Kölelik yasasının yürürlüğe girmesinden sonra sınıf cephesinden ilk kıpırdanışlar yaşanmaya başladı. Lokal direnişler şeklinde gelişen eylemler, sınıf dayanışmasının zayıf olduğu koşullarda, yerelliklerle sınırlı kalıyor. Halihazırda bu durumun aşılabilmesi de zor görünüyor. Birçok etkenin yanı sıra sınıf ve kitle hareketinin uzun süredir yaşadığı durgunluk bunun en önemli nedeni.
Kamuda TİS sürecinin bağıtlanmasından sonra sermayenin sözcüsü R. T. Erdoğan memura da işsizlik kemendini göstererek sıfır sözleşmeye razı etmeye çalışıyor. Dışarıda beş milyonu aşkın işsiz var. Verilene razı olun, yoksa siz bilirsiniz tehdidini savuruyor. TİSK Başkanı R. Baydur ise daha ileri giderek eksi zam verilmesi gerektiğini söylemişti. Sermaye sözcülerinin bu kadar arsız davranmalarının nedeni sınıfın örgütsüzlüğüdür. Var olan sendikal örgütlülüklerin başındaki hain bürokratların tutumudur. Tüm bunlara karşın işçi ve emekçi kitlelerde derin bir hoşnutsuzluk olduğu biliniyor. Başta PETKİM işçisi olmak üzere son özelleştirmelere (TEKEL, TÜPRAŞ vb.) karşı işçilerin gösterdiği tepki bunun ifadesidir. Fakat süreci hızlandırarak sürüklemek noktasında eksik kalındı. Eylemer kendi sınırları içinde kaldı.
Temmuzda başlayan (daha öncesinde bir-iki işyerinde devam eden) direniş ve grevlere yenileri eklenmektedir. Bu eylemler parçalı ve dağınık seyretse de, sınıf cephesinden bir silkinişin ilk habercisi durumundadır. Talepler hemen hemen ortak bir paydada buluşuyor. Ücret artışı ve sendikalaşma ekseninde yükseltilen talepler karşısında patronlar hemen işten atmalara başlıyorlar. Amaç eylemdeki diğer direnişçi işçilere gözdağı vermek. Bu sökmeyince de devletin kolluk güçlerini devreye sokuyorlar. Bir de noteri getirterek buna hukuki kılıflar uydurmaya, kendilerini haklı çıkarmaya çalışıyorlar. Kapitalistlerin tüm bu ayak oyunlarına karşı işçiler de bir sınıf olarak hareket etmesi gerektiğini mücadele içerisinde öğreniyorlar. Alınması gereken tutumu da buna göre belirliyorlar. Grevdeki Polkima işçilerinin de söylediği grev bizi okulumuz oldu sözü aslında birçok şeyi özetliyor.
İzmirde de PETKİM ve TEKEL işçilerinin yaptığı özelleştirme karşıtı eylemlerden sonra kısa bir suskunluk dönemi yaşandı. Ağartıoğlu ve Dönmez deride sendikalaşmadan dolayı başlayan direniş, TİS süreci anlaşmazlıkla sonuçlanan Polkima grevi ve sendikalaşma talebiyle KİMMETte devam eden grev ve direnişler, İzmirde sınıf hareketinin gelişebileceğinin ilk işaretidir diyebiliriz. Buna KESKin Ankara yürüyüşünü eklediğimizde, işçi ve emekçilerin kölelik yasası ve özelleştirmeler başta olmak üzere yeni personel rejimi, Iraka asker gönderme vb. konularda daha duyarlı olduklarını, mücadele edeceklerinin ilk belirtilerini vermeye başladıkları görülmektedir. Sorun bu saldırılar karşısında sınıfın birleşik-militan mücadele hattının örülebilmesidir. Bu başarılabildiği koşullarda yeni direnişlerineklenerek süreceği içten bile değil. O zaman sınıf hareketi yeni bir başlangıç ve sıçrayış dönemi yakalayabilecektir. Böylece yeniden bir soluklanma, toparlanma dönemi başlayabilir. Bütün olguları yanyana koyduğumuzda, sınıf buna hiç de uzak değil. İş, öncü işçilerle sınıf devrimcilerinin hangi politik perspektifle müdahale edeceğidir. Saldırıların pervasızca devam ettiği önüm¨zdeki süreçte bu çok daha büyük bir önem taşımaktadır.
Sermaye iktidarı kendi açmazlarından kurtulmak için çeşitli yollara başvurmakta fakat bir sonuç alamamaktadır. Ödendikçe katlanan dış borçlar, faiz ve rant olarak ödenen iç borçlar ve yamandıkça büyüyen bütçe açıkları... 59. hükümeti öncelleri gibi bunları kapatmak için yeni vergiler koyuyor, özelleştirmeleri, sosyal kurumların tasfiyesini vb. hızlandırıyor. Tüm bu saldırılara karşın sendika bürokrasisinin tutumu bilinmektedir. Önce beylik laflar eşliğinde yaparlarsa dünyayı başlarına geçiririz diyorlar. Sonra işçilerin mücadele enerjilerini boşaltıp, ardından kapalı kapılar ardında satış sözleşmeleri imzalıyorlar. Kölelik yasası da bu şekilde çıkmadı mı? İşçi sınıfını arkadan hançerleyen bu hain bürokratları açıktan teşhir etmek ve bu hainlere karşı işçi ve emekçiler dima uyanık tutmak günün önemli görevleri arasındadır.
Hükümet ABye uyum paketlerini peşpeşe meclisten geçirerek toplum nezdinde imajını yenilemeye çalışmaktadır. Demokrasi ve insan haklarına saygılı oldukları, özgürlüklerin genişletilmesi için ellerinden geleni yaptıkları vb. türünden söylemlerle toplumun bilincini bulandırmaya çalışıyor. Ama durum hiç de öyle değil. İşçiler grev ve direnişlerde karşılarında devletin kolluk güçlerini görmekte, çoğu zaman çatışmaya da girmektedir. En sıradan protesto eylemlerinde dahi polisin göstericileri nasıl copladığını, kafa-göz kırarak nasıl gözaltına aldığını hep birlikte görmekte ve yaşamaktayız. İşkencenin sistematik olarak devam ettiğini, F tipi hücrelerle yetinmeyen devletin, insan varlığını yoketmeyi amaçlayan L ve D tipi hapishaneleri de devreye sokmaya çalıştığını biliyoru. Bir de buna Kürt halkına uygulanan terörü eklediğimizde, sermaye devletinin ne kadar demokratikleştiğini görmekteyiz.
Borç sarmalı içinde debelenen sermaye devleti önceki krizlerde olduğu gibi faturayı hep işçi ve emekçilere ödetiyor. Onbinlerce insan işini kaybetti. Sosyal ve ahlaki yozlaşma ve çürüme üst boyutlara vardı. Biz işçi ve emekçiler bu gidişata izin vermemeliyiz. Krizin faturasını kapitalistler ödesin! Nedeni olmadığımız bu faturayı biz ödemeyelim! Bu öngörü ve bilinç açıklığı ile hak ve özgürlüklerimize sahip çıkıp, bu uğurda mücadele etmeliyiz. Sınıfın bağımsız mücadelesini yaratıp devrimci mücadeleye çekebildiğimiz koşullarda emperyalist köleliğe ve kapitalist sömürüye dur diyebiliriz.