17 Ekim 2014
Sayı: KB 2014/41

“Yeni Türkiye” halklara düşmanlık, işçi ve emekçilere katmerli kölelik ve baskıdır
Kürt halkı emperyalist kıskaç altında
Halkların birleşik devrimci direnişini büyütmeye!
Kobanê düşmedi,
direniyor!
Kobanê’nin sesi her yerde!
Polise misliyle katletme yetkisi
Hukukçular, AKP’nin ‘Vur emri’ni değerlendirdi
Kobane rüzgarında savrulanlar - K. Toprak
Aleviler Ankara mitinginde buluştu
Bingöl’de saldırı bahanesiyle kanlı infaz
Tekstil işçileri
Kobanê direnişinin yanında!
Kobanê için
dayanışma faaliyetleri
Almanya’da yaygın
Kobanê eylemleri
Ekim Devrimi neden güncel? - E. Eren
İşçi sınıfının mücadelesini büyütmek için devrimci sınıf sendikacılığı - B. Seyit
Devrimci Tekstil İşçileri Sendikası Girişimi’nin kuruluş deklarasyonu
MESS-Türk Metal’den toplu sözleşme oyununda son perde
Sermayenin yıkım ve
talanına geçit vermeyelim!
Türk-İş ağaları sermaye ve AKP’nin hizmetinde!
Patronlara küresel uyarı
Gençlik Kobanê için direnişte!
Gericiliğe karşı,
gençlik Denizler’in yolunda!
İzmir’de işgal davası ertelendi
Ölümünün 32. yılında büyük Kürt şairini saygı ile anıyoruz...
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Ya sosyalizm ya barbarlık!”

Ekim Devrimi neden güncel?

E. Eren

 

PYD Eş Başkanı Salih Müslim, geçen hafta İstanbul’da Türk sermaye devletinin yetkilileriyle bir araya geldiklerini belirterek şunları söyledi: “Türk yetkilileri, bize Kobanê’ye yardım edeceklerine dair söz verdiler. Ancak bütün ısrarlarımıza rağmen sözlerini tutmuyorlar.”

8 Ekim’de FHA’da yayınlanan bu röportaj, Lenin’in değerlendirmesini hatırlatıyor: “İnsanlar, ahlaki, dini, politik ve sosyal demeçleri, bildirilerin ve vaatlerin arkasında şu ya da bu sınıfın çıkarlarını görmeyi öğrenmedikçe, politikada oldum olası başkalarının ve kendilerinin aldatılmış safdil kurbanları olmuşlar ve olacaklardır.” (Marx’ın Kugelmann’a Mektupları’nın Rusça Çevirisine Önsöz...)

Savaş politikanın başka araçlarla devamıdır.” Prusyalı General Carl von Clausewitz tarafından yapılmış bu tanım günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Zira “Rojava Devrimi”ni boğmak başta Türk burjuvazisinin olmak üzere, bütün bölgesel emperyalist güçlerin izlediği stratejik planın bir parçasıdır. Emperyalist gerici güçlerin, Kobanê’de gerillanın, "Stalingrad" direnişini andıran tarihi direnişine destek sunacaklarını hayal etmek, beklemek dahi büyük bir yanılgıdır. Zira Kürt halkı, gösterdiği kahramanca devrimci direniş, kararlılık ve başkaldırıyla bu gerici güçlerin bütün hesaplarını boşa çıkarmıştır. IŞİD eliyle bastırılmak istenen Kobanê devrimci direnişini düşmana inat hafızaları zorlayacak şekilde savunmuştur.

Halkların fiili olarak kullandıkları tek hak devrim hakkıdır. Kosova’da olduğu gibi ABD ve NATO bayraklarıyla yardım istenseydi, bu güçler çoktan IŞİD güçlerine karşı yer alacaklardı. Paradoks olan da bu durumdur. “Rojava Devrimi”nin yardımına, bu gerici egemen güçler neden destek versin? Bu “devrimi” bastırmak, büyük bir kinle tasfiye etmek isteyen güçlerden “insani yardım” beklentisi dahi sonuç vermeyecektir. Politik kültür, dünya görüşü ve “uygarlık değerleri” açısından bu emperyalist güçler IŞİD ile aynı kimliği taşımaktadırlar. IŞİD’in kafa kesmesi ve bunu medya yoluyla bir propaganda aracı olarak bilinçli şekilde kullanması dışında, uyguladığı yöntemler bir sınıf tutumunun dışa vurumudur. Emperyalist burjuvazinin daha dün Ebu Garip zindanında uyguladığı vahşetin resimleri hafızalarda canlıdır. Ve 1965 yılında Endonezya’da CIA tarafından organize edilerek kafaları kesilen binlerce komünistin sokaklarda sergilenmesi unutulacak mı? Burjuvazi her zaman sınıf kini refleksiyle hareket eder. Ve bu gerçek, iktidarları tasfiye edilmediği sürece değişmeyecektir.

Devrim korkusu!

Şüphesiz 21.yüzyıl, geçen yüzyılda olduğu gibi sosyalizm ve emperyalist barbarlık arasındaki sınıflar mücadelesi tarafından belirlenecektir.

Egemen kapitalist sınıflar geçen zaman içerisinde devrimci hareketlere karşı mücadele ve bunları tasfiye etme, kendi egemenliklerini stabilize amacıyla gittikçe rafine yöntemleri devreye koydular. Karşı devrimin esas hedefi, devrimci süreçte elde edilen kazanımları tasfiye etmektir. Karşı devrimsiz bir devrim düşünülemez. Devrim ve karşı devrim zıtların diyalektik birliğini ifade eder. Karşı devrim egemen sınıfların devrimci dönüşümlere karşı tepkisini, direncini, devrimin başarısı durumunda da restorasyon hareketi olarak baş gösterir.

Karşı devrimin bu süreçte kullandığı yöntemler farklı boyutlar ve içerik taşır: Gerici ayaklanmalar, darbe, suikast, terör, dinsel kışkırtmalar, ekonomik, politik oyalama, sabotaj, ideolojik yanılsamalar... Karşı devrim, emperyalizmin çağımızda izlediği en önemli stratejidir. Ve her türlü yöntem emperyalist gericilik çıkarlarına hizmet ettiği sürece “meşru”dur. Sınıf savaşı, sınıf kini, hümanizme dayalı ahlaki kavramlarla açıklanamaz, yargılanamaz. Zayıflayan, yenilen her devrim karşı-devrim güçlerinin yüz kat şiddet, saldırı ve vahşetine maruz kalır. Egemen sınıf, iktidarını tehdit eden her türlü ayaklanmayı hunharca, kanla, büyük bir zalimlikle bastırır.

Devrime karşı “Kutsal İttifak”

1789 Fransız Devrimi’nin yarattığı toplumsal-politik etkiyi kırmak, eski yapıyı yeniden “restorasyon”a tabi tutmak amacıyla toplanan Viyana Kongresi’ne (1815) Büyük Britanya, Avusturya, Rusya ve Prusya katıldı. Avusturya Başbakanı Metternich’in yönettiği “Kutsal İttifak” Napolyon’un sarstığı eski statükonun silah gücüyle korunmasını karara bağladı. “Özgürlük, eşitlik, kardeşlik!” sloganlarıyla “gençlerin kafasını karıştıran” bu “toplumların kanser virüsünün”, yani devrim coşkusunun, radikal şekilde cezalandırılması gerekiyordu. Fransız Devrimi sonucunda ortaya çıkan her türlü siyasal yapı acımasız bir şekilde kanla bastırıldı. “Beyaz terör”, barış elçilerinin dahi kafaları kesilerek, korku yaymak amacıyla sokaklarda sergilendi. Marsilya, Toulouse, Nimes kentleri beyaz terör güçlerinin vahşetiyle yakılıp yıkıldı. Eski egemen güçler kendi toplumsal statülerini yeniden restore ettiler.

Fakat tarihsel gelişme kendi yoluna “çelik adımlarla” devam eder ve gelişmesinin hiçbir döneminde aldatılmasına izin vermez. Eğer tarihsel gelişme tarafından çözülmesi zorunlu sorunlar sonuçlandırılmamışsa, onlar süreç içerisinde yeniden toplumsal-siyasal gündemin merkezine oturur. Ve bilinmelidir ki kaybedilen, yenilen her devrim “Anka Kuşu” gibi küllerinden yeniden doğar, karşı-devrimle yeniden hesaplaşır.

Haziran 1848 yılında burjuvaziye karşı ilk ayaklanmasına, savaşına giren 50 bin üzerinde Paris işçisi, 250 bin karşı-devrim gücüne karşı dört gün boyunca kahramanca bir mücadele sonunda asker ve polis güçleri tarafından barikat savaşında hunharca katledildi. Savaş bakanı General Cavaignac yaralı işçilerin kafalarının ezilmesi emrini verirken, bugün “Ortaçağ” barbarlığı olarak gösterilen IŞİD çetelerinin kafa kesme vahşetini gölgede bırakıyordu. Paris’in işçi mahalleleri yerle bir edilerek “insansız bölge” haline getirilmişti. 25 binin üzerinde işçi zindana atılırken, 4 bin işçi sürgün edildi. Sermaye iktidarına karşı işçi sınıfının bu ilk ayaklanması acımasız bir şekilde kanla bastırıldı. “Ekmek ya da kurşun”, “Çalışma hakkı”, “Yaşasın Sosyal Cumhuriyet!” sloganları kan ve barutla boğuldu. Avrupa’nın egemen burjuva güçleri Paris işçilerinin büyük bir şiddetle bastırılan ayaklanması sonucunda zafer naralarıyla birçok başkentte sevinç gösterileri düzenliyordu. “Ve ancak Haziran isyancılarının kanlarına bulandıktan sonradır ki, üç renkli bayrak, Avrupa devriminin bayrağı, kırmızı bayrak olabilmiştir. Ve biz bağırıyoruz: Devrim öldü! Yaşasın devrim!” (Karl Marks)

Proleter devrimin burjuva devlet aygıtını parçalamak için yapılan ilk girişimi, 1871 Paris Komünü 72 gün sonra insanlık tarihinin şahit olduğu en kapsamlı burjuva saldırısıyla, bir tür “sınıf jenosidiyle” hunharca bastırıldı. “Uygar burjuvazi” her açıdan eşitsiz koşullarda kahramanca direnen Komünarlar’ı büyük bir terör ve vahşetle bastırırken, amacı basitçe cezalandırma değil, özel mülkiyeti, burjuva toplumsal düzeni değiştirmeye girişen işçi sınıfını tarihsel bir kin, nefretle cezalandırmak, Avrupa işçi sınıfını sindirmekti. Prusya gericiliğinin Fransız burjuvazisinin yardımına koşmasının arkasında bu sınıf gerçeği yatmaktadır.

General von Pape, Komünarlar kanla bastırıldıktan sonra Berlin’ne şu raporu sunuyordu:

Versailles askerleri pardon tanımıyor. Mücadeleye katılan kadın ve çocuklar hiçbir merhamet gösterilmeden sokak ortasında kurşuna diziliyor. Evler aranırken içerde olan biteni ancak tanrı bilir. Öyle tahmin ediyorum ki, semt oturanlarının çoğu yok ediliyor. Saint Denis’de Alman işgal güçleri olarak Paris’te yükselen yangını, bir zamanlar Neron’un gökyüzünü aydınlatan Roma yangını gibi izliyoruz.”

Kanlı Mayıs haftası sonucunda 30 binden fazla erkek, kadın, çocuk, yaşlı katledildi, 60 bin kişi zindanlara atıldı ya da sürgüne yollandı. Paris caddeleri öldürülen işçilerin cesetleriyle dolacaktı. Çağımızın en şiddetli savaşında proletaryanın başını hep birlikte keserek öldürmek, eski burjuva toplumunun parçalanmasıdır, diyecektirMarx.

Emperyalist sistem kanla beslenmektedir!

Hannah Arendt, sömürgeci yayılmacılığın vahşetine dikkat çekmek amacıyla 1890 yılında 20 ve 40 milyon olan Kongo nüfusunun, 1911 yılına gelindiğinde 8 milyona düştüğüne dikkat çeker. Hitler faşizminin toplama kampları, ölüm makinelerinin benzerinin çağımızda -Fransız sömürgecilerinin vahşetini göstererek- yaşandığını haykıran Frantz Fanon, Setif’in 45 bin katledileni (1945), Madagaskar’ın 90 bin ölüsü (1947), Kenya’nın 200 bin öldürülen insanı (1952) “modern zamanların ruhu”nu teşhir eder.

Lenin; “özgür Britanya’nın en liberal ve radikal adamları”nın Hindistan’ın sahipleri rolünde gerçek Cengiz Han kesildiklerini söyler.

1. Emperyalist Paylaşım Savaşı'ndan 100 yıl ve ikincisinden 75 yıl sonra emperyalist güçler insanlığı yeni bir savaş, talan ve vahşetin girdabına çekmiş durumda. Kobanê’ye yönelik estirilen savaş bombardımanı, Gazze’de İsrail’in uyguladığı vahşet, Irak, Suriye, Afganistan, Libya, Somali, Sudan’a yağdırılan bombalarla bir bütünlük arz eder. İnsansız Hava Uçakları denen bu modern savaş aygıtları sivil halka karşı ölüm makinesi olarak işlev görmektedir.

Emperyalist güçlerin IŞİD çeteleri veya Nijerya’da terör estiren çeteler bu güçlerin izlediği stratejiden bağımsız ele alınamaz. İnanılmaz boyutta yıkıcı silahlarla donanmış bu emperyalist sistemin egemenliklerini, etki alanlarını korumak, savunmak için başvurmayacağı hiçbir yöntem yoktur. Kobanê’de Kürt halkını kurban olarak IŞİD kasaplarına terk etmek sorun oluşturmaz. Gazze’de katledilen çocuklar, IŞİD çeteleri tarafından kafası kesilen insanlar sadece kapitalist barbarlığın aynasıdır. Bu saldırgan emperyalist güçler, askeri müdahale ve saldırganlıklarını “halkı koruma” maskesi altında sistematik bir şekilde devreye koymaktadırlar. Mevcut emperyalist sistem 1914 ve 1939’da olduğu gibi sömürü, talan, baskı ve savaşa dayanmaktadır. Geçen yüzyılın tarihsel gerçeği budur. Ekim Devrimi gerçek çözümün olanaklı olduğunu göstermiştir.

Ya devrim savaşı önler,
ya da savaş devrime yol açacaktır!

1 Mayıs 1913 yılında, emperyalist güçler 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nı başlatmadan bir yıl önce Rosa Luxemburg, emperyalist ülkelerin hızlı bir şekilde karada, denizde ve havada artan silahlanma yarışına dikkat çekiyordu. Avrupa ve Afrika’yı da kapsayacak olan ve bir dizi kanlı savaş zinciri oluşturacak bir dönemde olduğumuzu, küçük bir kıvılcımın, sönmesi kolay olmayacak bir yangına dönüşeceğine işaret ederek, bunu engellemenin tek alternatifi olduğunu söyler: Ya halkları bitirecek olan savaş ya da proletarya devrimi. “Sosyal Demokrasinin Krizi” kitabında R. Luxemburg, “Friedrich Engels’in kırk yıl önce öngördüğü gibi, bir karar vermek durumundayız” diyor ve şöyle devam ediyordu: “Ya emperyalizmin zaferi ve eski Roma’da olduğu gibi, her çeşit insani kültürün, nüfusun yok olması, dejenerasyon ve geri kalacak büyük bir mezarlık ya da sosyalizmin zaferi, yani emperyalizme ve onun metodu olan savaşa karşı enternasyonal proletaryanın bilinçli mücadele eylemi.”

91 yıl önce karakterize edilen dönemin benzerini yaşadığımızı belirtmek durumundayız. Bu bir abartma değil, tersine insanlığın içine düştüğü durumdan kurtulmanın tek bir gerçek alternatifinin olmasını anlatıyor: Proletarya devrimi, sosyalizm!.. Zira emperyalist burjuvazinin egemenliğine son verecek devrim sorunu, güncelliği ve zorunluluğu ile Ekim Devrimi’nin o dönemde yüzleştiği sorunla aynıdır. Geçen yüzyıl içinde iki dünya savaşı, bir dizi bölgesel savaş, devrim ve karşı-devrime yol açan tekelci kapitalizmin yasaları hala geçerliliğini korumaktadır.

Evet, emperyalist barbarlık her açıdan bir çürümeyi, yok oluşu ifade ediyor. Basit bir örnek: Bir Meksikalı milyarderin geliri, ülkesindeki 15 milyon kişinin elde ettiği kazanç değerindedir. Kapitalizm insanlık tarihinin hiç yaşamadığı kadar bir zenginlik yaratmıştır. Ama milyarlarca insanın sefaleti, yabancılaşması üzerinden... Dünya Bankası’nın verilerine göre 3,2 milyar insan günde iki dolarla yaşamını idame etmek zorunda. Emperyalist ülkeler arasında kışkırtılan bölgesel savaşlar, artık günlük insan yaşamının doğal bir olayı olarak algılanmakta. Ve yeni bir dünya savaşı tehdidi, daha doğrusu olasılığı uzak değildir. Korkunç savaş tekniği gözetildiğinde bu insan yaşamının sonu anlamına gelecektir. Friedrich Engels’in 1840 yılında “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu”nda karakterize ettiği Manchester kapitalizminin iş ve yaşam koşulları, 2014 yılında daha vahşi bir şekilde aşılmaktadır. Bangladeş kadın tekstil işçilerinin yanan fabrika içindeki küllerini hatırlamak bile yeter.

Burjuvazinin, Ekim Devrimi tarafından yaratılan sosyal ve ekonomik kazanımlara sistematik olarak saldırmasının ardında onun kin ve nefreti yatmaktadır. Tarihin gelişme diyalektiği, Hegel’in deyimiyle “tarih köstebeği” tünelini kazmaya devam eder.

Sadece son yıllarda yaşanan toplumsal olaylar gözetildiğinde bile, devrimin güncelliği üzerinde yoğunlaşmanın ne kadar önemli olduğu anlaşılacaktır.

Mısır, Tunus ve diğer bölge ülkelerindeki sarsıcı kitlesel ayaklanmalar, “ücretli kölelerin” Yunanistan, Fransa, Portekiz, İspanya’yı kapsayan genel grevleri, açlık ayaklanmaları, İngiltere, ABD, İsrail’i de içine alan radikal kitlesel gösteriler... Ve bütün toplumsal kesimlerin (işçiler, kamu emekçileri, öğrenciler) farklı bölge ve kıtalarda aynı zaman dilimi içinde gösterdikleri politik aktivite bu boyutuyla son on yıl içinde yaşanmaktadır. Üretimin toplumsal karakteri ve ona sahip olmanın özel biçimi arasındaki çelişki bütün boyutuyla yaşanmaktadır.

Sermayenin aşırı kâr hırsı bir taraftan üretici güçleri, bazı sanayi dallarını yok ederken, diğer taraftan özellikle genç nüfusu kapsayan kronikleşen bir işsizler ordusunu yaratmış bulunmaktadır. Doğanın, tekelci kâr hırsı ile hoyratça tahribatı, büyük emekçi sınıfların eğitim ve sağlık kazanımlarının tasfiyesi, ekonomik ve sosyal haklara yönelik “neo-liberalizm” olarak adlandırılan sistematik saldırılar alt sınıflarda giderek kabaran bir tepkiye yol açmaktadır. Kitle eylemlerinin gelişen bu dalgasını kırmak için emperyalist burjuvazi ardarda çıkardığı yasalarla birçok kazanılmış demokratik hakkı kısıtlamaya gitmektedir. Yürüyüş ve gösteri haklarının kısıtlanmasına karşı kitleler sessiz kalmamaktadır. Özellikle savaşa karşı emekçi sınıfların bütün kesimlerinde ciddi sarsılmalar yaşanmaktadır. Geleneksel olarak uzun dönem sessiz kalan orta katmanlar dahi gelecek korkusuyla mücadeleye atılmışlardır. Sınıf mücadelesi alanında faşist hareketlerin küçümsenmeyecek oranda güç kazanması gelecekteki gelişmeler açısından yeni işaretler vermektedir.

Ekim Devrimi’nin güncelliği üzerine düşünürken, dünyadaki gelişmeleri bilimsel sosyalizmin ışığında sınıfların içinde bulunduğu ilişkilerin ve özgün durumun somut analizini yapmak durumundayız. Yeni eğilim ve koşulları gözetirken, hangi olayların, gelişmelerin sertleşen politik “katalizörü” olmak işlevini üstleneceğini önceden tespit etmek kolay olamayacaktır. Immanuel Wallerstein, 2009 yılında yazdığı bir makalede, “Bu yüzyılın 30’lu yıllarında kapitalist olmayan bir toplumsal formasyon içinde yaşayacağımız kaçınılmazdır” diyor. Zira insan türünün yaşamasının tek çözümü bu sistemin aşılmasıdır tespitini yapmakta. Bütün toplumsal gelişmeler, kapitalist toplumsal sistemin aşılmasını objektif olarak zorlamakta.

Devrimciler ve burjuva “sosyalistleri”

Ekim Devrimi’nin Şubat Devrimi üzerinde yükselmesi, sübjektif faktörün, devrimci partinin, var olan objektif koşulları doğru bir tarzda kullandığını gösterir. Kautsky, Renner ve Menşevikler’e kalsaydı Çar iktidarının devrilmesinden sonra devrimin “mola” vermesi gerekiyordu. Bu “sosyalistler” için bir burjuva devrimi, burjuva sınıfını ürküterek ilerlememesi imkansızdı. Zira tersi bir azınlığın (Bolşevikler’in) darbesi sayılacaktır. Bu “sosyalistler” Rusya’nın içinde bulunduğu geri kalmışlığa dikkat çekerek, sosyalizmin başarısı için maddi koşulların olgunlaşmasının beklenmesini tavsiye ettiler. Bolşevikler bu söylemlere kulak tıkamasaydı, hala bugün, 97 yıl sonra da sosyalizm koşullarının olgunlaşmasını beklemiş olacaktık.

Ekim Devrimi öncesinde olduğu gibi, benzeri teorik ve ilkesel sorunlarla bugün de yüzleşmekteyiz. Fransız Devrimi’nin inişli-çıkışlı evrimi, devrim ve karşı devrim arasında tarihsel olarak uzun dönemi kapsayan dalgaların olduğunu göstermiştir.

Unutmayalım ki Rusya’daki 1917 Şubat Devrimi öncesinde, Rasputin adlı dinci şarlatanın Çar ailesi üzerindeki etkisi, kitlelerin tepkisinin büyümesinde küçümsenmeyecek devrimci bir etki yaratmıştır. Bu açıdan, Ekim Devrimi dünya tarihsel sürecinin pratik dönüşümünün başlangıcıdır. Emperyalist sistemden kurtuluşun, kapitalizmden sosyalizme geçisin gerçek yolunun gösterilmesidir de. Paris Komünü dışında tutulduğunda, Ekim Devrimi, tarihte devrimci proletaryanın burjuvazi üzerinde zaferinin ilanıdır. Sovyet iktidarı çok yönlü bütün emperyalist müdahalelere rağmen kendisini savunmuştur. Bugün Sovyetler Birliği büyük bir yenilgi yaşamış olsa dahi, Ekim Devrimi’ne yaklaşım tarzı ve takınılacak tutum, devrimci mi yoksa karşı devrimci pozisyonda mı taraf olunduğunun somut örneği olacaktır.

Parti, devrim, iktidar diyalektiği...

1918 yılı başında Rosa Luksemburg şunları söyler: “Gerçek bir devrimci partinin görev ve sorumluluğunu bütün iktidar işçilere ve köylülere şiarıyla, devrimin geleceğini koruma altına alan, sağlamlaştıran tek parti Lenin’in partisiydi.” Böylece Bolşevikler, Alman Sosyal Demokratlar’ın göğüslerinde bir yük gibi taşıdıkları “halkın çoğunluğunu kazanmak” sorununu çözmüş oldular. Parlamentarizm ufkuyla yoğrulmuş olan Sosyal Demokrat önderler, “halkın çoğunluğunu” kazanmadan, köklü sosyal ve politik dönüşümlerin sağlanamayacağı, devrimin de ancak bu “çoğunluktan” sonra gerçekleşebileceği propagandasını yaparlardı. Yani önce çoğunluğu kazanmak!

Fakat devrimin diyalektiği bu sözde “köstebek bilgeliğini” tersyüz ediyordu. Çoğunluğu arkaya alarak devrimci taktiğe yönelme değil, tersine devrimci taktik izlenerek, devrimci bir çizgide ilerleyerek “çoğunluk sorunu” çözülebilirdi ve Bolşevikler bu gerçeği gösterdi.

1905 devrim yenilgisinden sonra 1907 yılına kadar birçok bölgede parti örgütleri tasfiye edilerek etkisizleştirildi. 1905 yılı başında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi üye sayısı 8 bin 400 kişiyi geçmiyordu. 130 milyonluk bir nüfusla kıyaslandığında bu sayı okyanusta bir damla anlamını taşıyordu.

Devrim başladığında bu sayı kısa süre içinde 15 kat arttı. Fakat yenilginin ardından bu sayı hızlı bir şekilde 10 bine geriledi. Partiyi ilk önce yalpalayanlar, rüzgarın esintisine göre yön verenler terk etti. Her yenilgi karamsarlık, umutsuzluk, geleceğe inançsızlık atmosferini yayar. Bu bağlamda düzenli geri çekilerek yeniden güç toplama, bir saldırı durumuna geçmede daha da zordur. Sağ oportünist “tasfiyeciler”, sol radikaller, “uzlaşmacılar”, “tanrı arayıcıları” tek tek ideolojik olarak etkisiz hale getirilmeden devrime doğru somut bir adım atılamayacaktı. Fakat bugün artık biliyoruz ki, Şubat 1917 yılında Bolşevik Parti’nin üye sayısı 100 bin, Ağustos’ta, yani Ekim Devrimi’nden önce bu sayı 240 bine ulaşıyordu.

Partinin gerçek gücü sadece mücadelenin yükseliş dönemindeki artan üye oranıyla ölçülemez. Bolşevikler başarı ve zafer sürecinde olduğu gibi, yenilgi dönemlerinde de başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi sınıfların toplumsal bilincinde, egemen Çarlık sistemine karşı tek gerçek alternatif güç olduklarını her koşulda gösterdiler.

1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sürecinde II. Enternasyonal partileri art arda sosyal şovenizm propagandasıyla kendi burjuvazilerinin kuyruğuna takıldığında, proletarya enternasyonalizminin bayrağını elden düşürmeyen tek devrimci güç Bolşevik Partisi’ydi. Lenin şovenizm fırtınasına kapılmayan, güç ve cesaretle şovenizme başkaldıran diğer ülkelerdeki sosyalistleri de büyük bir coşkuyla destekledi. Emperyalist savaşın sıcaklığı içinde, anavatan savunmasının borazanlığının yapıldığı bir ortamda, gerçek enternasyonalist olmak kolay bir iş değildi. Lenin, sayısı az olan bu insanları kitlelerin, sosyalizmin gerçek önderleri olarak tanımlar.

Bu dönemde sadece Rusya’da değil, uluslararası sosyalist hareket içinde de çağın değişen ekonomik, toplumsal, siyasal koşulları üzerinde yoğun tartışmalar yapılmaktadır. Lenin teorik olarak önce farklı makalelerde ve “Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” kitabında kapitalizmin, tekelci koşullar altında eşitsiz ve sıçramalı gelişme yasasını analiz ederek, emperyalist rekabet ve savaşın özünü açıkladı. Buna paralel olarak işçi hareketi içinde ortaya çıkan oportünizm ile emperyalizm arasındaki bağı aydınlatarak, burjuva–demokratik devrimden, sosyalist devrime geçisin strateji ve taktiğini ortaya koydu.

Bilinmelidir ki teorik cephede bu netleşme olmadan, Ekim Devrimi’nin başarı sağlaması olanaklı olmayacaktı. Çağın ortaya çıkardığı bu yeni büyük sorulara tam teorik yanıt verilmeden pratik politikada doğru zemin üzerinde yürümek imkânsızdı.

Sadece devrimci bir tarzda ilerleyen, önderlik yeteneğini pratikte sergileyen bir parti mücadele fırtınasında taraftar, kitlesel destek kazanabilirdi. Önemli tarihsel bir momentte, kitleleri ileri taşıyacak olan bir şiarı bütün kararlıkla savunmak: Bütün iktidar işçi ve köylülere! Bir gecede, o güne kadar Marat gibi bodrumlarda saklanan, “azınlık illegaller” olarak nitelendirilen, ciddiye alınmayan, devlet terörüne, baskılara maruz kalan Bolşevikler’i yeni durumun esas politik aktörleri konumuna getirdi.

Ekim Devrimi’nin zaferi, işçi sınıfının -Engels’in 1892’de Kautsky’e yazdığı mektupta altını çizdiği gibi- kendi bağımsız ve diğer bütün burjuva partilerine temelde zıt bir partisi olmak zorundadır, tezini doğrulamıştır. Ekim Devrimi’nin deneyimi, işçi sınıfının burjuva sınıfı üzerindeki zaferinin sağlanması ve toplumun üretici güçleri üzerindeki özel mülkiyet ilişkilerinin tasfiyesini sağlayacak en önemli koşulun bağımsız bir sınıf partisinin varlığı olduğunu ispatlamıştır.

20. yüzyıl başındaki dönemin, 1905 Ekim Devrimi öncesi ve sonrası (1918) yaşanan acı pratik deneyimlerin gösterdiği gibi, devrimci işçi sınıfının önderlikten yoksunluğu, Lenin’in deyimiyle, halkı uyandırmak için ilk çanları çalan ve nöbet yerini de en sonuncu olarak terkeden bir önderliğe sahip olmamak, işçi sınıfı adına birçok yenilgiyi birlikte getirmiştir.

İşçi sınıfının salt kendi mücadele deneyimi ve sınıf refleksleri etkili ve başarılı bir devrimci kitle hareketinin ortaya çıkmasını sağlayamaz. Ekim Devrimi’nin güncelliği ve anlamı tam da bu tarihsel gerçeği yansıtır.

İktidarı ele geçirmek Bolşevikler tarafından devrimci programın esas amacı olarak gündemin birinci sırasına konuldu: Burjuva demokrasinin gerçekleşmesi değil, sosyalizmi gerçekleştirmek amacıyla proletarya diktatörlüğünün inşası... Tarihte ilk defa Bolşevikler esas amaç olarak sosyalizmi doğrudan pratik politikanın programı olarak deklare ettiler. İktidar sorunu, yani hangi sınıfın toplum üzerinde egemenlik kuracağı sorusu, sınıfların varlığından bu yana güncelliğini her zaman korudu. İktidar sorunu için sürdürülen sınıf mücadelesi tarihsel gelişmenin esas itici gücünü oluşturmaktadır. Ekim Devrimi ilk kez bir ülkede kapitalistlerin ve toprak sahiplerinin egemenliğine son verdi. İşçiler ve yoksul köylüler ilk kez kendi egemenliklerini inşa ettiler. Bu dönüşüm küçük reformlar değildi, tersine bir ülkenin doğrudan radikal toplumsal dönüşümüydü. Proletarya bu zaferini farklı cephelerde çetin, uzun süren bir mücadele sonucu kazandı.

Ekim 1914 yılında Bolşevikler, “Savaş ve Rusya Sosyal Demokrasisi” manifestosunu, şiarlarını yayınladılar: Çarlık hükümetinin savaş sürecinde yenilgisi, savaşın iç savaşa dönüştürülmesi, sağ sosyal demokratların egemen olduğu ve çürüyen II. Enternasyonal ile yolların ayrılması...

97 yıl sonra da Ekim Devrimi hala güncel. Ve dünyada birçok ülkede iki yıl sonra, yani Ekim Devrimi’nin 100. yılını kutlamak amacıyla hazırlıklar şimdiden başlamış bulunuyor.

 

 

 

 

 

“Almanya’da Devrim ve
Karşı-Devrim”den…

 

Oysa, ayaklanma, savaş ya da herhangi bir başka sanat kadar bir sanattır; savsaklanmaları, bunları savsaklayan partinin yıkımına yol açan bazı pratik kurallara bağlıdır. Böyle durumlarda göz önünde tutulmaları gereken partilerin ve koşulların özlüğünden mantıksal olarak çıkan bu kurallar öylesine açık ve öylesine yalındırlar ki, kısa 1848 deneyi, bunları Almanlar’a adamakıllı öğretmiştir. Birincisi, eğer oyununuzun bütün sonuçlarına korkusuzca göğüs germeye iyice kararlı değilseniz, ayaklanma ile hiç oynamamak. Ayaklanma, değerleri her gün değişebilen çok belirsiz büyüklükler ile yapılan bir hesaptır; düşman güçleri, her tür örgütlenme, disiplin ve yetke alışkanlığı üstünlüğüne sahiptirler; eğer onların karşısına daha üstün güçler çıkaramazsanız, bozguna uğradığınızın, hapı yuttuğunuzun resmidir. İkincisi, bir kez ayaklanma yoluna girdikten sonra, en büyük bir kararlılık ile ve saldırıcı biçimde davranmak. Savunma, her türlü silahlı ayaklanmanın ölümüdür; ayaklanma, daha düşmanları ile boy ölçüşmeden yitirilir. Düşmanlarınıza, güçleri dağınık olduğu sırada, birdenbire saldırın, ne kadar küçük olursa olsun, yeni, ama günlük başarılar hazırlayın; ilk başarılı ayaklanmanın size verdiği morali yükselterek sürdürün; her zaman en güvenilir yanda gitmeye çalışan sallantılı öğeleri böylece kendi yanınıza alın; devrimci siyasette, bugüne kadar bilinen en büyük usta olan Danton ile birlikte: de l’audace, de l’audace, encore de l’audace* diyerek, düşmanlarınızı güçlerini size karşı toparlayamadan, önünüzden kaçmaya zorlayın.”

* Cüret, cüret, daha fazla cüret.

Friedrich Engels

 
§