6 Nisan 2007 Sayı: 2007/13(13)

  Kızıl Bayrak'tan
   Emperyalizme, faşizme, şovenizme ve kölece yaşam koşullarına karşı
1 Mayıs’ta alanlara!
  Liberal aydınların meclis düşleri
Sermaye oligarkları aylar sonra seçilecek hükümetin “yol haritasını” bugünden çizdi…
TÜİK’in 2006 yılına ait ekonomik verileri üzerine...
1 Mayıs tarihi ve “ruhu” üzerine... - Yüksel Akkaya...
 Sömürü ve kölelikten kurtulmak için
1 Mayıs’ta alanlara!
  1 Mayıs üzerine DİSK/Birleşik Metal İşçileri Sendikası Genel Örgütlenme Sekreteri Özkan Atar ile konuştuk….
  1 Mayıs ‘77 katliamını yaşayan devrimci bir işçi anlatıyor…
  İşçi-emekçi hareketinden...
  Büyükanıt’ın Harp Akademilerindeki konuşması ve düzenin dış politikası...
  ABD’nin desteklediği “barış”tan Ortadoğu’ya hayır gelmez
  ABD, İsrail ve İran - Abu Şehmuz Demir
  İran’a yönelik kuşatma halkları köleleştirme saldırısının devamıdır...
  Filipin devleti ve emperyalist suç ortakları Daimi Halk Mahkemesi’nde yargılandılar!
  Gençlik hareketinden...
  Kızıldere anmalarından...
  Traji-komik oyun, “yeni” perdelerle oynanmaya devam ediyor..- M. Can Yüce
  Sosyal yıkım saldırılarına karşı mücadeleye!
  Günlük Kızıl Bayrak sitesi Mart ayı rakamları...
  Demirel’in çağrısına yanıt:
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

ABD, İsrail ve İran

Abu Şehmuz Demir

20. yüzyıl boyunca emperyalist merkezler arasında Doğu’nun pazarlarının paylaşım savaşlarına yol açan verimli toprakları üzerindeki kavga, bugün de çok yönlü olarak devam ediyor. Dün bu paylaşım savaşının belli başlı aktörleri olan emperyalist merkezlerin bileşenleri halihazırda aynı.

Yine dün Hitler Almanya’sı Avrasya üzerinden Avrupa’nın egemeni olmayı nasıl hedefine koyduysa, bugün de ABD Avrasya merkezli Balkanlar’dan Ortadoğu’ya uzanan coğrafya üzerinden dünyaya hakim olmaya çalışıyor. Çünkü dünyanın enerji (fosil) merkezileri bu coğrafyanın yataklarında yatıyor ve kapitalist sanayi uygarlığının kalbinin pili olan siyah altının hatları da bu coğrafyanın güzergahlarından dünyaya aktarılıyor. Bir gücün bu enerji akışını kontrol altına alması ve denetlemesi demek, dünyayı ekonomik ve siyasi olarak kontrol altına alması demektir. Bu anlamda ABD’nin Beyaz Saray’daki Cizvit yanlısı üyelerinden oluşan uluslararası sermayenin bihuş neo-con çetesi, Avrasya üzerinde ekonomik, askeri ve siyasal üstünlük sağlamak amacıyla çılgınca davranıyor.

Beyaz Saray’daki George Bush ve ekibi, 11 Eylül saldırısından sonra, Avrasya’ya yönelmenin gerekçelerini ortaya sürerek, “terörün savaşına” karşı ilahi bir misyon üstlendiklerini açıkladılar. Bu misyonun hayata geçirilmesi için de ilk önce Afganistan ve Irak işgal edildi. Ardından da, tüm Doğuya yönelik işgal hareketinin adım adım hayata geçirilmesi için sırada bekleyen birçok “haydut devlet” bulunduğunu söylüyorlar.

Emperyalist merkezler, müttefikleri ve işbirlikçileri “Soğuk Savaş” süresince hep aynı argümana başvurdular ve propagandasını yaptılar. O dönem “terörün, savaşın, düşmanlıkların” yaratıcıları olarak komünizmi ve komünistleri gösterdiler. Şimdi de “savaşın terörün, düşmanlıkların” yaratıcıları, G. Bush’un deyimiyle, “İslamo-Faşizmi”nin yaratıcıları Müslüman dünyası oldu. Oysaki Müslüman coğrafyasında kendi elleriyle yarattıkları bugünün El-Kaide hayaleti ve politik İslamcıları (“Yeşil Kuşak” ile Sovyetler Birliği’ni ve içerdeki ilerici sol güçleri İslam ile kuşatma) ile araları “bozulmuş” ve meydanlarda birbirlerine karşı savaş açmışlardır.

Öcü gibi gösterilen “komünizm yıkıldı”, lakin terör devam ediyor. Hatta emperyalist gerici saldırganlık dünküne oranla daha da güçlendi ve eline aldığı kılıçla kime gücü yetiyorsa onu kılıçtan geçirmeye çalışıyor. Oysa dünyamız bir kez daha ve tüm çıplaklığıyla, dünya barışını ve yaşamını tehdit edenin, terör ve savaşın yaratıcısının emperyalist-kapitalist sistem olduğunu gördü. Zira ABD emperyalizmi kendi yayılmacı ve saldırgan hedefleri uğruna ve geleceği için düşman yaratmada gecikmedi ve Ortadoğu’ya yönelik birçok stratejinin tedvini olan “Büyük Ortadoğu Planı”nı devreye soktu.

Ancak Hitler Almanya’sının hedefi olan Avrasya’ya hakim olma çılgınlığının başarı sağlayamaması gibi, G. Bush ve aparatı tarafından ortaya atılan BOP projesi de saçmalıkları içerdiği için hayat bulmayacaktır.

Bugün delilik ve saçmalıkta ısrar eden ABD emperyalizmi, yanına alabildiği güçler ve artı bu güçlerin karşısına dikilecek güçler ile, evrensel alanda insanlığa yönelik felaketlerin stratejilerini dünyaya dayatıyor. Ayrıca emperyalist merkezlerin kendi aralarındaki pazar kavgaları gün geçtikçe kızışıyor. Ancak, nasıl Hitler’in “Büyük Avrupa” çılgınlığı kendi sonunu hazırladıysa, G. Bush ve ekibinin de, bu stratejilerinde kısa vadeli başarı sağlasalar da, uzun vadede başarısız olmaları kaçınılmaz görünüyor.

Daha dört yıl önce Irak’ın işgaliyle beraber ortaya atıkları BOP, GOP gibi stratejilerin çıkmazlarıyla karşı karşıya kalmış bulunuyorlar. Bu süreç içerisinde Ortadoğu coğrafyasında “Büyük Ortadoğu Planı”nı hayat geçirmede zorlanınca, ABD’nin dışişleri bakanı Condoleezza Rice, geçen yıl, İsrail Lübnan’a saldırdığı sırada Ortadoğu’ya gelerek, İsrail’e verdiği destek ile “Yeni bir Ortadoğu haritası”ndan söz etmişti. Bu hanım İsrail-Lübnan savaşı esnasında “Yeni bir Ortadoğu doğuyor” demiş, ama bu erken bir söylem olmuştu. Ancak o dönem açıklanan bu amaç ve hedefe ulaşılamaması, bu yeni stratejinin “düşük doğum” yapmasına neden oldu. Aslında Amerika dışişleri bakanı Rice’nin söz ettiği bu “Yeni Ortadoğu” stratejisi bir önceki “Büyük Ortadoğu Planı”nın da bölgede uygulanırlığının başarısızlığını teyit etmiş oluyordu. Zira ABD’nin sürece yayılmış bölge planları ve onun tek yanlı siyasetinin yanı sıra bölgenin yer altı ve yer üst kaynaklarına olan ilgisi, başta Ortadoğu coğrafyasındaki ülkeler olmak üzere, süreç içerisinde uluslararası alanda da bloklaşmayı körükleyecektir.

Çünkü dünya petrol rezervlerinin % 70’ine yakını bu bölgede bulunmaktadır. Yanı sıra, yeşil enerji olan doğal gaz Rusya’dan sonra Körfez ülkelerinde olup, yine dünya doğal gaz rezervlerinin % 40’ına yakınına sahiptir. Yani Körfez ülkelerinden dünya piyasalarına aktarılan günlük petrol 18.6 milyon varil olup, dünya petrol üretiminin % 23’ü bu bölgeden temin edilmektedir. Eğer Irak’ın petrol üretim kapasitesi tam randıman kazanırsa, Irak’tan günlük 1.5 milyon varili de eklersek, önümüzdeki gelecek yıllarda, yani 2020’lere doğru, dünyanın Ortadoğu’dan günlük petrol ihtiyacının 110 milyon varile ulaşacağı tahmin edilmektedir. Bunun kaba bir hesaplaması yapılırsa, Körfezin günlük petrol ihracatının 50 milyon varile ulaşacağı, artı Körfezin dünya petrol üretim hacmindeki payının % 45’lere ulaşacağı tahmin ediliyor.

Başta ABD sanayisi olmak üzere Batının, Doğu’nun sahip olduğu enerji kaynaklarına olan ihtiyacı gün geçtikçe artıyor. İşte ABD sanayisinin gelecek yıllarda daha da artacak petrol ihtiyacı onun saldırgan ve hegemonist siyasetinde ısrarcı davranmaya sürüklüyor. Çünkü ABD’nin ihtiyaç duyduğu günlük petrolün 21 milyon varil civarında olduğu tahmin ediliyor. Bunun 14 milyon varilini çeşitli ülkelerden ithal ediyor ve 7 milyon varilini de kendisi üretiyor. Çeşitli uzmanlar tarafından, ABD sanayisinin ihtiyaç duyduğu petrol tüketimi bu şekilde devam ederse, kendi geleceği için içerde rezerve ettiği yaklaşık 21 milyar varil civarında petrolün 10 yıl içinde bitme tehlikesiyle karşı karşıya kalacağına işaret ediliyor.

Dolayısıyla gelecekte ABD’nin dünyadaki üstünlüğünün tehditlerle karşı karşıya kalacağı korkusu, onun Avrasya’ya yönelik saldırgan, sömürgeci ve hegemonist siyasetinin temelini oluşturuyor. ABD, Irak’ın işgaliyle içine düştüğü bataklıkta bu denli kırılma noktasına gelmesine rağmen, hamamın namusunu kurtarmak için illa da bir şeyler yapma peşinde. Teşbihte hata olmaz; G.Bush ve ekibi adeta Fransa’nın Napolyon’u gibi savaşın atına binmiş, ABD’nin cihanşümul anlayışı ile dünya çapındaki hegemonyanın pekişmesi için elindeki sopayı sallayarak, dünyayı “iyiler için kötülere karşı” koruduğunu söylüyorlar, ancak bu savaş atının nelerle karşılaşacağını hesaplamak istemiyorlar.

ABD’nin içine düştüğü halet-i ruhiyenin zorluklarına rağmen, bölgeden tamamen çekilmekten yana değil, tersi geride kendine bağımlı sistem/sistemler oluşturarak bu savaş atından inmeyi düşünüyorlar. Öyle ki, Afganistan ve Irak’ta gün geçtikçe içine düştükleri halet-i ruhiyeye rağmen, bu savaş atının önüne bir de İran’ı almaları, İran’ın konumunu İslam coğrafyasında güçlendireceği gibi, ABD ve müttefiklerinin İran girdabından çıkmaları zor olacaktır. Bu arada filler tepişirken, olan aradaki çimlere olacaktır.

Hedefe alınmış olan İran

Irak’ın işgaliyle birlikte Avrasya’ya girişin kapısını veya merdiven başını oluşturan, İranlı şairin dediği gibi “ummana arzus” İran’a yönelik, ABD ve müttefik güçler arasındaki kimi anlaşmazlıklar (nükleer konuda) kısmi olarak halledilmiş olarak yansıtılsa da, İran sorunu şu aşamada olduğu gibi gelecek süreçte de büyük güçler arasında sorun olmaya devam edecektir.

İran ve ABD arasında otuz yıla yakındır devam eden husumet, özellikle Irak’ın işgalinden sonra, ABD’nin bölgenin genelini hedefleyen egemenlik stratejisine karşı dik duran ve ikiyüz yıldır (ikinci dünya savaşı döneminde bir yıl gibi bir süre için Rusya ve İngiltere hariç) hiçbir sömürgeci gücün egemenliği altına girmeyen İran eksenli sürtüşmeler, çok yönlü olarak birçok güç arasında da devam ediyor.

ABD’nin Ortadoğu’daki ileri karakolu olan İsrail’in de, İran’ı ve Avrasya’yı çember altına alma faaliyetlerini eklediğimiz zaman, bölge genelinde bu işgalci güçlerin çok yönlü faaliyetler içinde oldukları görülmektedir. Zira, ABD istihbarat servislerine yakınlığıyla bilinen Amerikalı gazeteci ve yazar Seymur Hersh’in deyimiyle, “İsrailli yöneticiler, Amerika başkanı George Bush’u Irak’a saldırmaya teşvik etti. Çünkü İsrail’e göre, Irak’a karşı yapılacak savaş İsrail’in lehine bir gelişme olacaktı”. Zaten G. Bush ve ekibinin Ortadoğu dış politikası, İsrail’in Ortadoğu’daki siyasetine ve çıkarlarına endeksli gelişip yürütülmektedir. Bu sayede İsrail hareket ve manevra alanını Irak başta olmak üzere, Ortadoğu’nun birçok yerine rahatlıkla yayarak sürdürmektedir. Siyonist İsrail rejimi, Ortadoğu’da bugün için temel hedeflerinden biri haline gelen İran’ın nükleer güce kavuşmaması için kapı kapı dolaşarak, onu engellemeye çalışmaktadır.

İsrail, ABD ve müttefiklerine göre, “Nükleer bir İran, teröristlerin uğrunda yaşadığı ve öldüğü misyonu başaracak terörist bir devletin meydan okuması, Batı’nın başarısız olamayacağı çağımızın testidir” diye yazıyor S.Hersh. Bu vesileyle de İran’ın önünün alınması ve dünya ile karşı karşıya getirilmesi temelinde baskılar artırılmaya çalışılıyor. Çünkü her şey “Tanrının mutena kavimi” İsrail’in bölge üzerinde egemenliğinin sağlamlaştırılması ve güvenliğinin pekiştirilmesi için yapılıyor.

Özellikle İsrail, Lübnan’a yönelik bir ayı aşkın sürdürdüğü vahşi savaştan istediği sonucu alamayınca, Ortadoğu’da deyim yerindeyse taşların yerinden oynaması nedeniyle kuşatılmışlık psikolojisine kapılmaya başladı. Irak savaşında her şeyin kitab-ı mukaddes’in yolunda gittiği ve “ilahi kutsal misyonun” gerçekleştiği hüsnü kuruntusuna kapılan İsrail, Arz-ı Mevud’un hayallerinin Mezopotamya topraklarının bir parçasında gerçekleşeceği hesabını yapıyordu. Ancak bu hesap tutmadığı gibi, yanlış hesap Bağdat’tan geri döner misali, bölgede süreç içerisinde şekillendi.

Amerika’nın BOP stratejisi gereği Ortadoğu’ya sık sık gelen C. Rice’nin uzun zamandır “değişimler” dediği; birçok rejimin yerine darbelerle köklü değişimlerin yapılması, ya da bu devletler eliyle reformlara gidilerek, görece seçimler öngörülmüştü. Yani Ortadoğu’da ve Asya’da, Irak’ın işgaliyle beraber, ABD’ye bağımlı yeni iktidarların “demokratikleşme” adı altında iktidara taşınması hedefleniyordu. ABD’nin bölge devletlerine dayattığı bu zorunlu “reform süreci”yle, başta Suudi Arabistan olmak üzere birçok Körfez ülkesinde, ilk kez kadınlara oy hakkı ve görece seçim imkanı doğdu. Ve Ortadoğu’da şu an İran eksenli birçok siyasal İslamcı akım Bağdat’tan Mısır’a, Mısır’dan Riyad’a, Riyad’dan Filistin’e ve Beyrut’tan Yemen’e kadar olan geniş coğrafyada ya iktidar ortağı ya da iktidarların güçlü muhalifleri haline gelmiş bulunuyorlar. Dolayısıyla, Şam’dan Riyad’a, Bağdat’tan Mısır’a ve Beyrut’tan Yemen’e kadar olan alan başta olmak üzere, tüm Müslüman coğrafyasında gelişen “anti-ABD”ci öfke, ABD ve müttefiklerinin olası bir İran saldırısında nelerle karşılaşacağını hesap etmeyen güçlerin büyük aptallığı olacak.

Irak savaşı döneminde Suudi Arabistan ve benzerleriyle kimi noktalarda araları “nahoş” olan ABD ile müttefiklerinin işbirlikçi ilişkileri bugün kaldığı yerden devam ediyor. İran eksenli gelişen Ortadoğu süreci bu işbirlikçi rejimleri kendi içinde zorlamaya başlayınca, bu rejimler, “suda boğulan yılana sarılır” misali, “Şiilik bizi kuşatıyor” babından Sünni bloğun öncülüğünü İslam’ın Şii inancına karşı kışkırtmaya çalışıyorlar.

Özetle, eğer Suudi Arabistan Krallığı, salt inanç babında sığlığa kapılıp ABD ve müttefiklerinin İran’a yönelik olası bir saldırısı için sahalarını İran’a karşı açarsa, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönmelerinde Doğu Arabistan’ın Hassa bölgesinde aldığı ve imparatorluğun dağılmasına neden olan ağır darbe gibi, Arabistan krallığı ve Amerikan güçleri de işin içinden çıkamazlar. Bu durumda ABD ile ittifak içine girecek bölgenin diğer devletleri için de aynı kaos olur.

BM ve Ortadoğu

Emperyalist merkezlerin bir savaş organı gibi hareket eden BM, Balkanlar, Afganistan ve Ortadoğu’daki savaşların ortağı olduğu gibi, şu anda da bu merkezlerin İran’a yönelik amaç ve hedeflerinin aleti olmaktadır. Ortadoğu’nun çetrefilli ve netameli ortamında ABD ve müttefikleri Birleşmiş Milletler (BM)’de kararname üstüne kararname çıkarıyorlar. Batılı ülkeler tarafından hazırlanan 1737 sayılı kararnamenin ardından ABD, İngiltere ve Fransa öncülüğünde 1747 sayılı kararname BM’de onaylandı. Bir öncekine göre biraz daha ağırlaştırılmış kararname ile İran halkına mezalimce yaklaşılıyor.

Daha önceki 1737 sayılı kararnameden sonra İran’a tanınan iki aylık süre doldu. 1747 sayılı yeni kararname ile iki ay içerisinde tüm nükleer faaliyetlerin askıya alınması isteniyor, aksi halde ekonomik ve siyasi yaptırımlar sürecinin başlayacağı öngörülüyor. Bir önceki kararnamede olduğu gibi bu kararnamede de havuç sopa siyaseti kapsamında “İran nükleer programını askıya alması ve müzakerelere geri dönmesi” halinde “yaptırımların askıya alınacağı” vurgulanıyor. Mollalar rejimi ön koşulsuz olarak görüşmelere her zaman açık olduklarını söyledikleri halde, “düşmanları” tarafında kuşkuyla yaklaşılıp bir gerekçe uydurularak süreç hep baltalanıyor.

İran Mollaları İslam devriminin kuruluş yıldönümünde 3 bin santrifüjün devreye gireceğini daha önce söylemişlerdi. Ancak İran Molla rejimi makul davranarak Şubat ayında böyle bir adım atmadı. Şimdi bu sorunu halkın iradesine sunarak, bir nevi Muhammed Musaddık’ın petrolü millileştirme döneminde olduğu gibi, Mollalar da nükleer faaliyetin “Tanrının İran halkına verdiği nimet” olduğunu, yaptırımları kabul etmeyeceklerini söylüyorlar.

Batı emperyalist merkezler her ne kadar alınan kararın “İran halkını cezalandırma amacı taşımadığını” söyleseler de, ne Mollalar rejimi ne de İran halkı böyle düşünüyor. Olası yaptırımlar elbetteki İran halkını hedefleyip cezalandırmaktır. Hal böyle olunca, nükleer sorununa “ulusal onurumuz” diyen İran halkı, Mollalar rejimi etrafında daha çok kenetleneceğe benziyor. Otuz yıldır ABD’nin İran’a yönelik çeşitli dayatmaları ve Batı merkezlerinin Saddam’ı desteklediği bu ülkeye yönelik sekiz yıllık zorunlu savaş döneminde olduğu gibi, İran halkı bugün Mollalar’ın nükleer politikasını destekliyor. Özellikle ABD’nin hiçbir haklı gerekçesi olmadan Irak’ı işgal etmesi, onun bölgeye yönelik saldırgan ve hegemonist tutumu başta olmak üzere Batı merkezlerinin kasıtlı yaklaşımları, bölge insanında Batı karşıtı öfkeyi daha da derinleştirmektedir. Bu anlamda 1950’li yıllarda Musaddık öncülüğünde petrolün millileştirildiği ve daha sonra Mollalar’ın ihanetine uğrayan ulusal bütünleşme döneminde olduğu gibi, nükleer konusunu da İran halkı “ulusal onur” olarak görmektedir.

BM’den çıkan bir önceki kararname ile şu anki kararname arasında çok fazla değişiklik yok. Bir öncekinde de nükleer faaliyetin askıya alınması ve müzakerelere geri dönülmesi, ayrıca bu teknolojinin malzemelerini tedarik eden kişi ve firmalara yönelik yaptırımlar yer alıyordu. Şu anki 1747 sayılı kararname de, nükleer programın askıya alınması, müzakerelere geri dönülmesi vb. gibi, fakat biraz daha sertleştirilmiş, siyasi ve ekonomik kararlar içeriyor.

Batılı emperyalist güçlerin elinde bir savaş organı gibi hareket eden BM’de (Birleşmiş Milletler), 1972’ten bu yana İsrail’in salt Filistin topraklarına yönelik sürdürdüğü işgalci, saldırgan ve ilhakçı tutuma yönelik, Katar başta olmak üzere birçok Arap devletinin verdiği otuza yakın önerge, bu kurum kanalıyla ABD ve müttefikleri tarafından reddedildi. BM’den çıkarılan İran’a yönelik kararnameler, ABD ve müttefiklerinin bu ülkeye yönelik psikolojik savaşına hizmet etmekle kalmıyor, çifte standart da uygulanıyor. Aynı BM açık bir dille İsrail’in nükleer silaha sahip olduğunu itiraf ettiği halde, hiçbir Batılı devlet ricali konuyu ne tartışıyor ne de gündeme getiriyor.

Oysa İran’a yönelik iki yılı aşkın süredir inişli çıkışlı, iki ucu sivri mızrak misali ilerleyen süreç Batılı güçler tarafından dayatılıyor. Katar BM temsilcisi Nasır Abdülaziz El-Nasır’ın BM toplantısında dile getirdiği “nükleer silahların yayılmasını önleme konusunda tüm ülkelere eşit kriterlerin uygulanması gerektiği” talebi dikkate alınmıyor, eşit davranılmıyor. Çünkü Batılı emperyalist güçlerin İran’a ve bölgeye yönelik kasıtlı yaklaşımlarının altında ideolojik, stratejik, ekonomik, askeri ve siyasi amaçlar bulunuyor. Bu çifte standart politikalar Ortadoğu’ya huzur değil, huzursuzluğu dayatmaktadır.

Buna mukabil Ortadoğu coğrafyasında emperyalist merkezlerin ve Siyonist İsrail rejiminin yer altı ve yerüstünde ölüm saçan atom bombaları bölge insanlarının tepesinde bir tehdit gibi sallandıkça, İran başta olmak üzere daha birçok bölge devleti böylesi bir silaha özenecek ve kışkırtılacak gibi görünüyor. ABD ve müttefik güçler “İran terörü” kışkırtıyor ve nükleer faaliyeti “dünya barışını ve güvenliğini” tehdit ediyor gibi argümanlarla, İran’a karşı girişecekleri saldırı hareketinin meşruluğu için kamuoyu oluşturuyorlar.

Sözün özeti olarak, İran çok yönlü kıskaca alınarak kışkırtılmaya ve provoke edilmeye çalışılıyor. BM’de İran’ın nükleer sorununun görüşüldüğü dönemde, İngiliz askerlerinin Satt-ül Arap ile Körfez’in kesiştiği Irak’ın Fao adalarındaki Ervendrud nehrini aşmaları, bu nedenle İran karasularına ait olan Ras Bahrgan sahilinde esir alınmaları, kışkırtıcı bir eylem olup, İran’ın dünyayı dinlediği yok dedirtilmek isteniyor. Fay hatlarının gerildiği Ortadoğu adeta diken üzerinde işleyen bir süreç ile karşı karşıya bulunmaktadır. ABD filolarının yanısıra, Fransa filosu Körfez’e gelerek konumlandı. Yani ABD’nin olası bir İran saldırısında, emperyalistler arası it dalaşı için Fransa tedbir babından filosunu Körfez’e yerleştirdi.

Kısacası, ABD’nin Irak merkezli olarak bölgeyi denetleme stratejisinde, İran eksenli olarak Ortadoğu’da fay hatları kışkırtılırken, İran da buna karşı tedbirlerini alarak etkinliğini derinleştirmeye çalışıyor. Öyle ki İran, ABD, İsrail ve bölge müttefiklerini, resmin görünen yüzünde, yani Filistin’den Bağdat’a kadar olan üçgen bölgede ve Körfez’de kuşatmış durumda.

Bu zincirin bir parçası olan Filistin halkasını bu cepheden koparmak için bir yılı aşkın bir süredir Hamas üzerinden Filistin halkı açlığa mahkum edilmeye çalışılıyor. Gerekçe ise, Hamas’ın iktidar koltuğuna oturması ve “işgale karşı direniş haklarının” olduğu açıklaması. Filistin süreci bir yılı aşkın bir süredir inişli çıkışlı bir seyir izlerken, en son S. Arabistan kralının El-Fetih ve Hamas’ı biraraya getirmesiyle taraflar arasında bir “Ulusal Mutabakat” hükümeti oluşturuldu. Ancak ne Batı merkezleri ne de İsrail bu hükümeti tanımaktan yana değiller ve dünyanın gözü önünde Filistin halkını hakir görüp açlığa mahkum ediyorlar.

Ümit edelim, bu arada Riyad’da biraraya gelen Arap Birliği bu soruna bir “çözüm” bulur ve Arap ülkeleri petrol kasalarının ağzını mazlum Filistin halkı için açarlar. Ancak diğer Arap Birliği toplantılarında olduğu gibi, bu toplantıda da İsrail ve ABD’nin saldırgan tutumlarına yönelik ciddi kararlar çıkacağı kuşkuludur. İsrail ve ABD saldırganlığından ziyade, İran’ın Arap olmayan bölgedeki konumu üzerine tartışılacaktır.

Sözün özeti olarak, öyle görünüyor ki, İsrail’in mutena “kavim”inin bekaası ve Nil’den Fırat’a kadar olan alanda “Büyük İsrail devleti” için “evet” diyen bir Filistin yönetimi iktidara gelse dahi, İsrail Filistin’de bir Arap devletini ve yönetimini tanımaktan yana değil. Yani İsrailliler için salt “İsrail’in tanınmasıyla” iş bitmiyor. Onun amaçları ve hedefleri Ortadoğu üzerinde “Tanrının bu seçkin kavimine vaadettiği” ilahi misyonun tamamlanması ve pekişmesidir. Eğer deyim yerindeyse, İsrail bu hedefine erişmek için kendisinin bir devlet olarak bölgede tanınmasından yana değil. Zira Moşe Dayan’ın dediği gibi, “İsrail’in belli sınırları yok”, asker potinleri nereye basmışsa orası İsrail’indir. Altmış yıldır hiçbir adım atmayan, tersine Filistin toprakları üzerinde işgali genişleten İsrail’in vitrininde özgür bir Filistin devleti yok. Özgür bir Filistin devletinin oluşması için, İsrail’de siyonist ideolojiden arınmış bir kuşağın beklenmesi gerekiyor.

29 Mart ‘07