söylem” değil “eylem”dir. Referandum sürecinde “evet” ve “hayır” cephesinde yer alan sol akımlar ile “boykot” cephesinde yer alan akımların önemli bir kesiminin ortak paydasını “demokratik Anayasa” istemi oluşturmuştur. Bu ise özünde “düzeni demokratikleştirme” çizgisi anlamına gelmektedir. Sınıflar mücadelesinin tarihi en küçük bir yasal kazanımın bile ancak fiili mücadele ile elde edilebileceğini, mevcut yasal hakların ise ancak fiili mücadele ile kullanılıp-korunabileceğini binlerce kez kanıtlamış olmasına rağmen, sol hareketin önemli bir bölümü, sınıfın bağımsız tutumunu örgütleme çabasına girişmek yerine, sermayenin iç iktidar dalaşının ürünü olarak gündeme gelen referandum sürecinde emekçileri kutuplardan biri arkasında taraflaştırmaya dönük bir çizgi izlemiştir.

Emek güçlerinin ve emekten yana grupların, düzen güçlerinin propagandası altında işçi ve emekçilerin yaşadıkları kutuplaşma karşısında emekçileri uyarmaları, işçi ve emekçilerin gözünü sandıkta alınacak tutuma değil, referandum sürecinin yarattığı politik ilgiden de yararlanarak talepler uğruna mücadeleye çevirme çabasına girişmeleri gerekirdi. Ne var ki bu, “12 Eylül anayasası” ile “AKP yaması”na sıkıştırılmış bir referandum oyununda sandığı göstererek yapılabilecek bir iş değildir. Sandık karşısında alınacak tutum bir yana KESK’in yapması gereken referandum gündemi vesilesiyle “grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı” talebi başta olmak üzere yıllardır uğruna mücadele edilen talepler doğrultusunda kamu emekçilerini fiili bir mücadeleye çekmek ve burjuva propagandanın etkisi ile yaşanan bölünmeyi bu mücadele içerisinde en aza indirmeye çalışmak olmalıydı.

KESK ve bağlı sendikalar içerisindeki reformcu akımlar referandum sürecinden kamu emekçilerini demokratik hak ve özgürlükleri için mücadele sahnesine çıkarma yönünde yararlanacakları yerde, “evet-hayır” tartışmalarına mahkum etmişlerdir. KESK’in toplu görüşme sürecinde “referandum sonrası toplu sözleşme” talebiyle çıkması ise “toplu sözleşme” talebinin referandum gölgesine alınması anlamına gelmiştir. 2010 toplu görüşmeleri süreci KESK’in toplu görüşme dönemlerindeki en cılız eylemlerine sahne olmuş, toplu görüşme masası “referandum” pazarlığına dönüştürüldüğü gibi, masayı terk etmek ise fiili bir mücadele sürecine hazırlanmak değil, bir bütün olarak “tutumsuz” kalmak biçiminde şekillenmiştir. KESK’e bağlı sendikalar ise “referandum” gündemine hapsolmuş ve toplu görüşme dönemlerine tam bir duyarsızlık sergilemişlerdir. Bu şu veya bu ölçüde farklar olsa da, sendikalarımızda hakim anlayışların özünde emekçilerin gündem ve taleplerinden ne ölçüde kopuk olduklarını ortaya koymaktadır.

Geride bıraktığımız bir yıllık dönemde, sendikal hareket adına başarı sayılabilecek tek olgu 1 Mayıs’ın tatil günü ilan edilmesi ve Taksim’in 1 Mayıs alanı olarak açılması olmuştur. Ne var ki bu kazanım, KESK ve DİSK’in 2009 1 Mayıs’ında yaptıkları “makul çoğunluk” pazarlığının utancını silmeye yetmemektedir. Üstelik bu kazanımda “makul çoğunluk” içinde yer alamayan ve militanca direnen devrimci işçi, emekçi ve gençlerin rolü yadsınamaz bir gerçek olarak durmaktadır.

Sendika nedir: Hak alma ve mücadele örgütü mü, protesto örgütü mü?

Sendikal çizgi kavramının sendikalara bakışta, mücadele ve eylem biçimleri karşısındaki tutumda, sendika-siyaset ilişkisinin ele alınışında, düzen karşısındaki konumlanışta kendisini ortaya koyduğunu söylemiştik.

Peki bugün “sendika” kavramı nasıl ele alınmaktadır? Sendika sıradan bir emekçinin gözünde her şeyden önce bir hak alma ve mücadele örgütüdür. Ne var ki, mevcut sendikal çizgi sendikalara “toplumsal muhalefet” sınırlarında bir rol biçmekte, “protestocu” bir çevre-sivil toplum örgütü durumuna düşürmektedir. KESK ve bağlı sendikaların uzun yıllardır en temel sorunlarından biri, gerçek birer sendika olamamaktır. Emekçilerin taleplerinden kopukluk ve hak elde etmeye yönelmiş bir mücadele çizgisinden yoksunluk, bir yandan sendikaları birer mücadele örgütü olmaktan çıkararak “protestocu” yapılara dönüştürürken, öte yandan da sendika-siyaset ilişkisinin yanlış kurulmasına yol açmakta ve emekçilerin siyaset sahnesinde etkin bir rol oynamasının önünü tıkamaktadır. Protesto tarzı ve meclis gündemine endekslenmiş eylem biçimleri ise bir yandan kadroların yorulmasına ve işyeri zemininden kopmaya yol açarken, öte yandan da emekçilerin sendikalardan uzaklaşmasına ve güven yitimine yol açmaktadır. Sınıflar mücadelesinin en temel araçlarından biri olan sendikaların, mevcut sendikal çizgi tarafından “protestocu sivil toplum örgütleri” olarak algılanması, grev gibi temel bir mücadele aracının ele alınışında da kendisini göstermektedir. Durmaksızın ILO sözleşmelerinin grev hakkını tanıdığını propaganda eden sendika yöneticileri, grevin etkin bir mücadele aracı olarak kullanılmasını örgütlemek yerine, onu zaman zaman başvurulan bir “uyarı” aracı olarak görmektedirler.

Soru şudur: kamu emekçilerini somut talepleri ve liberal saldırıların göğüslenmesi doğrultusunda uzun soluklu ve grev eksenli bir mücadele programı etrafında örgütleyecek miyiz, yoksa günübirlik eylemler içerisinde günü kurtarmaya devam mı edeceğiz? Kamu emekçilerinin insanca yaşanacak ücret başta olmak üzere, temel taleplerini her yıl birbirini tekrar eden toplu görüşme süreçlerine ve yasanın belirlediği dönemlere mi hapsedeceğiz, yoksa bu dönemleri beklemeksizin fiili-meşru mücadele çizgisine dayalı kapsamlı bir mücadele programı mı ortaya koyacağız? İşte genel kurullar sürecinde yönetimlere aday olan kişi ve grupların öncelikle cevaplaması gereken sorular bunlardır. Öncelikle izlenen uzlaşmacı sendikal çizginin aşılması ve kapsamlı bir mücadele programının ortaya konulması kamu emekçileri hareketinin en hayati ihtiyacı durumundadır. Bu her şeyden önce kamunun tasfiyesine dönük kapsamlı liberal saldırıların göğüslenebilmesi için zorunludur. Bu ihtiyacın karşılanması yönünde bir tutum geliştirmeyen, yönetimlerde bulunmaya kendi başına anlamlar yükleyen, alışılagelen sendikal çizgi ve eylem tarzını devam ettiren hiçbir anlayış, KESK’i ve sendikalarımızı gerçek bir mücadele örgütü haline getiremez ve emekçilerle buluşmayı sağlayamaz.

Yapısal sorunlar ve sendikal bürokrasi

Kamu emekçileri hareketinin temel sorununun önderlik sorunu olduğunu, bunun bir yanını sendikal çizgi sorununun oluşturduğunu, öte yanında ise sendikal çizgi ile diyalektik bir bütünlük taşıyan işleyiş sorunu bulunduğunu söylemiştik.

Sendikalarda ve KESK’te yapısal sorunların özünü, sendikal bürokrasinin aşılması ve emekçilerin söz ve karar süreçlerine etkin bir biçimde katıldıkları demokratik bir iç işleyişin oturtulması sorunu oluşturmaktadır. Bugün sendikalarımızda bürokratik anlayış ve işleyiş tarzı şubelere kadar inmiş bulunmaktadır.

“Karar alma süreçlerinin taşıdığı özellikler, sendikal demokrasinin gelişmişlik düzeyinin en temel göstergesini oluşturmaktadır. İşyeri örgütü sendikal örgütlenmenin temelidir. Ne var ki bugün, işyeri örgütleri karar alma süreçlerine etkin bir biçimde katılamamakta, bu durum, işyeri örgütlenmelerinin zayıflamasına yol açmakta, üyenin sendikasına, sendikanın da üyesine yabancılaşmasını beraberinde getirmektedir. Üyelerin karar alma süreçlerine katılımının sağlanması, bir yandan üyenin bilinçlenmesi ve örgütlülüğünün gelişmesine hizmet ederken, öte yandan da sendikalardaki bürokratik eğilimlerin dizginlenmesinde ve sendika yönetimlerinin emekçilere yabancılaşmanın önüne geçilmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Kurultay Hazırlık Komitesi, militan ve hak alıcı bir mücadelenin işyeri örgütlenmelerinin güçlendirilmesi, karar mekanizmalarının tabana doğru yayılması ile mümkün olabileceği tespitini yapmaktadır.” (İstanbul Kamu Emekçileri Kurultayı, Kurultay Hazırlık Komitesi Tebliği’nden)

Sendikalarımızda bürokratik işleyiş tarzı, bir yandan karar alma süreçlerini zorlaştırmakta, öte yandan da alınan kararların hayat bulmasında sınırlayıcı bir rol oynamaktadır. Sendikalarımızın gerçek birer mücadele örgütü olarak yeniden inşa edilmesinin en önemli ayağını, emekçinin işyerlerinden başlayarak karar alma süreçlerine etkin katılımının sağlanması oluşturmaktadır. Bu kapsamda sendikal bürokrasiyi sınırlandıracak tedbirler alınmalı, sendikalarımız bürokratik yapı ve işleyişten arındırılmalıdır. Sendikalarda karar alma süreçleri kadar, örgütlenme, basın yayın, eğitim gibi faaliyet alanları da sendika yöneticilerine bırakılan alanlar olmaktan çıkartılmalıdır.

Sosyalist Kamu Emekçileri’nin asgari ilke ve mücadele programı

Sosyalist Kamu Emekçileri olarak bizler, ana hatları ile yukarıda ortaya konulan görüş ve düşünceler ışığında, genel kurul süreçlerini “yönetim pazarlığına” indirgeyen anlayışlardan uzak duracağımızı, tüm ittifak ilişkilerimizi aşağıda ortaya konulan ilkeler ve mücadele programı etrafında oluşturacağımızı, yönetimlerde yer alıp almamaktan bağımsız olarak bu ilke ve mücadele hedefleri doğrultusunda devrimci kamu emekçileri başta olmak üzere, tüm öncü kamu emekçileri ile güçlü bir taban örgütlenmesi yaratma çabası içerisinde olacağımızı ilan ediyoruz. Devrimci, ilerici ve öncü kamu emekçilerini, tüm sendikal grupları bu ilkeler ve mücadele programı etrafında buluşmaya çağırıyoruz.

Mücadele İlkeleri ve Programı

“Uzlaşmacı” ve “diyalogcu” sendikal çizgi terk edilmeli, fiili-meşru mücadeleyi esas alan bir sendikal çizgi izlenmelidir!

Günübirlik, “protestocu” eylem biçimlerine dayalı anlayış terk edilmeli, hak almaya odaklı ve grev eksenine oturan bir eylem çizgisi izlenmeli, diğer tüm eylem biçimleri bu eksende ele alınmalıdır!

Gerici sendikalar ve işbirlikçi sendika bürokratlarının ihanetlerine tutum alınmalı, sendika bürokratlarına karşı mücadele eden işçi ve emekçiler desteklenmelidir!

Sendikalarımızın örgütlü olduğu işyerlerinde taşeron, sözleşmeli, geçici vb. adlar altında çalışan işçi ve emekçiler sendikalarımızda örgütlenmeli, ortak örgütlenme eksen alınmalıdır!

Sendikaların KESK’in şubeleri biçiminde işletilmesine son verilmeli, sendikalarımızda, örgütlü olunan alanların sorun ve talepleri doğrultusunda bir mücadele hattı izlenmelidir!

Başkanlar Kurulu yapılanmasına son verilmeli, Merkez Temsilciler Kurulu gibi yapılanması bulunmayan sendika tüzüklerinde Genel Kurul’dan sonra en üst karar organı olarak bu tür yapılanmalar tanımlanmalı, mevcut bu tür organlar gerçek birer karar organı olarak işletilmelidir!

Sendikaların genel basın yayın, genel örgütlenme, genel eğitim gibi faaliyet alanları, sendika şubelerinin katılımı ile oluşan merkezi komisyonlar eliyle yürütülmeli, bu faaliyetler merkez yöneticilerinin bireysel inisiyatifine bırakılmamalıdır!

İşyeri Komitelerine dayalı bir sendikal yapı oluşturulmalı, tabanın söz ve karar hakkı temel, yönetimlerin inisiyatifi tali olmalıdır!

Şubelerde işyeri temsilcilerinin oluşturduğu kurullar karar organları, yönetim kurulları yürütme organları olmalıdır!

Genel Kurul süreleri 2 yıla indirilmeli, profesyonellik sınırlanmalıdır!

Tüm seçimler işyerlerine konulan sandıklar aracılığıyla, demokratik bir ortamda ve doğrudan seçim yöntemi ile yapılmalı, delegelik sistemine son verilmelidir!

Liberal saldırılar karşısında kapsamlı ve uzun soluklu, grev eksenine dayalı bir mücadele programı ilan edilmeli, bu mücadele programı etrafında işyerleri hazırlanmalıdır!

Mücadele programı, toplu sözleşme ve grev hakkı başta olmak üzere, “657 değişiklik tasarısının ve Kamu Hastane Birlikleri Yasa Tasarısı’nın geri çekilmesi”, “insanca yaşanabilir ücret”, “sözleşmeli-taşeron çalışmanın yasaklanması ve sözleşmeli-geçici-taşeron çalışanlara kadro verilmesi” vb. temel talepler etrafında örgütlenmelidir!

Kürt halkının ve emekçi kadınların demokratik talep ve istemleri, mücadele programı içerisinde yer almalı, ekonomik-sosyal, özlük ve sendikal taleplerimizin tümü siyasal-demokratik taleplerimiz ile bütünlük içinde ele alınmalıdır!