29 Ocak 2010
Sayı: SİKB 2010/05

 Kızıl Bayrak'tan
Taban inisiyatifi zaferin
biricik güvencesidir!
TÜSİAD’ın “demokrasi” vaazları
F tiplerinde
direnen insan olma bilincidir!.
TEKEL direnişine destek eylemleri
“Genel grev” çağrısı yayılıyor...
TEKEL işçileri panelde buluştu
İzmir’de Metal İşçileri Buluşması gerçekleşti.
Entes direnişçisiyle konuştuk.
Entes’te direniş güncesinden.
İşçi ve emekçi hareketinden...
Popülizm ve sosyalizm
Paralı eğitiminiz, eleme sınavlarınız, staj ve atölye sömürünüz sizin olsun!
Gelecek bizim!
DLB’lilerden eğitim
sistemine karne
Ahmet Öncü ve Ahmet Hasim Köse ile TEKEL direnişi üzerine konuştuk
TEKEL işçileri ile
direniş süreci üzerine konuştuk.
Emperyalist işgale “sivil kılıf
Stuttgart’ta TEKEL işçileriyle
dayanışma etkinliği
İktidar kavgası derinleşiyor - M. Can Yüce
Direnişçi TEKEL işçisi
Aygün Taşkın’a mektup
Mücadele Postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Ahmet Öncü ve Ahmet Hasim Köse ile TEKEL direnişi üzerine konuştuk…

“Gelecek yıllar sermaye açısında da
hiç kolay olmayacak!”

- TEKEL işçilerinin hakları, onurları ve gelecekleri için yürüttükleri kararlı direniş 40 günü aşkın süredir devam ediyor. Sınıf hareketinde ve toplumsal muhalefetin genelinde ciddi bir hareketlilik yaratan bu direniş sürecini genel hatlarıyla nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ahmet Öncü: Bu konuda zaten toplumda yaygın bir kanı oluştu. Bu, uzunca bir süredir emek hareketinde beklenen kıpırdanmanın işaretlerini veriyor. TEKEL, bu noktada çok önceden başlamış fakat dağınık olarak sürmekte olan birçok işçi eylemleriyle, grevler, fabrika işgalleriyle işten çıkarmalara karşı verilen tepkilerin kitleselleşme eğilimi taşıyan kalkışması oldu. Dolayısıyla şu an için konuşmak için erken olsa da işçi hareketinin yükselişe geçebilmesi için TEKEL’in yeni bir dönemin başlangıcı olduğunu düşünüyorum.

-TEKEL direnişi üzerine kaleme aldığınız “Bütün işçiler siyaset yapınız!” başlıklı yazınızda, işçilerin iki cephede birden savaşım içinde olduğunu söyleyerek, birincisinin sermaye cephesi, ikincisinin ise sendikalar olduğunu işaret etmiştiniz. Bu noktada TEKEL direnişinde sendikanın izlediği politikaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ahmet Öncü: Burada ilkelerde net olmak lazım. Tarihsel olarak işçi sınıfı kendisi için hareketlendiği zaman iki alanda mücadele verir. Biri sermaye karşısındadır, diğeri ise kendi örgütlenmesi içerisindedir. Burada da aynı sorunu görüyoruz. Türk-İş ya da Tek Gıda-İş’in oynadığı role bakarak olumlu ya da olumsuz kesin bir yargıya varabileceğimizi düşünmüyorum. Fakat 17 Ocak mitinginde açığa çıkan bir durumu herkes gibi gözledim. İşçi sınıfının burada bağımsız hareket etmeye başladığını gördüm. Kürsüyü işgal ettiler ve meydanı terkeden Kumlu’yu genel grev ilan etmek üzere geri çağırdılar. Bu da şunu gösteriyor, sendika bürokrasisi alttaki hareketlenmeyi tümüyle temsil edemiyor. Bu onların şu anda direnişi uzlaşmayla sonlandıracağı anlamına geliyor mu? Bunun için erken, çünkü siyaset devam ediyor. Yazıda da TEKEL işçilerine siyasete devam etmesini ve uzlaşmayı önlenmek üzere gözlerini sendikalarına, konfederasyonlarına çevirmelerini önerdim.

- TEKEL direnişine verilen desteğin yanısıra geniş bir kesim tarafından da genel grev çağrısı yükseltiliyor. Türk-İş bu çağrıya bugüne kadar kulaklarını tıkarken, 26 Ocak günü yapılan toplantı ile 6 konfederasyon 3 Şubat tarihihde 1 günlük dayanışma grevi yapacağını açıkladı. Bu kararı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ahmet Öncü: Eğer genel grev örgütlenecekse sendikaların, konfederasyonlar düzeyinde ortak hareket etmesi gerekecek. Çünkü Türkiye’de sendikalı işçi sayısı malum. İşçilerinin tümünün birarada hareket edebilmesi için mevcut konfederasyonların hareketlenmesi lazım. Türk-İş’in sorumluluklarını yerine getirmemek üzere diğer sendikaları işin içerisine çekmeye çalışma eğiliminden bağımsız olarak konfederasyonların işbirliği içerisinde olması lazım.

Bu iki uçlu problem. Bir tarafıyla koordinasyonun sağlanması, diğer tarafıyla, Türk-İş’in sorumluluklarını üstlenmesi. O da nedir genel grev.

Genel grevi örgütlerken alttan gelecek olan basıncın yukarıda sürekli hissedilmesi için işçilerin sendika örgütlenmesinin dışında bir takım direniş komiteleri oluşturması gerektiğini düşünüyorum. Onların içinden delegelerin sürekli sendikayla temas halinde olup işçilerin taleplerini ve mücadelelerinin seyrine göre stratejilerini ve taktiklerini yansıtmaları lazım. Bu noktada bence asıl mesele işçilerin hedefleri doğrultusunda bağımsız hareket etmesini sendikalar kaldırabilecek mi kaldıramayacak mı, bu sorunun cevabı belirleyici olacak.

- “Genel grev-genel direniş” şiarı işçi sınıfının çeşitli bölükleri tarafından da önplana çıkarılırken, Türk-İş’in buna dair bir hazırlık içerisinde olmadığını görüyoruz. Genel grev hattı nasıl örülmelidir?

Ahmet Öncü: Öne çıkan talepler var. Sendikalardan bağımsız olarak işçi sınıfının kendi içinden yükselen talepler var. Bunlar sadece TEKEL işçilerinin değil. Bu talepler, alttan örgütlenmenin bence ana hattını oluşturur. Bugün öne çıkan somut taleplerden bazıları, “Güvenceli iş, güvenceli gelecek”, “İşten çıkarmalar durdurulsun” vb. Bunlar gibi somut talepler üzerinden kurulmalı. Mesela itfaiye işçilerinin talepleri acaba başka sektörlerdeki, işletmelerdeki işçilerin talepleriyle ne ölçüde örtüşüyor. Böylelikle kurulan komiteler arasında köprülerin oluşturulması üzerine düşünmek lazım. Konseylerin oluşturulması lazım. Mesela İşçi Sovyetleri kurulması, bunların ilk adımlarının atılması lazım diyebiliriz. Bu nasıl olur? Bu noktada hep birlikte düşünmek lazım.

Ahmet Haşim Köse: Örgütlü bir sınıfın mevcut taleplerini, zaten var olan kazanımları korumak ve sürdürmek üzerinden genel grev çağrısı yapmak sınıfın örgütsüz kesimleri açısından da genel grevin tehdit edebileceği bir şey olabilir.

Burjuvazi 1980 sonrasında dünyada emekçi sınıfları kendi içinde kompartmanlara ayırdı ve sendika, alt kompartmandaki emekçi katman tarafından bir lütuf olarak görülüyor. Sendikanın talepleri sadece örgütlenmiş olan emekçi kitlelerin zaten varolan kazanımlarını korumakla sınırlı olmamalı. Toplu halde emek cephesinin bütününe ilişkin taleplerle birlikte çıkmalı ki talepleriyle sınıfın bütünü içerisinde meşruluğunu kazanabilsin.

Düşünün başbakan TEKEL işçilerini kendi sınıf ortaklarına şikayet etti. İşsizlere. Rezerv hali denen kitleye. Rezerv hali emekçi sınıfın içerisinde hem birliği hem de karşı cepheyi oluşturabilir. O yüzden emekçi sınıfın bütününü kapsayacak siyaset yapmak lazım. O da minimumlardan başlayarak olur. Burjuva toplum iş hakkı üzerine kuruludur. İş hakkını isteyeceksin, yani varolabilme koşullarını isteyeceksin. Bunu bütün kitleler için isteyebilmek gerekir. Genel grev devrim talebiyle örgütlenmiyorsa, ücret talebinden kesinlikle çekinmeden, toplumsal olarak var olmanın karşılığı doğru dürüst istenmeli. O yüzden sendikanın talepleri sadece sendikalı işçiler üzerinden değil, minimumlar üzerinden başlayarak yukarı doğru çıkmalı.

Asgariyi isteyebilmek demek, ortalama kâr oranının ne olacağını Türkiye’de tarif etmek demektir. O da sermaye emek çelişkisinin eksenini belirlemek demektir. Bu yüzden mücadele bütün sınıfı kapsayacak nitelikte olmalı.

- Genel grevin hangi talepler doğrultusunda ele alınması gerektiğini ifade ettiniz. Peki genel grev nasıl bir örgütlenme üzerinden şekillenebilir? Bunun hazırlıkları ne olmalı?

Ahmet Öncü: Komiteleri kalıcı yapmak lazım. Direniş komitelerinin yanısıra bir de kalıcı olarak işçi komitelerinden bahsedebiliriz. İşçi komiteleri ile sendikal örgütlenme dışında işyerlerinde örgütlenmeye çalışılmalı. Bu mümkün müdür? Soyut bir düzeyde düşünelim. “Bunlar yapılır mı yapılamaz mı”dan önce, bunlar olursa ne olur? Direniş komiteleri kurulabilmesi bu tarihsel olumsallıkta, beklenmedik gelişmede mümkün. Sol güçler olarak, emek hareketinin siyasi kanadı için fırsat doğdu. Direniş komiteleriyle örgütleyin. Sendikanızla da aynen sermayeyle onun siyasi temsilcileriyle sürdürdüğünüz mücadeleyi sürdürür gibi pazarlıklarınızı sürdürün. Çünkü sendikanız zaman zaman sizin bilemediğiniz, kapalı kapılar ardında birtakım görüşmeler neticesinde hiç de arzu etmediğiniz anlaşmalara imza atabilir. Siz bunu kabul edecek misiniz, etmeyecek misiniz? Yoksa sendikanın aldığı kararlar, size rağmen bağlayıcı mı olacak? Bunu problematize etmemiz lazım. Bunu onlar için siyasi bir soruna çevirmemiz lazım. Onlar şu an dikkat edin sokakta AKP’ye ve Erdoğan’a karşı mücadelelerini sürdürüyorlar. Yavaş yavaş sermaye gibi daha genel bir olgunun karşısında olduklarının farkına vardılar. TEKEL işçilerinin çoğu AKP’ye oy vermişti. Ama çok hızlı olarak AKP’den köprüleri attılar ve giderek kendilerini işçi olarak görmeye başladılar. İşçi olarak da sermayenin karşısında konumlandırmaya başladılar. Şimdi bu bilincin ortaya çıktığı noktada biz onlara şunları söylemeliyiz. Nasıl ki sendikalar işçi örgütleri olarak düzenin içerisinde yer alan mücadele araçlarından bir tanesiyse, siz de işyerlerinizde işçi komiteleri kurabilirsiniz. Bu işçi komiteleriyle siz, sendikalarla olan ilişkilerinizi de sürdürebilir. Aynı zamanda bulunduğunuz işletmelerdeki yönetimle de ilişkileri düzenleyebilirsiniz. Ama bunlar asla büyük işletmelerin içinde yönetime ortak olmuş, onlara katılan işçi grupları değil, işçilerin haklarını, görüşlerini şirket yönetimlerine taşıyacak, onlarla pazarlık sürdürecek, sendikalardan bağımsız oluşumlar olmak durumundadır.

Mesela krizin ilk evrelerinde biz şunu söyledik. İşçi sınıfı bugün büyük bir saldırının altında kalma riski yaşamaktadır; işten çıkartılacaklardır. Sermaye tek tek işletmelerde şu tür iddialarla gündeme gelecektir; “Kâr edemiyorum, zarar ediyorum. Dolayısıyla maalesef kriz ortamında yapabileceğim tek şey insanları işten çıkartmak.” Biz nereden biliyoruz burjuvazinin muhasebe sistemini, bilmiyoruz, defterleri kapalı. O zaman bu komiteler olursa şöyle bir müdahale olur, defterleri açalım ve bakalım; sen hakikaten kârda mısın zararda mısın? Ya da işçileri işten çıkartmaya sevk eden zararın gerçekten işten çıkarmaları meşru kılıyor mu? Bir tanesi bu. Ama komiteler tek başına kendi şirketlerinde, çalıştıkları kuruluşlarda müdahale araçlarıyken, sektörel ve ülke genelinde nasıl olacak. Benim buradaki önerim şu. Bu tür, sermaye ve emeğin çatışmasındaki anlarda toplumun o anda sınıf mücadelesini istese de istemese de, sınıf bilincine sahip olsa da olamasa da hissettiği anlarda, toplumun kriz anlarında, birleşme ihtimalleri var, çünkü ilk defa bu anlarda o komiteler kendi bulundukları işletmelerin ötesinde sınıfın bütünü için talepler dile getirebilirler. O noktalarda da konseylerin oluşturulması yani o komiteleri birbirine bağlayan sektörel, bölgesel olabilir, şuralar oluşturulması düşünülebilir. Bu şuraların oluşturulmasıyla da hem mücadelenin seyrine göre günlük planda nelerin yapılabileceği tartışılabilir.

Yani sonuçta, Ahmet’in söylediklerine de geri döneceğim. Bugün yaşanabilir bir ücretin talep edilmesi lazım. Yaşanabilir bir ücretin de sadece parasal bir büyüklük olarak değil, ücretin burjuva toplumda anlamı, yani onun güvenceli olması, sosyal hakları içermesi, çocuğunun, ailesinin bakımını içermesi, onun bütünüyle ne olduğunu tanımlayabiliriz. Fakat bu noktada şunu unutmayalım bu ülkede burjuvazi bugüne kadar her ücret artışında verdiğinin iki katını vergiyle, enflasyonla geri alıyor. O zaman bu konseylerin olması şöyle bir avantaj getiriyor, biz onlarla ücret üzerinden pazarlığımızı sürdürmeyeceğiz. Yaşamımızı sürdürmek üzerinden pazarlığımızı sürdüreceğiz. Yoksa %10’ların, %5’lerin pazarlığı değil bu. Ya da işçi sınıfının bu ülkede maddi koşullarının sürekli olarak işçi sınıfı adına denetlendiği yapılara ihtiyacı olduğunu söylemiş olacağız onlara. Sendikalar bu görevi yapmıyorsa, biz sendikaları yıkarak onlara rağmen değil, sendikaların daha etkin çalışabilmesi için bu tür yapılara ihtiyacımız var. Bunlar olmadığı zaman genel grev en fazla bir günlük, iki günlük hepimizin hayatını sekteye uğratan, evet, “bu ülkede işçi sınıfı var” dedirten ama sonuç olarak tekrardan bir uzlaşmaya ya da uzlaşmasızlık içerisinde baskı araçlarının da devreye girebileceği sorunların ertelenmesine gider. Kalıcı örgütlenme şart. Bu örgütlenmeler işyerlerinde işçi komiteleri, sadece direniş için değil her zaman için bizim bunu işçi sınıfına anlatmamız lazım. İşçi komitelerinin ve içinden giden delegelerin oluşturacağı bölgesel olur, işkolu düzeyinde olur konseylerin oluşturulması lazım ki otonom bir sınıf refleksini örgütlerine taşıyabilsin diye düşünüyorum.

Ahmet Haşim Köse: Ücret önemli bir konu. Aklıma hemen Rosa Luxemburg geliyor. Marksistler için ücret emeğin basit bir fiyatı değil. Onun toplumsal olarak yeniden üretiminin karşıtı. Bunu arttırabilmek, bu mücadelede gerçekten emekçinin sermaye karşısındaki gerçek siyasetinin braketlerini arttırmak demek. Burjuva toplumda toplumsal emeğin yeniden üretiminin maliyetini yeniden arttırmak sermaye ile emekçi sınıfın yüzyüze gelişinin gerginliğini de arttırmak demektir. Rosa Lüxemburg, şunu soruyor “Neden sendika özellikle kriz anında daha önemli?”. Çünkü emekçi sınıfın bir daha geri dönemeyeceği, o toplumsal varoluşunun minimumlarını yükselttikçe, nerede kırılıyorsun, nerede varolma sorunu başlıyor, nerede insan olma, doğal olarak da bu taleplerini ücret talebine yani var olma talebine çevirmenin refleksleri başlıyor, o refleksin braketlerini arttırıyor?

Gelecek dönem kriz devam edecek. Bu süreçte burjuvazi emekçi sınıflara daha fazla saldıracak demek. Bu saldırılar kimi zaman emek örgütlerini dağıtarak, o minimumu, Rosa Lüxemburg’ın söylediği o toplumsal minimumu yükseltme çabasını mümkün olduğunca ellerinden alarak, aşağıya yani aşağıdan eşitlemeye dönük olacak. Başbakanın konuşmalarını öyle dinleyin, bir sınıfı sınıfına şikayet ederken, “senden daha minimumda çalışabilecek insan var” diyor. Bu açıkça sermayenin mantığı.

O yüzden örgütler, bir yapıyı belirlenmiş bir biçime sokar, her örgüt bunu yapar. Sendikalara bakacak olursak; kriz dönemlerinde burjuvazi karşısında ekmekçi sınıfın biçimlendirilmesi, öyle ya da böyle sarı sendikasından en kızılına kadar burjuvazi için korkunç birşeydir.

Ama kriz iki taraf için de bir bilmece. İki tarafın konumlarını, güç dengelerini yokladıkları, test edildikleri bir tarihsel dönem aslında. Bence Türkiye’deki emekçi sınıflar da bu tarihsel dönemde benim beklediğimden çok ötesinde dirençle ilk raunda girdiler. Daha şiddetlenecek bir raunda hazır olmak lazım. Sendikalar ne yapacaklar? Bugün emekçi sınıfların ürettiği nesnel gerçeklik sendikaların niyetlerini aşmış durumda. Yani bundan sendikalar da korkuyor. Bunu üstlenemezse, bunun için gerekli politik tavrı, örgütlenmeyi yerine getiremiyorsa bizahati kendisinin tali olabileceğini görüyor. Çok uzun süredir dünyada ve Türkiye’de sendikalar şunu yaptı; burjuvazi ile sosyal diyalog halinde oldular. Varlıklarını bu şekliyle, ılımlı politikalarla sürdürmeye çalıştılar.

Ahmet Öncü: Burjuvazinin aldığı hakların bir kısmını geri alarak başarı elde etmiş olduklarını belirttiler. SEKA’ya bakıyoruz, işçilerin belediyelere yerleştirilmesi dile getirildi. İşçiler hiçbir sosyal güvencesi olmayan işlere yerleştirdiler. Sendika için bu bir başarı oldu.

Bugün için ne olabilir? Sendikanın başarısı şu olacaktır, 4/C’den 4/B’ye geçiş! Ahmet’in yaptığı analizin çerçevesinde düşünecek olursak bu, işçi sınıfı adına bugün ehvenişere oturmak demek. Daha büyük büyük bir problemin, daha kitlesel işçi sınıfının direnç göstereceği bir tarihin ileriye itilmesi demek. Bu kaçınılmaz! Türkiye’nin içinde bulunduğu süreç, işçi sınıfının bundan daha da fazla yoksullaşacağı bir tarihin kapımızda olduğunu gösteriyor. Aynı zamanda da şu anda sermaye kendi durumunu da korumak adına ve geliştirmek adına sendikasızlaştırmayı temel bir hedef olarak seçmiş bulunuyor. O zaman az önce söylediklerime ek olarak şunu da söyleyeyim; iş güvencesi isteyebiliriz, insanca yaşamın koşullarının sınıfın bütün ortak maddi temelini tanımak adına tanımlayabiliriz ve bunun için mücadele ederek asıl, örgütlenmenin önemini önplana çıkartıp genel grevin hedeflerinden bir tanesini sendikasızlaştırmaya karşı koyabiliriz. Sendikasızlaştırmaya karşı işçilerin hareketlenmesi lazım. Bu noktada da sendikalar her ne kadar bugün onlardan beklenileni yerine getirmiyorsa da olmadığı kadar önemli bir biçimde işçi sınıfının mücadele araçlarından birisi haline gelmişlerdir. Dolayısıyla sendikaların içerisindeki yöneticiler, daha önceki dönemden yapısallaşmış, kemikleşmiş birtakım davranış kalıplarıyla süreci göğüsleyemeyeceklerse, kaldıramayacaklarsa sendikaların nasıl asli görevlerini yerine getirecekleri üzerine düşünmemiz lazım. İşte o yüzden işçilerin bağımsız, güçlü bir ses çıkarıp bunu başarabilmesi için de bağımsız örgütlenmelerin komitelerini kurmak lazım. Bunun için mücadele etmemiz lazım. Sendikalara alternatif değil, sendikaları dönüştüren bir güç olarak...

Ahmet Haşim Köse: Bu süreçte sendikalar işçilerin taleplerini yok sayarlarsa, burjuvazinin talepleri içinde harmanlayıp, ılımlı sendikacılık üzerinden gitmeyi düşünüyorlarsa bunu yapamayacaklar. Bunun nesnel zemini giderek kayıyor. Ya daha fazla politik bir sendika haline gelecekler ya da hakikaten tarih sahnesinde yok olacaklar. Bu konfederasyonlar içerisinde asgari bir müşterek oluşturulmaya çalışılsa da, Türkiye’de ‘80 öncesinde olan sağ sendikalar ve sol sendikaların yapılanması yeniden oluşabilir. Örneğin bu DİSK’i daha fazla sol bir sendika olma durumuna yaklaştırır. Tabanın talebi politikleşmeye başlıyorsa, sendika bunu nasıl görmezden gelecek ki, mümkün değil! O nedenle “Bu sefer ne olur ?” diyecek olursak öyle çok kolay bir uzlaşı çıkmayacak gibi gözüküyor. Çünkü işçiler bu mücadelenin artık işçi sınıfının değil toplumun olduğunu söylüyorlar. Devrimci işçi sınıfı mücadelesi de budur. Emekçi sınıfların mücadelesini toplumsal mücadeleye dönüştürebilmektir. Bugün bunun artık toplumun sorunu olduğunu söylüyorlar. Örnekleri de şöyle söylüyorlar. Bizim oradaki direnişimize destek, emekçi sınıflar dışındaki katmanlar tarafından, bize yardım edilerek ya da oradaki varlığımızı destekleyerek sunuluyor. Genelleşmiş politik bir durumdan söz ediliyor. Genelleşmiş politik bir durum zaten, devrimci sendikaların nihai siyasal hedefleridir. Demek ki nesnellik içinde böyle olanaklar var. Bunlar burjuva toplumunun geçekliği, kriz sürecinde daha da şiddetleniyor ve şiddetlenecek. Gelecek yıllar sermaye açısında da hiç kolay olmayacak. Bu sermaye ile emekçi sınıfların varlığının burada politik olarak iki ayrı toplumsal grup olduklarını zorunlu bir bilinç haline getirecek.

Bu durumda gerçekten politik bir durumun çıkabileceğini düşünüyorum. Politik durumun yaratılması nesnel olarak onun bizahati kendiliğinden bir politikaya dönüşmesi anlamına gelmez. O da devrimci yorumcusunu, örgütlerini bekleyecek. Burada sadece sendikalar olmayacak. Burada sosyalistlere bir ödev düşecektir.

- Erdoğan direnişin başından beri işçilere saldırdı ve TEKEL direnişini karalamaya çalıştı. Fakat bugün direnişin geldiği noktayı da göz önüne aldığımızda, Erdoğan’ın 28 Ocak günü için vermiş olduğu randevuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ahmet Öncü: Başbakan işverenmiş gibi bir masa kuruyor, burjuvanın hesap mantığıyla TEKEL işçilerine verilebilecek herhangi ek bir hakkın, “fedakarlığın” maliyetini bir burjuva gibi yapıyor. Bu devletin net olarak bir burjuva devleti olduğunu gösteriyor. Beklenen de budur! Krizde burjuva toplumun gerçeği, sermayenin emekle kurduğu ilişkilerin bütün gerçekliği daha net deşifre olur. Başbakan kalkıp diyor ki, “ben sermayenin sözcüsüyüm, benim bugünkü varlığım onun temsiliyetidir.”

Bu tür laflar emekçi sınıfların belleklerinde yer eder. Mesela emekliler başbakanın bu “fedakarlığının” politik anlamı konusunda çıkarımlarda bulunmayacakları mı? Bulunmuyorsa zaten toplum çok farklı biçimlerde yok olmuş demektir. Hala onurunu, insan olma becerileri sürdürebilen bir toplum çok fazla üstüne gidilmiş olsa da, bu çıkarımda bulunur. İnsanlar burada bir emek, yaşama mücadelesi olduğunu görüyorlar. Şımarıklık değil bu, TEKEL işçileri varolmak için mücadele ediyor. Bu toplum varolma mücadelesini görmezden gelemez.

TEKEL işçisi Kızılay sokaklarında 40’ı aşkın gündür direndiler, saldırılara uğradılar, aşağılandılar, başbakan tarafından bıyık altından gülündüler, bunlar yağız adamlar aynı zamanda yağız kadınlar. Bu kadınlar, bu çocuklar, bu erkekler bu sokakları terk etmediler. Bu gerçek bir politik durumdur. Bu durumu devrimci entelektüel, devrimci aydın, devrimci örgüt zaten olduğundan en büyük ölçekteki toplumsal anlamına taşımayı kendine görev bilir. Hiçbir devrimci örgüt zaten bu nesnelliği kendisi yaratamaz, nesnellik karşımızda ilk örnek olarak duruyor. Söylemeye çalıştığım şey daha fazla örnekleriyle karşılaşacağız. O yüzden buradan ciddi sonuçlar çıkarmalıyız. Sendikalar da bu süreçte daha politik olmak zorunda olduklarını görüyorlar.

Sınıf tarihinde bazı milatlardan söz edilir. Bunun bir tanesi Zonguldak. Zonguldak genelleşmiş bir kriz anında başlamamıştı. O yüzden Zonguldak’ın ardından müthiş bir ücret artışı dönemi başlar. Ama aynı zamanda o dönem Türkiye ekonomisinin temel yapısının değiştiği de bir dönemdir. Sermayenin ve emeğin fiyatının bir anlamda hem yükseldiği hem de serbestleştiği bir dönemdir. Şimdi başka bir yerdeyiz. Sermayenin aşağı doğru olduğu bir dalgada, süreçten uzlaşı ile çıkamazsınız. Bu da bir tarih ancak, “hep beraber kazandık, yiyelim şimdi” dönemi gelmeyecek. TEKEL kazanabilir, burjuvazi de bundan bir anlam çıkaracak. Emekçiler ve onların aydınları, partileri, örgütleri de, sosyalistler de bundan bir anlam çıkarmalı.

Kızıl Bayrak / İstanbul

* Ahmet Öncü, Doç. Dr., Sabancı Üniversitesi
* Ahmet Haşim Köse, Prof. Dr. Ankara Üniversitesi