23 Ağustos '03
Sayı: 33 (123)


  Kızıl Bayrak'tan
  Saldırılara karşı birleşik örgütlü mücadeleyi yükseltelim!
  İşte en ağır enkaz: Çürümüş düzen, kokuşmuş devlet...
  "Meşruiyet" değil emperyalist saldırganlık!
  KESK yönetimi ve görüşme süreci üzerine...
  Toplu görüşme oyunu değil, genel grev-genel direniş!
  Büyükdemir direniş deneyimi...
  Gücümüz birliğimizdir! Direnmek kazanmaktır!
  Hacı Bektaş Şenlikleri'nde etkin kitle çalışması...
  İlk adım atıldı, beş bin emekçi ve gençten söz alındı...
  Onurlu aydınlar ve sanatçılar gençliğin sözünün arkasındalar!
  Kampanya çalışmamızdan izlenimler...
  Kamuda tasfiye saldırısı ve devrimci görevler
  "Ulusal çıkarlar" değil işbirlikçi sermayenin çıkarları
  Irak'ta direniş büyüyor...
  Emperyalist barbarlık direnişin yayılmasını engelleyemiyor!
  Siyonistlerden iki yüzlü manevralar...
  Deneyimlerden öğrenmeliyiz
  Sınıf hareketindeki son gelişmeler
  Bültenlerden...
  Neyin "yol haritası"?
  3. Bir-Kar Gençlik Kampı...
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Kamuda tasfiye saldırısı ve devrimci görevler

AKP hükümeti 4857 sayılı kölelik yasasının ardından kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi-tasfiyesi, kamu alanının yerli ve uluslararası tekellerin talanına açılması ve kamuda istihdam edilen işgücünün “serbestleştirilmesi” yönünde de hızlı adımlar atıyor. Kuşkusuz kamusal alanın tasfiyesine dönük adımlar AKP hükümetiyle sınırlı olmadığı gibi, bu adımların yalnızca yerli tekelci sermeyenin ihtiyaçları üzerinden açıklanması da olanaklı değildir. Gerek esnek çalışma saldırısının, gerekse de kamusal hizmet alanının “serbest piyasaya” açılmasına ilişkin düzenlemelerin gerisinde, kapitalist dünya ekonomisinin derinleşen bunalımı ve bu zemin üzerinde ortaya çıkan ‘yeni’ iktisadi-politik yönelimler bulunmaktadır.

1970’lerin krizi ve neo-liberal dönem

1970’li yıllara gelindiğinde kapitalist dünya ekonomisi yeni bir bunalım dönemine sürüklendi. Dünya kapitalizmi 1974 yılında patlak veren resesyondan bugüne irili ufaklı bir dizi iktisadi sarsıntıyla yüz yüze kaldı. Burjuva iktisatçılar krizin esas kaynağının devletin ekonomik hayata müdahalesi olduğunu ileri sürüyor ve keynesçiliği suçluyorlardı. Oysa kriz, 1929-33 bunalımında olduğu gibi kapitalizmin yapısal özelliklerinden kaynaklanıyor, kârlılık oranındaki düşüş ve pazar sorunu olarak ortaya çıkıyordu. 1929-33 bunalımıyla kapitalist devleti ekonomik yaşama müdahale etmeye çağıranlar, 1970’lerle birlikte devletin ekonomik yaşamdan çekilmesini istemeye başlamışlardı. Bu krizle birlikte “sosyal devletçi” anlayış yerini “liberal ekonomiye” bırakıyordu. Devletin ekonomiden elini çekmesi, devletin pazarlarüzerindeki payının doğrudan sermayeye bırakılması anlamına geliyordu. Sermaye sınıfı çözümü, devletin elindeki pazar alanlarının kendilerine açılmasında, ücretlerin düşürülmesi ve sosyal hakların tırpanlanmasında bulmuştu. Özelleştirme ve kamu hizmet alanının tasfiye edilmesi saldırısı, uluslararası ve yerli sermayenin kârlarını artırma ve pazarlarını büyütme ihtiyaçlarının bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. 1945-75 yılları arasında tekelleşme devasa boyutlar kazanmış ve dünya pazarları giderek daha az sayıda tekelin hakimiyeti altına girmiştir. Sermaye ihracı ve borçlandırma yoluyla geri kapitalist ülkeler emperyalist devletlerin denetimi altına alınmıştır. Gelişmiş kapitalist ülkeler İMF, Dünya Bankası gibi uluslararası örgütleri aracılığıyla geri ülkelere “serbest piyasayı” dayatmaktadırlar. Demek ki bugünkü ekonomik yöneliin temelini dünya pazarlarının az sayıdaki uluslararası tekel arasında paylaşılması oluşturmaktadır.

Gerek esnek çalışma saldırısının, gerekse özelleştirme ve kamu alanlarının tasfiyesine ilişkin saldırıların kaynağında 1970’lerin başlarında patlak veren ve bugün derinleşen iktisadi kriz bulunuyor. Ancak, neo-liberal saldırılar Doğu Bloku’nun çözülmesi ve ‘89 yıkılışıyla birlikte yeni bir hız kazanmıştır. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çökmesi kapitalizme yeni bir soluk aldırmış, ‘90’lı yıllar büyük bir burjuva propagandayla birlikte sosyal hak gasplarının ve özelleştirmelerin tüm dünyaya yayıldığı yıllar olmuştur.

Türkiye’de neo-liberal dönem

Neo-liberal saldırıların özünü sermayenin serbest dolaşımının önündeki engellerin kaldırılması, kısmen piyasanın dışında kalan temel hizmet alanları da içinde olmak üzere devletin elindeki tüm alanların piyasaya açılması ve işgücünün serbestleştirilerek işgücü maliyetlerinin düşürülmesi oluşturmaktadır. Bu süreç Türkiye’de 24 Ocak 1980 Kararları’yla başlatılmış ve 12 Eylül’ün düzlediği zemin üzerinde hayata geçirilmiştir. 1994 yılında yaşanan krizin ardından gündeme getirilen 5 Nisan Kararları’yla liberal saldırılar hız kazanmıştır. ‘80’li yıllardan sonra kurulan tüm hükümetlerin öncelikli hedeflerinden biri özelleştirme olmuş, ‘90’lı yıllarda ise özelleştirme her hükümetin temel programı haline gelmiştir. Özelleştirme saldırısı, KİT’lerin zarar ettiği, verimsiz çaıştıkları, serbest rekabet koşullarında aynı hizmet ve ürünlerin daha da ucuzlayacağı gibi söylemlerin arkasına sığınılarak gerçekleştirilmiştir. Ne var ki, bugüne kadar ki özelleştirme deneyimleri bu söylenenlerin bir aldatmaca olduğunu açığa çıkarmıştır. Özelleştirilen bir dizi işletmenin kapısına kilit vurulmuş, fiyat düşmeleri şöyle dursun fiyatlarda sürekli bir artış kendisini göstermiş ve bu kurumla özelleştirildikten sonra daha verimsiz çalışır hale gelmiştir. Özelleştirmelerin işçi sınıfı açısından diğer bir sonucu da sendikal örgütlülüğün dağıtılması, tensikatlar, ücretlerin düşürülmesi ve taşeron çalışma olmuştur.

AKP’nin hükümet programında da özelleştirme temel önemde bir yer tutmaktadır. İMF’yle yapılan stand-by anlaşmaları, niyet mektupları vb. bir bütün olarak özelleştirme ve kamu hizmet alanının ticarileştirilmesini esas almaktadır. Önceki hükümetlerden farklı olarak AKP hükümeti, kamusal hizmet alanının tasfiyesinde de hızlı adımlar atmaktadır. Kuşkusuz bu saldırılar “Kamuda Reform” gibi sahte argümanlar üzerinden yürütülmekte, tek başına AKP’nin tercihlerine değil, esas olarak uluslararası tekellerin örgütleri durumunda olan İMF, DB, DTÖ gibi kurumlarla girilen ilişkilere ve GATS, GATT, TRIPS, TRIMS gibi uluslararası sözleşmelere dayanmaktadır.

Bir kölelik anlaşması olarak GATS

Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS), 1994 yılında imzalanan ilk çok taraflı ticaret anlaşmadır. Bu anlaşma 1 Ocak 1995’te resmi statü kazanmasıyla birlikte DTÖ bünyesinde yürütülmeye başlanmıştır. GATS’ın temel amacı kamu hizmet alanının ticarileştirilmesi-serbest piyasaya açılmasıdır. Türkiye DTÖ’de kurucu üye sıfatıyla yer almış, hem DTÖ üyeliği hem de GATS anlaşması 25 Şubat 1995 yılında mecliste onaylanarak 26 Mart 1995’te yürürlüğe girmiştir. Türkiye GATS’ın sektörel sınıflandırma listesinde yeralan 155 hizmet faaliyetinden 72’sini serbestleştirmeyi taahhüt etmiştir. Bu oran GATS tarafından sınıflandırmaya konu edilen hizmet alanlarının %46,6’sına tekabül etmektedir ve gelişmekte olan ülkeler oranının (%18) çok üzerindedir. Yani Türkiye diğer ülkelerden çok daha fazla taahhütte bulunmuş, böylece daha azla yükümlülüğün altına girmiştir. Anlaşma, imzacı ülkelerin taahhütlerini yerine getirmemeleri halinde DTÖ’ye Tahkim Kurulu’na gitme hakkı tanımış, MAI’de öngörüldüğü gibi yatırımcıların ‘potansiyel’ kâr kayıplarının ev sahibi ülke tarafından ödenmesini öngörmüştür. Böylece uluslararası tekellerin kârları güvence altına alınmıştır.

GATS sözleşmesi basınımızda yeterince incelendiği için burada sözleşmenin kapsamına ilişkin ayrıntılara girmeyeceğiz. Şu kadarını söylemek gerekir ki, GATS anlaşması ile Türkiye uluslararası tekellere eğitim, sağlık, ulaştırma, haberleşme, çevre işleri gibi bir dizi alanın serbest piyasaya açılacağına dair güvence vermiştir. Diğer yandan kamu hizmet alanının tasfiyesi İMF, DB gibi emperyalist kuruluşlarla girilen ilişkilerde de temel önemde bir yer tutmaktadır. DB ile imzalanan PFPSAL-I (2001) ve PFPSAL-II (2002) kredileri, kamu harcamalarında, idari ve merkezi yönetimde, bütçe uygulamalarında vb. reforma gidilmesini öngörüyordu. İMF ile yapılan stand-by anlaşmaları, niyet mektupları vb. kamu alanının tasfiyesine dönük şartları içeriyordu.

Kuşkusuz tasfiye-özelleştirme saldırısı yalnızca kamu hizmet alanının tasfiyesiyle sınırlı değildir. KİT’lerin tasfiyesi-özelleştirilmesi de bu saldırının temel ayaklarından birini oluşturmaktadır. TEKEL, PETKİM, TELEKOM, tütün fabrikaları gibi bir dizi kamu işletmesinin özelleştirilmesi hızlı bir süreç olarak yaşanıyor. Özelleştirme saldırısının yasal dayanakları da hızla oluşturuluyor. Orman Kanunu, Maden Kanunu, Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu gibi bir dizi yasal düzenleme hayata geçiriliyor. Kamusal hizmetlerin tasfiyesinde de sağlık reformu, eğitim reformu gibi isimlerle bir dizi hizmet sektöründe adımlar atılıyor. Tek tek hizmet alanlarının ötesinde kamusal hizmet alanının tasfiyesine ilişkin yasa tasarıları hazırlanmış bulunmaktadır. Bu tasarılar muhtemelen önümüzdeki sonbahar aylarında meclis gündemine gelmiş olacak. Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı, Yerel Yönetimle Yasa Tasarısı ve Personel Rejimi Yasa Tasarısı adları altında üç ayrı tasarı olarak hazırlanan bu tasarıların tek bir paket halinde meclise sunulması beklenmelidir.

Kamu Yönetimi Temel Kanunu ile kamu
yönetiminin ilkeleri “piyasa” koşullarına uyarlanıyor

Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı, kamusal hizmet alanının tasfiyesine ilişkin hazırlanan üç yasa tasarısından ilkini oluşturmaktadır. Bu üç tasarı genel olarak tek bir başlık altında dile getirilmekte ve “Kamu Yönetimi Reformu” olarak adlandırılmaktadır. Tasarının maddeleri, “kamu reformu” ile amaçlananın kamusal hizmet alanının tasfiyesi olduğunu tüm çıplaklığı ile ortaya sermektedir. Tasarının birinci maddesi şöyledir: “Bu kanunun amacı, katılımcı, şeffaf ve etkin bir kamu yönetiminin kurulması, kamu hizmetlerinin kaliteli, süratli, etkili ve adil, ekonomik bir şekilde sunulması, rekabetçi piyasa koşullarının oluşturulması, devletin düzenleyici fonksiyonunun güçlendirilmesi, bakanlıkların ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarının teşkili, kaldırılması, mevcutların bölünmesi veya birleştirilmesi ve yeniden yapılandırılması, merkezi yönetim ve yerel yönetimlerin teşkilat, görev, yetki ve kaynak dağılımı ile bunlar arasındaki ilişkilerin esas ve usullerini düzenlemektir.” Bu maddeyle anlatılmak istenin; kamu hizmetlerinin piyasaya açılması (rekabetçi piyasa koşullarının oluşturulması), devletin hizmet alanından elini çekerek asıl olarak düzenleyici bir rol alması (devletin düzenleyici fonksiyonunun güçlendirilmesi) ve kamu hizmetlerine ayrılan bütçe payının kısılmasıdır (ekonomik bir şekilde sunulması).

Tasarının ikinci maddesi ise çok daha açık bir biçimde tüm kamusal hizmet alanlarının serbest piyasaya uyarlanacağını ve özelleştirileceğini ortaya koymaktadır. Bu maddenin h bendi şöyledir: “Kamu kurum ve kuruluşları, piyasada rekabet şartları içinde üretilen mal ve hizmetleri haksız rekabet oluşturacak şekilde üretemez. Bu ilkelere aykırılık teşkil eden bütün birimler tasfiye edilir ve yeniden kurulamaz.” Bu madde açıkça özel sektör işletmelerinin de bulunduğu kamusal hizmet alanlarının ya özel işletmeler gibi fiyatlandırılacağını ya da tasfiye edileceğini ifade etmektedir. Bu durumda emekçi nüfusun büyük çoğunluğunun yararlandığı eğitim, sağlık, haberleşme gibi tüm hizmet alanları serbest piyasaya terkedilecektir.

Tasarının dördüncü maddesi merkezi idarenin görevlerini sınırlandırıyor. Bunlar “adalet, savunma, güvenlik, istihbarat, dış ilişkiler, dış politika, maliye, hazine, dış ticaret, gümrük hizmetleri, sosyal güvenlik, tapu kadastro, nüfus ve vatandaşlık, acil durum yönetimi” olarak sayılıyor. Yani devlet tümüyle kamu hizmet alanından çekiliyor, jandarmalık ve maliye yönetimi devletin asli görevi haline getiriliyor. Devletin asli görevleriyle yükümlü kılınanlar dışında kalan bakanlıkların taşra teşkilatları kaldırılıyor. Bu kapsamda toplam 750 bin kamu emekçisinin istihdam edildiği “Dışişleri, Ekonomi, Milli Eğitim ve Spor, Sağlık, Tarım, Ulaştırma ve Haberleşme, Sanayi ve Ticaret, Enerji ve Tabii Kaynaklar, Orman ve Çevre, Kültür ve Turizm ve Bayındırlık” bakanlıklarının merkezi teşkilat dışında kalan tüm kurumları kapatılacak ya da yerel yönetmlere devredilecek. Tasarının geçici birinci maddesi, “milli eğitim, sanayi, bayındırlık, kültür, turizm, tarım, orman ve sağlığa ait görev ve yetki, personel, araç, gereç, taşınır ve taşınmaz mallar İl Özel İdarelerine”, “çevre, gençlik ve spor ile sosyal hizmetlere ait görev, yetki, personel, araç, gereç, taşınır ve taşınmaz mallardan belediye ve mücavir sınırları dahilinde olanların büyuuml;kşehir belediyelerinde büyükşehir belediyelerine, diğer yerlerde ise ilgili belediyelere, bu sınırların dışındakilerin il özel idarelerine” devredilmesi öngörülmektedir. Tasarının geçici dokuzuncu maddesi ise kamu alanında esnek çalışmanın yerleştirilmesini esas almaktadır. Bu maddede “kamu hizmetlerinin gerektirdiği nitelik ve sayıda, esnek, liyakata dayalı istihdamı esas alan sade, performans değerlendirmesine müsait, şeffaf bir personel sistemi bir yıl içerisinde hazırlanarak yürürlüğe konulur” denilmektedir.

Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı kamu hizmetinin esaslarını belirlemekte, bu açıdan da kamu hizmet alanının serbest piyasaya terkedilmesinin önünü düzleyen en önemli yasal düzenlemeyi oluşturmaktadır. Bu tasarının kamu hizmetinin esaslarını nasıl belirlediği ortada. Sermaye iktidarının “Kamu Reformu” saldırısını cilalamak için kullandığı tüm argümanların geniş emekçi yığınları aldatmaya yönelik içi boş bir propaganda olduğu tasarı metninden de anlaşılmaktadır. Sermaye iktidarı kamusal alandaki değişimlerin “daha kaliteli, daha hızlı, daha şeffaf ve bürokrasiden arınmış” bir kamu hizmeti için ihtiyaç olduğunu ileri sürüyordu. Oysa hazırlanan yasa tasarıları kamu hizmetini kaliteli yapmak şöyle dursun, bir bütün olarak ortadan kaldırmayı ve tekellerin kâr alanı haline getirmeyi amaçlamaktadırlar. Kamu YönetimiTemel Kanunu ile devletin vereceği hizmetin ücretsiz olması “haksız rekabet” olarak tanımlanmakta, devlete “haksız rekabet” yasağı getirilmekte ve böylece kamu hizmetlerinin “serbest piyasa” koşullarında verileceği güvence altına alınmaktadır. Kısaca “hizmetin bedeli, hizmeti alan tarafından ödenir” hükmü kamu hizmetinde kural haline getirilmektedir. Diğer taraftan kamu kurumlarının özelleştirilmesinin &oml;nünü açmak için eğitimden sağlığa bir dizi temel kamu hizmeti yerel yönetimlere devredilmektedir. Serbest piyasaya açmanın bir ayağında ise esnek çalışmanın ve performans sisteminin kamu hizmet kurumlarında yerleştirilmesi bulunmaktadır.

Yerel Yönetimler Reformu:
Merkezden yerele, yerelden özele!

Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı’yla bugün merkezden yürütülen temel kamu hizmetleri yerel yönetimlere devredilmektedir. Yerel Yönetimler Reformu ile yerel yönetimlere ilişkin yasal düzenlemeye gidilerek yerel yönetimlerin görev ve yetkileri Kamu Yönetimi Temel Kanunu’na uyarlanmaktadır.

Yerel Yönetimler Reformu üç ayrı tasarı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar, Belediyeler Kanunu Taslağı, İl Özel İdaresi Kanunu Taslağı ve Belediye ve İl Özel İdaresi Gelirleri Kanunu Taslağı.

Belediyeler Kanunu Taslağı’nın 12. maddesinde belediyelerin görevleri sayılmakta ve madde gerekçesinde belediyelerin yalnızca sayılan görevleri değil yerel nitelikli tüm hizmetleri yerine getirmekle yükümlü olduğu belirtilmektedir. Belediyelerin görevlerinin sayıldığı bu maddede sık sık “işletmek, işlettirmek”, “kurmak, kurdurmak” kavramları geçmektedir. Böylece belediye hizmetlerinin bir rant kapısına dönüştürülmesinin ve özelleştirilmesinin önü açılmaktadır. Aynı maddede “belediye, kendisine düşen görevleri, mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir” denilmekte, 7. maddede ise “belediye hizmet giderlerine belde halkının da katılması esastır” denilerek, hizmetlerin faturası da emekçi halka kesilmektedir.

Oysa bugüne kadar tüm kamu hizmetleri zaten emekçilerden alınan vergiler üzerinden yürütülüyordu. Toplam vergilerin % 70’i dolaylı vergilerden oluşmakta, yani emekçilerden toplanmakta, dolaysız vergilerin ise büyük bir çoğunluğu ücretlerden kesilmektedir. Böylece emekçiler aldıkları hizmet karşılığında defalarca soyulmaktadır. 13. maddede ise belediyelere “…iç ve dış borçlanmada bulunmak, gerektiğinde borç almak, vermek, tahvil çıkarmak” yetkisi verilerek yeni bir soygun kapısı açılmaktadır. Diğer yandan 54. maddede belediyelerin sözleşmeli personel çalıştırabileceği hükme bağlanmakta, 61. maddede ise çalışanlara yapılacak ücret ödemelerinin belediye gelirlerinin %30’unu geçemeyeceği belirtilmektedir.

Belediyeler Kanunu Tasarısı’nın büyükşehir belediyelerine ilişkin bölümünde eğitim, sağlık ve ulaşım hizmetleri Büyükşehir Belediyelerinin görevleri arasında sayılmaktadır. Büyükşehir belediyelerinin görevlerini düzenleyen 75. maddede bu konuda şöyle denmektedir: “Sınırları dahilindeki kara, demir ve denizyolu trafik düzenini sevk ve idare etmek”, “Büyükşehir ölçeğinde eğitim, kültür, müze, sanat ve spor tesislerini kurmak, kurdurmak, işletmek ve işlettirmek ve “Halk sağlığı hizmetlerinin verileceği tesisleri kurmak, kurdurmak, işletmek ve işlettirmek; acil sağlık ve ambulans ulaşım hizmetleri vermek”. Belediyeler bu hizmetleri verirken Kamu Yönetimi Temel Kanunu gereğince “haksız rekabet” yapamayacaklarından, söz konusu hizmetlerin özel sektörde olduğu gibi fiyatlandırılması ya da doğrudan özel sektöre devredilmesi temel bir kural olacaktır.

Yerel Yönetimler Reformu’nun ikinci ayağını İl Özel İdaresi Kanun Taslağı oluşturmaktadır. Taslağa göre İl Özel İdareleri il sınırları içerisinde belediye ve büyükşehir belediyeleri sınırları dışında kalan bölgelerde hizmet vermek üzere kurulacaklar. İl sınırlarının büyükşehir sınırları olduğu illerde (İstanbul) ayrıca il özel idaresi kurulmayacaktır. İl Özel İdaresinin görevleri 4. maddede sayılmaktadır. Bunlar: Eğitim hizmetleri, sağlık hizmetleri, spor, kültür ve turizm hizmetleri, tarım, ekonomi ve ticaret hizmetleri, çevre, orman ve ağaçlandırma hizmetleri, planlama ve imar faaliyetleri, inşaat, bayındırlık ve altyapı hizmetleri. Madde gerekçesinde ise şöyle denilmektedir: “İl ölçeğinde, belediye sınırları dışındaki alanlarda, önemli bir bölümü bugüne kadar, merkezi idarenin taşra teşkilatları veya doğrudan bakanlık kuruluşları tarafından yerine getirilen başta eğitim, sağlık, bayındırlık, çevre koruma ve kırsal kalkınmaya yönelik yerel hizmet ihtiyaçlarını karşılama görev ve yetkisi, bu madde ile il özel idarelerine verilmiştir.”

Maddeden de anlaşılacağı gibi, eğitim ve sağlık gibi milyonlarca işçi ve emekçinin faydalandığı hizmetler, büyükşehir belediyeleri sınırları içerisinde büyükşehir belediyelerine, büyükşehir sınırları dışında kalan bölgelerde belediyelere ve bu ikisinin sınırları dışında kalan bölgelerde ise il özel idarelerine devredilmektedir. Söz konusu tasarının geçici birinci maddesinde şöyle denilmektedir: “Bu kanunla il özel idaresine devredilen hizmetleri illerde yürütmekte olan merkezi idarenin ildeki hizmet birimleri kadroları ile birlikte il özel idaresine; İstanbul ilinde ise, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne devredilir.”

Yerel Yönetim Reformunun üçüncü ayağını ise Belediye ve İl Özel İdaresi Gelirleri Kanun Taslağı oluşturmaktadır. Tasarıya göre, yerel yönetimin gelirleri esas olarak vergiler, harçlar ve katılma paylarından oluşmaktadır. Yani kamu hizmetinin bedeli yine emekçiler tarafından ödenecektir. İşçi ve emekçiler genel bütçeye dahil edilen vergiler dışında bir de yerel yönetimlerce vergilendirilecekler. Kuşkusuz bugün de emekçilerden yerel yönetimler tarafından çeşitli adlar altında vergi alınmaktadır. Ancak işçi ve emekçilerin vergi yükü gün geçtikçe artırılmaktadır. Temel kamu hizmetlerinin yerel yönetimlere devredilmesi bu yükü daha da artıracaktır. Tasarının getirdiği vergiler şunlar: İlan ve reklam vergisi, eğlence vergisi, haberleşme vergisi, elektrik, havagazı, doğalgaz ve likit petrol gazı tüketim vergisi, yangın ve deprem sigortası vergisi, çevre temizlik vergisi, konaklama vergisi, yolcu taşıma vergisi, değer artış vergisi. Tasarıda harçlar da şöyle sayılmaktadır: İşgal harcı, kaynak ve memba suları harcı, tellallık harcı, hayvan kesimi harcı, bina inşaat harcı, imar ile ilgili harçlar, işyeri açma izni harcı. Tasarıda sayılan katılım payları da şunlar: Yol harcamalarına katılma payı, kanalizasyon harcamalarına katılma payı, su tesisleri harcamalarına katılma payı. Yani emekçiler, yerel yönetimler yola kazma vursa katılım payı ödeyecekler, bir tiyatroya gitseler eğlence vergisi ödeyecekler, kurban kesseler harç ödeyecekler, elektrik, su, telefon faturaları bir dizi yeni vergi kalemiyle dolacak!

Yerel Yönetimler Reformu adı altında açıkça kamusal hizmet alanı tasfiye edilmektedir. Milyonlarca emekçinin şöyle ya da böyle yararlandıkları sağlık, eğitim, haberleşme, ulaşım gibi hizmetler öncelikle yerel yönetimlere, sonra da özel sektöre devredilecektir. Uluslararası ve yerli tekeller açısından kamusal hizmet alanı temel bir kâr alanı olarak görülmektedir. Bu hizmetler emekçiler açısından vazgeçilmez ihtiyaçlar durumunda oldukları içindir ki, sermaye sınıfı açısından çok geniş bir pazar olanağı anlamına gelmektedir. Yıllardır katkı payı, döner sermaye, taşeronlaştırma gibi bir dizi uygulama ile kamusal hizmet alanını özelleştirilmesinin zemini döşeniyordu. Kamu Reformu ile sermaye iktidarı kamu hizmetlerine son darbeyi vurmaya, bu hizmetleri tümüyle paralı hale getirmeye, tasfiye etmeye ve özelleştirmeye hazırlanmaktadır.

Saldırının sivri ucu kamu
emekçilerine yöneltiliyor

Kamu Reformu saldırısının ilk iki ayağı kamu emekçileri de içinde tüm işçi ve emekçileri hedeflemektedir. Kamu reformu ile öncelikle milyonlarca emekçi kamu hizmetinden mahrum bırakılmakta, “müşteri” durumuna getirilmektedir. Bu müşterilere paraları ölçüsünde kaliteli! hizmet verilecek, parası olmayan ise bugünkü kalitesiz hizmetten de mahrum kalacaktır. Kuşkusuz bu kaliteli hizmeti! işyerlerinde müşteri bekleyen kamu emekçileri vereceklerdir. Müşteri odaklı ve kâr amaçlı bir hizmet anlayışının doğal gereği esnek çalışmadır. Toplam kalite yönetimi, norm kadro gibi uygulamalarla kamu alanında esnek çalışma yaygınlaştırılmaktadır.

Kamu Reformu’nun üçüncü ayağını “Personel Rejimi Reformu” oluşturuyor. Bu reformun amacı, İMF’ye verilen niyet mektuplarında belirtildiği gibi, memur sayısının 300 binlere düşürülmesi, iş güvencesinin kaldırılması ve esnek çalışmanın yerleştirilmesidir. 21 Kasım 2002 tarihli Radikal gazetesinde Abdullah Gül ile yapılan bir röportaj yayınlanmıştı. Gazetenin Gül’e yönelttiği “Kilit konumda olanlar kadrolu, diğerleri sözleşmeli olacak. Bu nasıl olacak?” sorusuna şöyle yanıt veriyordu: “Büyük projeleri çok dikkatli bir hazırlık yapmadan açıklayamıyoruz. Şu anda çok mesul bir kişi olduğum için söyleyemem. Ama çok hantal bir sistem var. Bu sistemi performans ölçüm sistemine ve belirli kriterlere bağlı hale getireceğiz… Bir yandan sistem değişmeli ama, insanların şahsıyla ilgili değişiklik olacağı için memurları huzursuz etmeden yapmalıyız”.

Buradaki memurları huzursuz etmeme sözü, yapılacak değişikliklerin gözlerden uzak gerçekleştirilmesi anlamına geliyor. AKP hükümeti tarafından yeni bir “Personel Rejimi Yasa Tasarısı” hazırlandığı bilinmekle birlikte, taslağın kendisi bugüne kadar kamuoyundan gizlendi ve halen de gizlenmektedir. Bu nedenle elimizde yeni tasarının metni bulunmamaktadır. Fakat basına yansıdığı kadarıyla “Personel Rejimi Reformu” ile esnek çalışmanın uygulanacağı, kamu çalışanlarının sözleşmeli personel haline getirileceği, performansa dayalı ücret sisteminin yerleştirileceği bilinmektedir. Kamu Personel Reformu ile öncelikle Anayasa’nın 128. maddesinde yeralan “memur” ve “kamu görevlisi” kavramları yeniden tanımlanacak, memur tanımlaması içerisinde yalnızca müsteşar, genel müdür gibi bürokratlar, asker, polis gibi güvenlik birimlerind çalışanlar yer alacak, diğer kamu emekçileri ise “memur” sıfatından arındırılacaklar. Böylece kamu çalışanlarının büyük bir kesimi 657’nin dışına itilecek ve 657’inin getirdiği iş güvencesinden de soyundurulmuş olacaklar. Temel kamu hizmetleri personeliyle birlikte yerel yönetimlere devredileceğinden kurumların özelleştirilmesi ya da yerel yönetimlerin siyasal tercihleri ile tensikatlar yaşanacak, geniş bir emeçi kitlesi giderek 4857 sayılı kölelik yasası kapsamına alınacak!

Sermaye iktidarının kamu emekçilerinin iş güvencesine yönelttiği bu saldırının gerisinde kamu hizmet alanının özelleştirilmeye hazırlanıyor olması bulunmaktadır. “Serbest piyasaya” açılan kurumlarda ücretlerin düşürülmesi, işten atmanın önündeki engellerin kaldırılması “kurum kârlılığı” açısından temel önemde görülmektedir. Performansa dayalı ücret sisteminin yerleştirilmeye çalışılması tümüyle bu amaçladır. Performans sistemi ile kamu emekçileri atomize edilecek, ücret baskısı altında kölece çalışmaya mahkum edilecek ve emekçiler arasındaki rekabet yaygınlaştırılarak örgütlülük dağıtılacaktır.

Sermaye iktidarının kamu personel reformuna ilişkin “kamuda istihdam fazlası var” yaygarası koparması “reformun” gerisindeki gerçek niyetleri açığa vurmaktadır. Oysa Türkiye’de kamu çalışanlarının hem toplam nüfusa ve hem de toplam istihdama oranı OECD ülkelerinin çok gerisindedir. Türkiye’de kamu emekçilerinin nüfusa oranı %3.2 iken bu oran Kanada’da 8.1, Almanya’da 5.3, Finlandiya’da 10.4’dür. OECD’nin 2001 yılında yaptığı araştırmaya göre Türkiye, kamu emekçilerinin gerek nüfusa, gerekse de çalışan nüfusa oranı açısından 12 ülkeden sonuncusudur. Devlet Personel Başkanlığı’nın Ocak-Mart 2002 tarihli araştırmasına göre, kamuda istihdam edilen toplam çalışan sayısının 1.645.265’i 657’ye tabi olarak, 198.468’i sözleşmeli, 270.469’u sürekli işçi, 299.068’i ise geçici işçi olarak çalışmaktadır. 657’ye tabi toplam 480 bin boş kadro bulunmaktadır. Demek ki, sermaye iktidarını kendi kurumlarının yaptığı araştırmalar dahi yalanlamaktadır. Sermaye iktidarı böyle bir yaygaraya yalnızca geniş emekçi yığınları ikna etmek, kamu emekçilerini yalnızlaştırmak için başvurmaktadır. Aynı şekilde kaliteli ve eşit hizmet gibi sahte söylemlerle kamusal alanın tasfiyesi gözlerden saklanmaya çalışılmaktadır. Ne ar ki, gerek hazırlanan yasa tasarıları, gerekse İMF’ye verilen sözler, GATS anlaşması gibi anlaşmalar gerçek niyetin kamusal hizmet alanının piyasaya açılması olduğunu açıkça dile getirmektedir.

Tasfiye saldırısına karşı geniş bir mücadele
cephesi yaratılmak zorundadır

Kamu Reformu ile işçi ve emekçiler kamu hizmetlerinden mahrum bırakılmak isteniyor. Milyonlarca işçi, emekçi ve gencin yararlandığı kamusal hizmetler özelleştirilerek paralı hale getiriliyor. Saldırının kapsamı bu kadar geniş olduğuna göre, mücadelenin kapsamı da geniş tutulmak zorundadır. Tasfiye saldırısı işçi ve emekçi yığınların birleşik mücadelesinin örülebilmesi için önemli bir olanaktır. Herkesten önce de sınıf devrimcileri geniş yığınların aydınlatılması, bilinçlendirilmesi ve örgütlenmesi için seferber olmak zorundadırlar. Bugün gerek işçi sendikalarının gerekse de KESK’in tasfiye saldırısı karşısında herhangi bir hazırlık içerisinde olmadıkları düşünüldüğünde sınıf devrimcilerinin sırtlanmak zorunda oldukları görevlerin boyutu daha da büyümektedir. Eğitim, sağlık gibi geniş emeçi kesimleri doğrudan ilgilendiren hizmet alanlarının tasfiyesi emekçilerin ilgi ve dikkatinin bu saldırıya yöneltilebilmesinin olanaklarını yaratmaktadır. Sınıf devrimcileri kamudaki tasfiye saldırısını sınıf çalışmasının ana gündemi haline getirmek, bildiriler, broşürler gibi bir dizi seslenme aracını devreye sokmak zorundadırlar.

Saldırının sivri okları kamu emekçilerine yöneltilmiş bulunmaktadır. Kamu emekçileri hareketinin son yıllarda yaşadığı tıkanmanın aşılabilmesinde ve KESK’e hakim olan icazetçi-bürokratik anlayışın tasfiye edilmesinde, kamu emekçilerine yönelen saldırıya karşı mücadelenin temel önemde bir işlev göreceği açıktır. Bilinmelidir ki kamu emekçileri fiili mücadelenin içerisine çekilemedikleri ölçüde tasfiye saldırısına karşı toplumun diğer emekçi katmanlarının harekete geçmesi beklenemez. Gerek işçi sendikalarının içinde bulunduğu durum, gerek emekçilerin örgütsüzlüğü ve gerekse de kölelik yasasının çıkmış olmasının örgütlü işçi kesimleri içerisinde yarattığı yenilgi ruh hali, kamu emekçilerini mücadelenin motor gücü durumuna getirmektedir. Derimci kamu emekçileri her olanak ve eylemi kamusal alanın tasfiyesine karşı mücadelenin dayanağı haline getirmek, toplu görüşme sürecinin kamu emekçilerinde yarattığı ilgiyi tasfiye saldırısına yöneltmek ve saldırı karşısında sendikaları tutum almaya zorlamak zorundadırlar. Kamu emekçilerinden yükseltilecek bir mücadelenin birleşik mücadelenin zeminini döşeyeceği unutulmamalıdır.

Sınıf devrimcileri kölelik yasasına karşı yürüttükleri kampanyaları aşan bir çalışma içerisine girmek zorundadırlar. Kölelik yasasına karşı yürütülen çalışmada elde edilen deneyimlerden yararlanılmalı, çalışmanın ortaya çıkardığı eksik ve zaaflı yönler aşılmalıdır. Sermaye iktidarının bir yandan ülkeyi ABD’nin çıkarları doğrultusunda Irak bataklığına sürmeye hazırlanması, diğer yandan da işçi ve emekçilerin en yaşamsal haklarına dahi göz koyması geniş emekçi yığınlar arasında huzursuzluğun ve öfkenin artmasını beraberinde getirecektir. Bu öfke örgütlenebildiği ölçüde işçi ve emekçiler iktidarla hesaplaşmaya yöneltilebileceklerdir.