24 Temmuz 2009
Sayı: SİKB 2009/28

  Kızıl Bayrak'tan
  Amerikancı rejimin sahte hayallerine karşı devrimci sınıf mücadelesi!
  HSYK kararları gecikiyor…
Düzen içi çatışma yargı üzerinden sürüyor!
  “Kürt açılımı”nda son perde
Kürdistan’dan yansıyan kirli savaş hikayaleri...
Ne “23 sentlik asker”
ne de emperyalizmin suç ortağı olacağız!
Hasta tutsaklar ölüme giderken, kontrgerillacılar tahliye ediliyor...
  Entes dinenişinden...
  İşçi ve emekçi hareketinden…
  Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Beşeli ile kriz, sınıf hareketi, mücadele ve örgütlenmenin sorunları üzerine konuştuk...
  Kapitalizm can almaya devam ediyor!.. Sağlıkta özelleştirme öldürüyor!..
  Bir cinayet ve devlet gerçeği
  Gençlik eylemlerinden...
  Alevi Çalıştayı aynasında yansıyanlar
  Parlatılan Nabucco ve
üstü örtülen gerçekler
  Mollalar rejimi, din ve emekçi halk hareketi...
  Honduraslı emekçilerin
faşist cuntaya karşı
mücadelesi devam ediyor!
  Amerikan savaş makinesi “Irak-ABD Güvenlik Anlaşması”nı tanımıyor...
  İsrail savaş gemileri Kızıl Deniz’de…
Irkçı-siyonist rejim
savaşı kışkırtıyor!
  Dünyadan işçi ve emekçi eylemlerinden...
  Neyin yol haritası?
  ‘96 Zindan Direnişi 13. yılında...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Bir cinayet ve devlet gerçeği

Bir cinayet tüm çıplaklığıyla ortada duruyor. Ceset öylece bakıyor yüzlerimize, sanki söylemek istediği birkaç kelime var. Konuşabilse, neler anlatacak bizlere... Ancak o artık bir ölü… Başı cesedinden ayrılmış ve bir sabahın köründe çöp konteynırından çıkartılmış…

Adı Münevver Karabulut’tu... “Sevgilisi” tarafından başı kesilerek hunharca katledilmiş ve Etiler’de bir çöp konteynırının içinde cesedi bulunmuştu. Münevver Karabulut’un cinayeti üzerinden yaklaşık beş ay geçmesine karşın katil zanlısı hâlâ yakalan(a)madı. Cinayet ailesinin ve arkadaşlarının yoğun çabaları ile gündeme gelmiş ve emniyet bu basıncın da etkisiyle soruşturma başlatmak zorunda kalmıştı.

Cinayetin ilk günlerinden itibaren polis, mobese kameralarından çöp konteynırına, cep telefonu kayıtlarına kadar birçok ipucunu emniyete götürmüş, zanlı tespit edilmişti. Ama bir anda Münevver’in sevgilisi olan ve zanlı olarak aranan Cem Garipoğlu iz bırakmadan ortadan kaybolmuştu.

Sermaye devleti cinayete sınıfsal ve cinsiyetine göre bakıyor

Cinayetin başından itibaren takip edilirse, sanki sermaye devletinin tüm kurumları zanlıyı yakalamak için seferberlik ilan etmiş gibi görünüyor. Ancak gerek Münevver’in ailesinin açıklamaları gerekse zanlının halen bulunamamış olması ve cinayet üzerine yapılan bir takım spekülasyonlar, yapılan bu işlemlerin göz boyamaktan öteye gitmediğini, sermaye devletinin zanlıyı bulmaktan çok cinayeti Münevver’in orta gelirli bir aileye mensup olması ve kadın kimliğinden kaynaklı meşrulaştırmaya dönük bir işlevi yerine getirmeye çalıştığını gösteriyor.

Medyadan Adli Tıp’a, Celalettin Cerrah’tan Tayyip Erdoğan’a kadar düzenin tüm güçleri cinayeti meşrulaştırmak, “zaten hak etmiştir” hissiyatı oluşturmak için elinden geleni yapıyor. Düzen çürümüşlüğünü gizlemek için bir taraftan gericiliği kullanıyor, diğer taftan ise zanlıyı yakalama girişimlerini göstermek için bin bir takla atarak ikiyüzlülükte sınır tanımıyor

Münevver’in babasının yaptığı açıklamalara ve İstanbul Emniyeti’nin cinayetle ilgili cinayeti örtbas etmeye dönük yaptığı bir takım icraatlara baktığımızda cinayetin sınıfsal boyutuna inmemiz zor olmuyor. Baba yaptığı açıklamada  “Öldürülen bir aşçının değil bir işadamının çocuğu olsaydı çoktan bulunmuştu…” derken aslında sermaye devletini böylesi hunharca işlenmiş bir cinayette dahi kendi sınıfına mensup olan zanlıyı koruyup kollamaktan geri durmadığını göstermiş oluyor.

 Sermaye düzeninin bir başka güçlü aygıtı olan medya ise Münevver’in mini etekli pozlarını boy boy manşete sürüyor ve ailenin kızlarının “hafif meşrepliği”ne ses çıkarmadığına, suçluluk hissiyatı içinde olduğuna dair yazılar yayınlayarak üstüne düşen görevi layıkıyla yerine getiriyor.

Tüm bu gelişmelerle birlikte, Eski İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah cinayet hakkında yaptığı açıklamaların birinde “Kızlarına sahip çıksalarmış” diyerek gerici zihniyetini kusuyor. Cerrah, Münevver’in ailesine kızlarını neden takip etmediklerini, neden sahip çıkmadıklarını sorma cüretini gösterebiliyor ve “Aile kızını takip etmemiş, Münevver de anasının dizinin dibinde oturmamış” diyerek benzeri cinayetlere zemin hazırlıyor.

 Bir taraftan da düzenin bir başka kirli kurumu olan Adli Tıp Kurumu, cesette iki farklı sperm bulunduğu açıklaması ile otopsi raporunu medyaya servis ediyor. Daha sonrasında yapılan otopside Adli Tıp Kurumu’nun ihmali olduğu ortaya çıkıyor. Karabulut’un iç çamaşırında bulunan spermin, Adli Tıp’taki “teknik hata” sonucu aynı gün otopsisi yapılan bir başka cesetten bulaştığı açıklaması yapılıyor.

Sermaye devleti gericilikte sınır tanımıyor

Cinayetin ardından yaklaşık beş ay geçti. Zanlının nerede olduğuna dair henüz bir ipucu dahi bulunmamışken Tayyip Erdoğan, partisinin Ankara İl Kongresinde aileden bahsederken, Münevver Karabulut cinayeti hakkında da birtakım yorumlarda bulundu. Celalettin Cerrah’ın “Kızlarına sahip çıksalarmış” açıklamasını da geride bırakan Erdoğan, “Kendi başına bırakılan ya davulcuya ya zurnacıya” dedi!

Tayyip Erdoğan bu yorumuyla, temsil ettiği sınıfın ve erkek egemen sistemin bir kez daha sözcülüğünü yaptı. Yaşadığımız burjuva toplumunda Tayyip Erdoğan ve onun dinci gerici partisinin çok açık ve kaba bir biçimde ifade etmese de, sonuçta toplumsal değer yargılarının, geleneklerin, örf ve adetlerin ve nihayet, bütün bunlara manevi bir koruma zırhı oluşturan dinin, kadını hep aşağıladığını, hep geride gördüğünü, onu aile ve toplum içinde ikinci sınıf saydığını, dahası bunun genellikle de sorun edilmediğini, tersine egemen kültür ve değer yargıları içinde olağan karşılandığını biliyoruz.

Bu cinayetle birlikte bizlere, bu düzende kadının bir meta, cinsel bir obje ve ailesinin dibinde dizini kırıp oturan birey olmaktan öteye gidemeyeceği, gitmemesi gerektiği söylenmek isteniyor. Aslında bu durum bize günümüz burjuva toplumunda en hunharca işlenebilecek cinayetlerde dahi devlet aygıtının ne işe yaradığını, kime ve neye hizmet ettiğini gösteriyor.

 

 

 

Ticari eğitim saldırılarına karşı mücadeleyi büyütmeye...

Parasız ve nitelikli eğitim
herkes için haktır!

Üniversite öğrencileri yaz tatilindeyken, ÖSS’ye giren yüzbinlerce öğrenci üniversiteye girme heyecanı yaşarken har(a)ç paralarına zam geldi. YÖK, 2009-2010 har(a)ç bedellerini duyurdu. Yeni döneme %8 ila %500 arasında değişen zamlarla başlanacak.

Yusuf Ziya Özcan YÖK başkanı olur olmaz eğitimin paralı olması gerektiğini buyurmuş, herkesin okuması gerekmediğine dair cümleleri rahatlıkla sarf etmişti. Eğitimi her insanın temel bir hakkı değil de bir rant kapısı olarak gören sermaye devletinin 12 Eylül ürünü YÖK, kuruluş amacını unutmadan yoluna devam ediyor. Postal sesini üniversite kampüslerine taşırken, eğitimin ticarileştirilmesi asli görevini de yerine getiriyor. Üniversitelerin başına getirdikleri rektörler kendilerini holding patronu olarak gördüklerini söylemekten çekinmiyorlar.

İcraatlar devam ediyor, paralı eğitim saldırıları her geçen gün hız kazanarak yoğunlaşıyor. Kendi yasalarını çiğneyerek iş yapan sermaye devleti, anayasaya göre parasız olması gereken eğitime her geçen gün fahiş fiyatlar biçiyor. En fazla zam ikinci öğretimin harç fiyatlarına uygulandı. İkinci öğretim veteriner fakülteleri bin 976 TL’den 5 bin 276 TL’ye, devlet konservatuvarı 3 bin 952 TL’den 6 bin 935 TL’ye, engelliler entegre yüksekokulu bin 782’den 8 bin 605 TL’ye çıkarılması, gelen zamlara en çarpıcı örneklerdir.

Sermaye düzeni her şeyi paraya dönüştürmek için pervasızca saldırıyor. Tüm kurumlarını bunu gerçekleştirmenin aracına çevirebiliyor. Kara bir bulut gibi üniversitelerin üzerine çöken YÖK, üniversitelerin ticarethaneye dönmesi noktasında görevini layıkıyla yerine getiriyor.

Krizin faturasını ödememek için mücadeleye!

Geçtiğimiz senenin sonunda patlak veren kapitalizmin krizinin sonuçları eğitim sürecine de yansıdı. İşçi ve emekçilere ödetilmek istenen fatura çok yönlü saldırılarla karşımıza çıktı. İşten atmalarla, sosyal hakların tırpanlanmasıyla yaşam koşullarının çekilmez bir hale geldiği bu dönemde eğitim hakkı da gaspediliyor. Harçlara gelen zamlarla fatura bir kez daha bize kesiliyor.

Bu zamlarla üniversite kapıları bir kez daha işçi-emekçi kökenli öğrencilerin suratına çarpıyor. Harç parasının da ötesinde, okul katkı payı, kırtasiye masrafı, barınma, ulaşım, beslenme derken eğitim sürecinin her adımı için para gerekiyor. İşçi ve emekçi çocuklarının okuma şansı her geçen yıl azalıyor. Üniversiteyi kazanmış pek çok öğrenci harç parasını yatıramayacağından eğitim hayatını sonlandıracak.

Eğitim sürecinde karşı karşıya kalınan masraflar nedeniyle birçok öğrencinin okuması zorlaşırken, ticarileşen eğitimin en belirgin sonuçlarından biri de eğitimin niteliksizleşmesi ve kontenjanların arttırılması oluyor. Dertleri daha fazla insanın eğitim hakkına sahip olması değil, karı artıracak kişi sayısının çoğalmasıdır.

Önümüzdeki dönemde gençlik açısından da krizin yansımaları görülmeye devam edecektir. Zamlara dur demek, krizin faturasını ödememek, krizi yaratanlardan hesap sormak için gençlik mücadele alanlarına çıkmak zorundadır.