01 Ocak 2010
Sayı: SİKB 2010/01

 Kızıl Bayrak'tan
2010 düzenin çok yönlü sorunlarla boğuşacağı bir yıl olacak
2009’da işçi sınıfı hareketi
2009’da kamu emekçileri hareketi,
25 Kasım’la birlikte kıpırdanmaya başladı
Direnişteki TEKEL işçileri ile konuştuk
TEKEL direnişinden
Devrimci sınıf faaliyetlerinden
TÜRK-İŞ araştırması
açlığın arttığını gösterdi
İtfaiye işçisi
hakları için nöbette
Sosyalist Kamu Emekçileri’nden
açık çağrı
2009’da düzenin tablosundan yansıyanlar
Son çeyrek asrın
en kritik yılı: 2010
Polis terörüne çözümsüz çözüm önerisi: “Bağımsız” kolluk şikayet mekanizması
“Karadağ cinayeti ve
tüm siyasi cinayetler aydınlatılsın!”
İzmir’de kampanya faaliyetleri
Genç-Sen 3. Genel Kurulu’nun ardından
Gençliğin polis terörü ve cinayetlerine karşı eylemlerinden
Adana Ekim Gençliği ve Devrimci Liseliler Birliği’nden
mücadele çağrısı
YTÜ’de soruşturma ve
ceza karşıtı mücadele
İsrail’in vahşi Gazze saldırısı birinci yılında
BDSP’li tutsaklardan
Devrimci tutsaklardan
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Son çeyrek asrın en kritik yılı: 2010

Volkan Yaraşır

2010 yılı, sınıf mücadelesi açısından hem ulusal, hem de uluslararası düzeyde son 25 yılın en kritik yılı olacağa benziyor. Kapitalist krizin yıkıcı etkileri katastrof mahiyetine bürünebilir. Eldeki veriler de bunu gösteriyor. 2008 sonrası krizin yarattığı yıkıcı etkiler kapitalist devletlerin 50 trilyon dolarlık sübvansiyonuyla bir düzeyde engellenmeye çalışıldı. Büyük tekeller ve bankalar kapitalist devletin aktif müdahalesiyle koruma altına alındı. Bu gelişme devletin piyasa tanrısının koruyucusu ve sermayenin dostu ve uşağı olduğunu bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. Birleşmiş Milletler Suçla Mücadele Dairesi Başkanı küresel mali krizde bankaların kara parayla kurtulduğunu açıkladı. Narko-ekonominin kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olduğu, yetkili ağızlardan da böylece ifade edildi. Ne var ki devlet müdahalesi ve narko-ekonominin yarattığı olanaklar da sonsuz değil. Şimdi olası ve son derece sarsıcı ve birbirini tetikleyen ikinci finansal köpükten bahsediliyor. Böylesine bir dalganın olağanüstü sarsıntılar yaratacağı ortadadır. ABD otomotiv devi General Motor’un iflas etmesi, Ford’un ve Chrysler’in iflasın sınırından dönmesi, birçok yatırım bankasının yaşadığı iflas zinciri 2008’deki spekülatif çığın yarattığı sonuçlardan bazılarıydı. Ayrıca İzlanda, İrlanda ve bir dizi ülke ciddi problemler yaşamıştı. Olası ikinci spekülatif köpük dalgası bırakın şirket iflaslarını, ülke iflaslarını da beraberinde getirebilir. Post-kapitalist merkezlerden biri olarak sunulan finans ve yatırım mabetlerine dönüştürülen Dubai’nin bugünlerde içine girdiği süreç ve yaşadığı problemler bu tezi güçlendirmektedir. Yunanistan’ın da benzer bir spekülatif anafor içine girdiği tartışılıyor. AB’nin yumuşak karnı olan emperyal çekirdeğin periferisinde yer alan İspanya ve Portekiz’de de ülke iflasları bekleniyor. Böylesine bir gelişmenin muazzam sonuçları olacağı ortadadır.

Kapitalist krizin giderek katastrofa evrilme potansiyeli taşıdığını şu veriler de gösteriyor: ILO 2010 yılında dünya çapında işsiz sayısına 56 milyon kişinin daha ekleneceğini açıkladı. İstanbul’da yapılan IMF ve Dünya Bankası toplantısında tablo daha vahim olarak ortaya konuldu. 2010 yılında işsiz sayısının 59 milyona ulaşacağı bildirildi. Ayrıca 90 milyon insanın yoğun bir yoksulluk içine gireceği vurgulandı. Krizde herhangi bir olumlu gelişme olmazsa, bazı üçüncü dünya ülkelerinde savaşların kaçınılmazlığı ileri sürüldü. Bu açıklamaların iki emperyalist örgütün yöneticileri tarafından yapılması ayrıca dikkat çekiciydi.

Metropol ülkelerdeki işsiz sayısındaki yükseliş çarpıcı bir boyuta ulaştı. ABD’de işsiz sayısının 14 milyon olduğu açıklandı. Bu sayının 7.5 milyonunun son bir yılda işini kaybedenlerden oluşması çok daha çarpıcıdır. AB’de toplam işsiz sayısı 21 milyona yükseldi. İngiltere’deki durum da çok farklı değil. İşsizlik kronik bir vakaya dönüştü. Japonya’da işsiz sayısı 2009 yılında olağanüstü arttı.

Dünya Bankası verilerine göre gıda fiyatları son 3 yılda % 83 oranında yükseldi. Yaşanan krizle Afrika’da 700 bin çocuğun daha öleceği açıklandı. Kriz, 1.25 dolarla yaşamak zorunda kalan Afrikalıları daha büyük sefalete sürükledi.

Uluslararası düzeyde işsizliğin ve yoksulluğun yaygınlaşmasıyla birlikte hayırsever kapitalizm uygulamaları hayata geçirilmeye başlandı. Almanya’da 40 bin gönüllünün çalıştığı 847 sosyal dayanışma evinde, 1 milyondan fazla insana gıda maddesi yanında günlük gereksinmelerini karşılayacak eşyalar dağıtılıyor. Bugün yine Almanya’da nüfusun % 13’ten fazlası yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Yoksulluğun çarpıcı gerçekliği karşısında İngiliz papaz Tim Jones “yoksullar çalabilir” açıklamasını yaptı. Hemen devreye giren kilise, papazı eleştirdi ve yoksul insanların yardım kuruluşlarına başvurmalarını istedi.

Türkiye’deki tablo da olağanüstü vahimleşmiş durumda. Kriz sonrası işten altılan işçi sayısı 1 milyonu geçti. Bugün devletin resmi açıklamalarında bile açık ve sayılamayan işsiz sayısının 5 milyonun üzerinde olduğu belirtiliyor. Gerçek sayı yeni işsizlerle birlikte 7-7.5 milyona ulaşmış durumda. Bu kitle ara sıra bulduğu işlerle, sokak işçiliği yaparak, marjinal sektörlerde çalışarak, feodal ilişkilerinin desteğiyle yaşamını bir düzeyde idame ettiriyor. Bundan dolayı büyük patlamalar olmuyor ve öfke ayağa kalkmıyor. Ayrıca sınıf hareketinin tarihinde işsizlerin örgütlenme pratiklerinin azlığı bu kitlenin harekete geçmesini engelliyor. Şunun da altını çizmekte yarar var; bugün sokak işçileri, marjinal sektörde çalışanlar, hatta Türkiye işçi sınıfının % 65’lerini oluşturan güvencesiz işçiler bir başka manada yeni işsizlerin potansiyelidir. Her an işsiz kalmaları muhtemeldir. Bazı durumlarda ve dönemlerde bir süre işçi, bir süre işsiz kalma gibi iç içe geçen durumlar da yaşanmaktadır. 2010 yılında var olan işsiz sayısına 1-1.5 milyon işsizin de eklenmesi olasıdır. Kısacası Türkiye’deki işsiz sayısı aşağı yukarı 8.5-9 milyona ulaşacaktır. Sınıfın organik parçası olan bu muazzam kitlenin, Türkiye’deki siyasal süreci etkilemesi kaçınılmazdır.

Ayrıca Türkiye ekonomisi 2009 yılının ilk çeyreğinde 13.8 oranında küçüldü. Bu oran Türkiye tarihinin II. Dünya Savaşı sonrasındaki en büyük düşüşüydü. Türkiye nüfusunun en az gelire sahip 15 milyonluk kesiminin 4.5 milyonunun hiçbir sağlık güvencesinin olmaması başlı başına vahim bir durumu ortaya koymaktadır. 2008’den itibaren ferdi kredi borcunu ve kredi kartı borcunu ödeyemeyenlerin sayısı hızla ve geometrik oranda yükselmektedir. Kısaca yoksulluk, işsizlik, sefalet ve geleceksizlik giderek yaygınlaşmakta ve derinleşmektedir.

Genel olarak belirttiğimiz bu gelişmeler yaşanan dönemin hem ülke çapında, hem de uluslararası düzeyde bir dizi felaketi beraberinde getirdiğini gösteriyor.

Hava döndü

Bu süreç aynı zamanda sınıfsal antagonizmayı derinleştirdi ve keskinleştirdi. Türkiye işçi sınıfı krizin yıkıcı etkilerini hissetmesiyle birlikte hızla harekete geçti. Sinter, Brisa, Gürsaş ve Tezcan’da içinde bir dizi eksiklikler yaşansa da, gerçekleştirilen fabrika işgal eylemleri sınıfın krize karşı en net yanıtıydı. Ve onun kolektif karşı duruşunu açığa çıkarıyordu. Hatta sınıf bu eylemlerle dönemin model eylemlerini yarattı. İşçi sınıfının kapitalizmin acıyan yerine vurması gerektiğinin altını çizdi. Bu eylemleri işyeri kapatmalarına, toplu tensikatlara, işten atılmalara karşı gerçekleştirilen bir dizi eylem izledi. Birçok işyerinde sendikalaşma mücadelesi yürütüldü. Çeşitli direnişler ve grevler yapıldı. 2009’da işgal, direniş ve grev sınıfın model eylemleri olarak öne çıktı.

Dağınık, aralarında bir koordinasyon olmayan, ağırlıkla kendiliğindenci bir tarzda gelişen bu eylemler içinde özellikle Desa ve Meha direnişi iz bıraktı.

Desa direnişi bir sendikalaşma mücadelesi olarak gelişti. Bu direnişte Emine Arslan kimliği bir dava kadını olmanın konsantre ifadesi oldu. Emine Arslan direniş boyunca her düzeydeki baskı, tehdit ve manipülasyona karşı dimdik ayakta kalmasıyla sınıfın onurunu kendi kimliğinde somutladı. Sıradan bir işçinin muazzam gücünü açığa çıkardı. Davaya inancın ve davanın kutsallığının somut göstergesi oldu. Tek başına sınıfın kolektif gücünün taşıyıcısı gibi hareket etti. Dönemin en anlamlı model kimliğini oluşturdu.

Krizin tam ortasında Meha direnişi iki yönden anlam taşıdı. Birincisi, bir alt işverende ya da fason üretim yapan işyerinde başlayan direniş, sınıfın yaratıcı zenginliğinin sonucu, üst işverene yani LCW’ye yöneldi. Meha işçileri LCW mağazalarını bloke ederek, üst işvereni sıkıştırdı. İmajını zedeledi. Perakende satış mağazalarını çalışmaz hale getirdi. Taleplerinde ısrarcı olan Meha işçileri direnişlerini başarıyla sonuçlandırdı. Meha direnişi fason ve taşeron işyerlerinde hedefin neresi olması gerektiğini pratikleriyle gösterdiler. Sınıfa moral ve güç verdiler. Bunun yanında Meha direnişi mücadele azmi, kararlılık, sınıfın onurunu kendi kimliğinde bütünleştiren dönemin model kimliklerini de ortaya çıkardı. Sınıf eksenli bir çalışmanın muhteşemliği ve nelere kadir olabileceği Meha direnişiyle bir kez daha görüldü. Yine sıradan bir işçi olan Saliha Gümüş, direnişin önderlerinden biri ve dönemin model kimliği olarak karşımıza çıktı. Aynı şekilde şu an direnişi tek başına ve büyük bir azimle sürdüren Entes’ten Gülistan Kobatan da, dönemin model kimliği olarak iz bıraktı.

Bu eylemlerin ve bu kimliklerin açığa çıkması tesadüfi bir gelişme değil, dönemin zenginliğinin somut bir dışavurumudur.

2009’da ücretlerin ödenmemesine, işten çıkarmalara karşı ve bir dizi sendikal örgütlenme ve hak için birçok grev ve direnişler gerçekleşti. Bu eylemler içinde öne çıkanlar ATV-Sabah, E-kart, Asemat, Asil Çelik, Sega Otomotiv, Ayzi Moda, Arçelik, Esenyurt Belediyesi ve itfaiye işçilerinin eylemleri oldu. Bunların bir kısmında başarı sağlandı ve bir kısmında mücadele halen sürüyor.

2009’daki işçi eylem ve direnişlerinin en göze çarpan özelliği belirli bir lokalizasyona hapsolmasıydı. Bu lokalizasyon eylemlerin gücünü belirledi. Eylemlerin ekseni ekonomik içerikliydi. Talepler de günlük ve acil sorunlar üzerine şekillendi. Ama her şeye rağmen her eylem sınıf mücadelesine bir birikim sağladı. Kriz koşullarında ve sınıf bilincinin ve kimliğinin son derece deforme olduğu şartlarda yapılan eylemler, sınıfa moral ve güç verdi. Eğer gerekli müdahaleler zamanında yapılabilseydi, bu eylemlerin her biri son derece etkili ve çarpıcı sonuçlar yaratabilirdi. Bu direnişler olağanüstü olumsuz koşullarda ve krizin yarattığı tedirginlik ve geleceksizlik ortamında işçi havzalarını aydınlatan kıvılcımlar oldu. Ne yazık ki bu kıvılcımlar işçi havzalarını saran yangına dönüşmedi.

Kapitalist kriz sonrasında 1 milyonun üzerinde işçinin işten atılmasına karşın, büyük öfke patlamaları yaşanmadı. Sistemin sınıf kimliğinde ve bilincinde yarattığı deformasyon onun eylem ve örgütlenme kapasitesini de direkt olarak etkiledi. 2009’un yaz aylarında tartışılmaya başlayan Kürt açılımı sınıf hareketinde eksen kaymalarına yol açtı. Milliyetçi ve ırkçı histeri, kapitalist krizin yakıcı sonuçlarının hissedilmesini engelledi. Bunun yanında ‘hayırsever kapitalizm’ pratikleri sınıfın kolektif halüsinasyonunu arttırdı. En fazla mikro sosyoloji düzeyinde içe dönük şiddet vakaları yaşandı. Fakat bu yoğun işten atılmanın yarattığı öfke maalesef kolektif bir öfkeye dönüşmedi. Bunun bir nedeni siyasal öznelerin ve sendikal yapıların işsiz yığınlara yönelik bir perspektifinin ve somut bir örgütlenme projesinin olmamasıydı. Diğeri ise bu işsiz yığınlarının öfkelerinin massedilebileceği ve yaşamlarını bir düzeyde sürdürebilecekleri (sokak işçiliği, marjinal sektörde bulunan işler, sosyal çevrenin desteği gibi) olanaklarının olmasıydı. Ama her şeye rağmen bu ülkede işsizliğin ölümle eşdeğer olduğu da bir gerçektir. Bugün 2010 yılındaki yeni işsizleri de hesaba katarak bu kitlenin örgütlenmesi ve bu kitlenin öfke ve kininin sisteme dönmesi bizim elimizdedir. Unutulmamalıdır ki aynı kitle üst kimliğinin oluşmadığı koşullarda, umutsuzluğun ve geleceksizliğin yaygınlaşmasına da paralel olarak faşizmin kitle temeli de olabilir.

Neo-liberal politikalar ve kapitalist krizin yarattığı yıkıcı sonuçlar hayatın her alanını sosyal patlama alanına dönüştürdü. Artık hayatın her alanı sosyal dinamitlerle döşenmiş durumda. Yeter ki bu dinamitleri ateşleyecek örgütlenme, müdahale ve eylem araçları yaratılsın ve bu dinamitleri patlatacak katalizör olunabilsin.

25 Kasım eylemi bu anlamıyla önemli oldu. Her ne kadar yeterli örgütlenmese bile yaşanan konjonktürün olağanüstülüğü, kamu emekçilerini harekete geçirdi. KESK dahil, sendikal bürokrasinin ataleti dipten gelen öfke ve arayış sonucunda kırıldı. Eylem bir nevi genel grev olarak kendini dışa vurdu. Sınıfın içinde biriken öfkenin ne boyutta olduğunu ortaya çıkardı. Katılım düzeyi, yaygınlığı ve etki gücü beklenenin çok ötesinde gerçekleşti. 25 Kasım bir anlamda sınıf açısından 2009 yılının kazanıldığını simgeledi. Bu birikim iyi değerlendirilebilirse, bürokratik bir kasta dönüşmüş KESK değiştirilebilir, hatta yıkılarak yeniden yaratmanın önü açılabilir. Eylemin kendisi bile taban örgütlenmelerinin önemini ortaya koydu. Birçok işyerindeki başarı zayıf da olsa bu taban örgütlenmeleriyle gerçekleştirildi. Aynı taban örgütlenmeleri kitle inisiyatifini kökleştirdiği gibi KESK’in de yeniden yapılanmasının sağlayabilir. Sokakla örgütlenme arasındaki diyalektik ancak taban örgütlenmeleriyle somutlanabilir. Bu adım kamu emekçileri üzerinde hakimiyet kurmuş, korparatist sendikacılığın da parçalanması anlamına gelecektir. Eğer böylesi adımlar atılmazsa, 25 Kasım’ın birikimi sendikal bürokrasinin manevraları içinde eritilebilir, hatta sendikal bürokrasiye yeni bir soluk aldırabilir. KESK marjinalize olmuş solun nüfuz savaşlarının gerçekleştiği bir yapı olmaya devam eder.

25 Kasım’da öne çıkan eylemlerden biri BTS’lilerin gerçekleştirdiği iş durdurma eylemi oldu. Demiryolları felç edildi. Bunun üzerine devlet BTS’lilere yöneldi. 16 kamu emekçisini açığa alarak, bir intikam hareketi başlattı. BTS’liler arkadaşlarını yalnız bırakmadı ve ikinci iş bırakma eylemi yaptı. Devletin saldırısı da gecikmedi. 30 çalışan açığa alındı. Ama kısa bir müddet sonunda işe dönüşler başladı. BTS’liler ancak mücadeleyle haklar alınabileceğini ve korunabileceğini pratik olarak gösterdiler. Bu da 25 Kasım’ın ayrı bir veçhesiydi.

Ardından gelen TEKEL direnişi aktüel jargon olan ‘açılıma’ yeni bir boyut kazandırdı ve ‘gerçek açılımın’ nerede olduğunu işaretledi. Kürdü, Türkü, Çerkesi, Lazı, alevisi, sünnisi, şafisi, başı örtülü veya başı açık olanı, sağcısı ve solcusuyla işçi sınıfı ülkenin başkentini işgal etti. TEKEL işçileri sermayenin açık saldırısına karşı harekete geçti ve alt kimliklerini aşarak üst kimlikleriyle, işçi olma kimlikleriyle devreye girdi. Emekle sermaye çelişkisinde safını net olarak belirledi. Kapitalist devletin tavrı da çok netti. TEKEL işçisi Ankara’da kapitalist devletin niteliğini yaşayarak gördü. Her cop darbesi, atılan her gaz bombası TEKEL işçisinin kimliğini inşa etti. Sınıfın direnci karşısında Türk-İş bürokrasisi harekete geçmek zorunda kaldı. Direniş, özellikle sınıftan yana bazı sendikalar ve Türk-İş tabanı tarafından aktif olarak desteklendi. 2010 yılına girerken 25 Kasım’dan alınan mücadele bayrağı, TEKEL işçilerinin direnişiyle taçlandırıldı. Sınıfın moral motivasyonu arttı. 2009 yaz aylarında yaşanan durgunluk, rehavet hızla aşıldı.

TEKEL işçilerinin başarısı 2010 yılında sınıf hareketinin yönelimini belirleyecek bir içeriktedir. Ne var ki devrimci güçlerin olmadığı koşullarda CHP’nin devreye girerek TEKEL işçilerinin mücadelesini AKP karşıtı bir mücadeleye indirgemesi son derece tehlikeli bir gelişmeyi de işaretlemektedir. Bu da sınıfın mücadelesinin sermaye klikleri arasındaki iktidar savaşları içinde eritilmesidir.

Bugün sınıf içinde yeterli çalışma yapıldığında, TEKEL işçilerinin mücadelesi dahil, mücadelenin hızla anti kapitalist bir içeriğe bürünmesi işten bile değildir. İşsizlik tehlikesi yoksulluk ve sefaletin yıkıcılığı, sınıfsal öfkeyi ve kini tetiklemektedir. Bu öfkeye ve kine ihtiyacımız var. Ve bu öfke ve kin kapitalizme ve sisteme yönelmelidir. Eğer bu çalışma yapılmazsa yıkıcı gücün bir rektifikasyon aracına dönüşmesi kaçınılmazdır.

Sistem Mustafakemalpaşa’da aslında bütün acımasızlığını ortaya koydu. 19 tane yanan ve kömür halini almış işçi arkadaşımız kapitalist sistemin aşağılıklığını, simsarlığını ve pisliğini yaşamlarını kaybederek gösterdiler. Tıpkı daha önce Topkapı’da yaşanan katliam gibi. Kapitalist devlet de bütün özelliklerini alenen ortaya koyuyor. İşçi sınıfının her düzeydeki hak istemi ve talebi şiddetle karşılık buluyor.

2010 yılının, sınıf mücadelesinin keskinleşeceği bir yıl olacağı ortadadır. Görev, kapitalist sistemi ve kapitalist devleti teşhir etmektir. Sınıfın öfke ve kinini kolektif bir öfkeye ve örgütlülüğe dönüştürmektir. Neo-liberalizmin ve kapitalist krizin yarattığı toplumsal dinamitleri ateşlemektir. Iskra’cılar yola küçük kıvılcımlarla çıktılar. Bizlerin görevi de küçük kıvılcımları alev toplarına dönüştürmektir. Artık her işçi atölyesi, her fabrika, her işçi havzası, hatta her işçi kenti sınıfsal öfkenin ve kinin odağına dönüşmüştür. Bu alanlarda öfke ve kini tetiklemek devrimcilerin görevidir. Yaşanan sınıfsal antagonizma hiç beklenmedik anda havza grevlerinin, hatta kent grevlerinin önünü açabilir. Sorun buna hazırlıklı olmaktır. Küçük alevleri yangına dönüştürmektir. 2010 yılı kavganın yılı olacağa benziyor. Sinter’leri, Brisa’ları yaygınlaştırmak, 25 Kasım’ları ve TEKEL direnişlerini kökleştirmek bizlerin elindedir. Böylesi bir mücadelenin enternasyonal bir içeriği olduğu unutulmamalıdır. İngiltere’de korsan ve illegal grevler, Fransa’da rehin alma eylemleri ve fabrika işgal eylemleri, Güney Kore’de ve Bangladeş’te fabrika işgalleri sınıfın kolektif ruhunu inşa etmektedir. Uluslararası düzeyde sınıfsal öfke ve kin artık harekete geçmiştir. Sinter, Tezcan ve Brisa’yla Ssangyong fabrika işgalleri, TEKEL işçilerinin başkenti zapt etmeleriyle Caterpillar’daki rehin alma eylemleri arasında diyalektik bir bağ vardır. Bu diyalektik yeni enternasyonalizmin mayasıdır. Kolektif Prometeus’un, yani işçi sınıfının finans kapitalin saldırısına cevabı net olmalıdır. 1919’da Alman devrimcileri Spartakistler izlenmesi gereken yolu göstermektedir: Proletarya, ayağa kalk! Savaşa! Kazanacağın koca bir dünya var önünde ve savaşacağın koca bir dünya! Burada, insanlığın en yüce amaçları uğruna, dünya tarihinin sınıf savaşımında, düşmana söyleyeceğimiz tek şey şu: “Göze göz, dişe diş!”