29 Ağustos 2008 Sayı: SİKB 2008/35

  Kızıl Bayrak'tan
  Gerilim, militarizm ve silahlanma yarışı
   ABD ve NATO savaş gemileri Karadeniz’de…
Emperyalist saldırganlığa ve gerici çatışmalara karşı birleşik mücadeleyi yükseltelim!
Sağlık hakkı için örgütlü mücadeleye!

KESK eylemlerinden…

TİB-DER: Gemiler kara bir tabut olmaya devam ediyor!..
  Grevler, direnişler ve TİS süreçleri devam ediyor!
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  Metal TİS’leri ve görevlerimiz
  Mehmet Beşeli ile 2008-2010 Metal Grup Toplu Sözleşmeleri üzerine konuştuk…
  Çevresel bunalım bir aşırı-üretim bunalımıdır!
K. Ali
  GOP’ta tekstil ve kot taşlama işçileri buluştu!
  “Çevrecinin daniskası”na yanıt!
  Bolivya’da sınıf çatışmaları keskinleşiyor!
  Dünyadan…
  ABD emperyalizmi “güvenlik anlaşmasıyla” askerlerini yargıdan muaf tutabilecek...
  Gülsuyu’nda festival coşkusu…
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Çevresel bunalım bir aşırı-üretim bunalımıdır!

K. Ali

Son yıllarda ve özellikle son aylarda burjuva basında hummalı bir kampanya yürütülmektedir. Dünyanın sürüklenmekte olduğu çevresel felaketin önüne geçmek ve dünyayı bir yok oluştan kurtarmak için bilim insanları, aydınlar, gazeteciler, yazarlar, sanatçılar ve konuya duyarlı tüm kesimler elele vermiş, dünyayı kurtarmaya çalışmaktalar. Deyim uygunsa bugünlerde moda eğilim çevreci olmak.

Sürekli bir biçimde ve derin bir kaygıyla, dünyanın, özelde de Türkiye’nin gitgide büyüyen bir çevre felaketinin eşiğinde olduğu söyleniyor ve bu çevresel tahribatın vardığı boyutlar sıralanıyor. Savurganca kullanılan fosil yakıtların gerek elde edilmesi, gerekse tüketimi sürecinde atmosfere salınan sera gazlarının neden olduğu iklim değişikliklerinden, bir dizi canlı türünün sonsuza dek yok olmasından, sanayi atıkları ve radyasyon yüzünden artan kanser vakalarına değin birçok noktaya hüzünlü vurgular yapılıyor. Ve elbette birçok çözüm önerisi de sunuluyor. Tüm ülkelerin Kyoto Protokolü’nü imzalamasının gerekliliği, çevresel projelere aktif katılımın sağlanması, organik ürünlerin tercih edilmesi, tüketim ürünlerinin tutumluca kullanılması, geri dönüşümlü malzeme kullanımının yaygınlaştırılması, genel olarak çevresel konularda yaygın eğitim verilmesi vb... Bu örnekler daha da çoğaltılabilir.

İlk bakışta son derece önemli bir konu ve yukarıda sıralanan istemler de son derece yerinde istemler olarak görünmektedir. Evet, konu son derece önemlidir. Fakat çözüme dönük istemler çok belirgin bir sınıf tutumunu yansıtmaktadır ve o ölçüde gerçeklikten ve ciddiyetten uzaktır. Medyanın ve “yetkililerin” konuyu ele alış tarzına ve çözüm önerilerine ilişkin söylenebilecek en özlü sözü 160 yıl önce Marx ve Engels söylemiş bulunmaktadır. Marx ve Engels, sosyalizmin burjuva ve küçük-burjuva yorumlarıyla dalga geçerlerken, sosyalizmin bir türü olmasından bağımsız olarak, genel olarak burjuva duyarlılığı ve burjuva muhalefetinin en karakteristik yanına ilişkin olarak şunları söylemişlerdi:

“Burjuvazinin bir kesimi, burjuva toplumun varlığının devamını sağlamak için, toplumsal hoşnutsuzlukları gidermek ister.

İktisatçılar, insanseverler, insanlıkçılar, işçi sınıfının durumunu iyileştiriciler, hayır işleri örgütleyicileri, hayvanlara eziyet edilmesini önleme dernekleri üyeleri, ılımlılık bağnazları, akla gelebilecek her türden gizli reformcular, bu kesime girerler.” (Marx-Engels, Komünist Parti Manifestosu, Sol Yayınları, Ankara 1997, s. 48)

Çevresel sorunlara ilişkin olarak ele alınan her sorun ilgili-ilgisiz birçok konu ile ilişkilendirilmekte, çok “özel” bir “duyarlılığa” konu edilmekte, fakat nedense işin özüne ilişkin hiçbir şey söylenmemekte ve geçiştirilmektedir. Nihayetinde iş, yukarıda Marx ve Engels’ten yapılan alıntının vurguladığı sınırlar içinde kalan bir duyarlılığa gelip dayanmakta ve bu sınırları aşmamasına özel bir önem gösterilmektedir. Çevresel sorunları gündemlerine alan medya organları ise çeşitli çevresel duyarlılık projelerinin reklamını yapmaktan başka bir şey yapmamaktadır. Hele bir de akademik ünvanı olan bir “yetkiliden” projeye ilişkin birkaç cümlelik bir onay ve övgü alındı mı, eh artık geride pek de çevresel bir sorun kalmıyor. İşin ilginci, bu duyarlılık projelerine ürettikleri atıklarla doğayı mahveden dev emperyalist tekeller de destek vermekte, hatta bir kısmını doğrudan bu tekeller örgütlemektedir.

Şunu çok iyi bilmek gerekir ki, tüm bileşen ve nitelikleriyle bir bütün olarak çevresel bunalım, kapitalizmin bir aşırı-üretim bunalımıdır; bilinmeyen bir pazara, bilinmeyen bir tüketici kitlesine aşırı kâr hırsıyla çok ve daha çok meta üretme eğiliminin doğrudan bir sonucudur. Sorun, doğanın, kapitalist üretim tarzı ve kapitalist mülkiyet ilişkilerinin sonucu olarak tahrip edilmesidir. Tekelci rekabet savaşımının ve bunun doğurduğu askeri savaşımların doğrudan sonucudur; siyasal gericiliğin doğaya yansımasıdır. Soruna, yani dünyanın sürüklenmekte olduğu felakete bu açıdan bakılmadıkça, oluşan tahribatın nedenleri hakkında olduğu kadar tahribatın sonuçları hakkında da sağlıklı sonuçlara ulaşmak ve bu doğrultuda çözüme dair sağlıklı politikalar üretmek olanaksızdır.

Her toplumsal sorunun bir marksist çözümü bir de marksist olamayan “çözümü” vardır. Ve sorun esas olarak, hangi sınıfın ideolojisiyle dünyaya bakıldığıyla ilgilidir. Çevre konusunda da görsel, yazılı tüm medya organlarında kampanya haline dönüştürülmüş olan çevrecilik modası çok belirgin bir küçük-burjuva sınıf ideolojisi taşımaktadır. Konu, küçük-burjuva duyarlılığa özgü bir tutumla, son derece ayrıntılı bir biçimde masaya yatırılmakta, kılı kırk yararcasına istatistiki veriler yorumlanmakta, kimyasal oranlardaki değişimler yıldan yıla, aydan aya, hatta günden güne izlenmekte ve peşisıra felaket senaryoları yazılmaktadır. Fakat iş çözüm önerilerine gelince bu konudaki küçük-burjuva sınıfsal ufkun kendini hemen gösterdiği örneklerden biri de Kyoto Protokolü’dür. Kyoto Protokolü birkaç yönden üzerinde durulması gereken önemli bir belgedir. Çünkü bu protokol küçük-burjuva duyarlılığının sınırını ve emperyalizm koşullarında nasıl bir işlev göreceğini çok çarpıcı bir biçimde göstermektedir.

Şunu net olarak söyleyebiliriz: Kyoto Protokolü’nün özü, başta karbondioksit olmak üzere sera gazları olarak bilinen ve küresel ısınmaya etkisi olan beş çeşit gazın atmosfere salınımının sınırlandırılması, eğer bu salınım sınırlandırılamıyorsa da gaz kotasının aşılan miktarı kadar para cezası ödenmesidir. Evet, dünyayı kurtaracak olan Kyoto Protokolü’nün özü budur, ne eksik ne fazla! Bu protokolde, tekellerin aşırı-üretimini sınırlandırmaya yönelik tek bir ifade yoktur. Atıkların yeniden düzenlenmesi, daha az sera gazı üreten sistemlerin kullanılması, çeşitli filtreleme sistemlerinin kullanılması, gazların depolanması, alternatif enerji kaynaklarının kullanılması, bio dizel yakıt kullanılması vb. gibi, sorunun özüyle ilgisi olamayan, biçimsel, iğreti tedbirlerden başka bir şey yoktur bu metinde.

İşin ilginç yanı, bu protokol zengin emperyalist ülkelerin para karşılığında doğayı diledikleri gibi tahrip etmelerine de olanak sağlamaktadır. Bu duruma işlerlik kazandırmak için kurulan, tekellerin de destek verdiği Karbon Emisyon Borsası yıllık 30 milyar dolarlık bir pazar haline gelmiş durumda. Bu durum, küçük-burjuva duyarlılığının emperyalist tekellerin elinde nasıl bir oyuncağa dönüştüğünü göstermesi açısından çok çarpıcı bir örnektir.

Kyoto Protokolü her ülke için (bu tek başına bir tekelci sanayi şirketi, banka vb. gibi bir finans kuruluşu da olabilir) bir gaz kotası belirliyor. Protokole uymak demek, o ülkenin ya da kuruluşun, atmosfere saldığı sera gazı miktarının protokolün belirlediği kotanın altında kalması anlamına gelmektedir. Eğer kota aşılıyorsa ve söz konusu ülke zengin bir emperyalist ülke ya da kuruluş ise, pek bir sorun yok demektir. Çünkü söz konusu emperyalist ülke, az gelişmiş ya da gelişmekte olan ve kotanın altında gaz salınımı yapan ülkelerin geriye kalan salınım miktarı hakkını parayla satın almakta ve istediği gibi atmosferi kirletmeye devam edebilmektedir.

Emperyalist tekellerin dikkatini çekecek kadar kârlı olan bu pazar, yukarıda da değinildiği gibi, kendi borsasını oluşturmuş durumda. Ülkelerin ve şirketlerin karbon emisyon kotalarının alınıp satıldığı borsaya ilgi gösteren bankalar arasına Citi Bank, Bank of America, Societe Generale, Fortis ve Morgan Stanley bulunmaktadır. Bilindiği gibi bunlar, mali varlıkları yüzmilyarlarca doları bulan dev tekelci kuruluşlardır. Bu kuruluşlar, dünyanın dört bir yanından topladıkları gaz kotalarını diğer emperyalist ülke ve tekellere yüksek fiyatlardan satmaktadır. Bu kotaları yüksek fiyatlara satın alan ülke veya kuruluşların sorunu küresel ısınma değildir kesinlikle. Sorun, karbon borsasındaki başka tekellere daha yüksek fiyattan satmak ya da gaz kotalarına sahip olmanın getireceği politik avantajları elinde tutmaktır.

Şunu da eklemek gerekir ki, Kyoto Protokolü’nün hiçbir ciddi yaptırımı yoktur. Yani siyasal alanda Birleşmiş Milletler halkları emperyalistlerin saldırganlıklarından ne kadar koruyabiliyorsa, Kyoto Protokolü de doğayı o kadar koruyabilmektedir.

Kyoto Protokolü’nün sera gazlarıyla ilgili olan karbon borsası “özgünlüğünü” bir yana bırakırsak, çevresel tahribata ilişkin olarak ortaya konulan yaklaşımlar iki ana kategori altında toplanabilir. Bunlardan ilki alternatif enerji sistemleri, bir diğeri atık yönetimidir.

Bu noktada “alternatif” kavramı üzerinde durmakta biraz yarar var.

“Alternatif” kavramıyla dile getirilmek istenen, yaygın ve geniş ölçekli ve bu oranda da doğayı tahrip eden enerji üretim sistemlerinin yerine doğaya daha az zarar veren ya da hiç zarar vermeyen enerji sistemlerinin kullanılmasıdır. Fakat burada da bu kavramla ilgili olarak çok belirgin bir sınıfsal yaklaşım mevcuttur. Bunu anlamak için şu noktayı açıklığa kavuşturmak gerekiyor: Emperyalizm koşullarında “alternatif”lik ne ölçüde mümkündür ya da mümkün müdür? Elbette mümkün değildir. Marksist tanımlaması ilk kez tam olarak Lenin tarafından yapılan emperyalizm, kapitalizmin tekelci aşaması demektir. Banka ve sanayi sermayesinin kaynaşması, üretimin yoğunlaşarak birleşmesi, geleneksel rekabetin dışlanması ve yerini tekelci rekabete bırakması, teknik yetkinleşme sayesinde elde edilen yüksek oranlı kârlı üretim yöntemleri karşısında tutunamayan geleneksel ve orta ölçekli üretimin ezilmesi ve yok edilmesi, tekelci aşamanın temel özelliklerinden birkaçıdır. Böyle bir durumda, enerji gibi en temel ve kritik bir sektörde “alternatif” yöntemler bulmak, dev enerji tekellerinin gerek iktisadi gerekse politik ve siyasal erkini kırmak demektir.

Bir köyde ya da kasabada, hatta daha geniş bir yerleşim biriminde, enerji ihtiyacı rüzgâr, güneş vb. gibi alternatif enerji kaynaklarından sağlanabilir elbette. Böyle yerel bir kullanım, tekelleri pek de rahatsız etmez, hatta şirin gözükmek için böyle projelere destek bile verebilirler. Fakat dünyayı kurtarma konusunda ciddi olduklarını iddia eden çevre dostları, “alternatifçiler”, önerilerini, büyük mali rezervlere sahip olan dev enerji tekellerine alternatif olarak sunmak, tümü olmasa bile en azından belirleyici bir orandaki enerji üretiminin alternatif yöntemlerle yapılabileceğini söylemek zorundalar ve bunu söylüyorlar da. Yani, son yüzyılda, özellikle de son elli yılda enerji hammaddeleri ve yeraltı kaynakları uğruna yapılan, bizzat tekellerin kışkırtıp desteklediği çatışma ve savaşların en önemli nedenlerinden biri olan enerji üretimi sorununun, tekellerin tüm iktisadi, siyasi, askeri gücüne ve tüm vahşiliklerine karşı alternatif yöntemlerle çözülebileceğini iddia ediyorlar.

Bu, dünyayı dönüştürme eyleminin küçük-burjuva yorumudur. Sorunun kökenine dokunmayıp, sonuçlar üzerinde oyalanmak bu tutumun tipik özelliğidir. Tekellerin, iktisadi, siyasi, askeri, kültürel vb. tahakkümü altında iken, enerji gibi çok temel ve kritik bir üretim alanında tekellere alternatif olmak demek, ilk önce, tekellerin kârını, yani tekellerin artı-değer sömürüsünü baltalamak demektir. Bu durumun, tekeller için doğuracağı birçok olumsuz durumu bir yana koyalım, yalnızca bu kâr kaybı yüzünden bile tekeller, alternatif yönelimlere bütün güçlerini, nüfuzlarını kullanarak saldıracaklardır. Halkları kana boğan kirli savaşların temel nedenlerinden biri de bu değil midir?

Diğer yandan, sorunun özü asla üretim yöntemleri ya da biçimleri değildir. Fakat “alternatifçiler” açık ya da örtük, bunu söylüyorlar bize. Farklı üretim yöntemlerinin, yani alternatif yöntemler geliştirmenin, sorunun özüyle  ilgisi yoktur. Sorun enerji üretim yöntemlerinden değil, enerji üretim araçları üzerindeki kapitalist mülkiyet ilişkilerinden kaynaklanmaktadır. Yani, barajların, devasa santrallerin, rafinerilerin ve bunlara hammadde sağlayan yeraltı kaynaklarının emperyalist tekellerin elinde olmasından kaynaklanmaktadır. Köklü bir çözüm için yapılması gereken, alternatif yöntemler geliştirmek değil, bu alanda kapitalist mülkiyet ilişkilerine son vermektir. Sorun, bu alandaki mülkiyeti, aşırı-üretimle hem doğayı mahveden hem de servetini artırmaya çalışan burjuvazinin elinden alma sorunudur. Mülkiyeti, büyük ölçekli planlı üretimi örgütleyecek olan proletaryaya devretme sorunudur.

Ayrıca Marksizm bize, üretim ilişkilerinin, insanların kendi iradelerinden bağımsız olarak kurdukları zorunlu ilişkiler olduğunu söylüyor. Emperyalizmin hüküm sürdüğü ve kapitalist mülkiyet ilişkilerinin değişmediği koşullarda çözüm önerisi olarak ileri sürülen her alternatif, kabul gördüğü ve yaygınlaştığı oranda tekelleşme eğilimi taşıyacaktır. Alternatif yöntemler kısa bir zaman sonra kendi “alternatif tekellerini” yaratmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bu emperyalist pazar ilişkilerinin zorunlu bir sonucu olacaktır.

Çevre tahribatı konusunda değinilmesi gereken bir diğer nokta “atık yönetimi” genel başlığı altında inceleyebileceğimiz konudur.

Yukarıda gaz atıklara ilişkin olarak Kyoto Protokolü’nü incelemiştik. Gaz atıklar konusunda söylenebilecek genel şeyleri söylediğimizi varsayarsak, geriye sıvı ve ağırlıklı olarak da katı atıklar sorunu kalıyor. Atık, hem üretimin hem de tüketimin doğrudan bir sonucudur. Dolayısıyla, üretim ve tüketim kavramları arasında kesin bir ayrım olmakla birlikte, diyalektik bir bütünlük mevcuttur. Üretim, aynı zamanda üretim faaliyeti sürecinde gerekli olan nesnelerin tüketimidir. Tüketim de gereksinimleri karşılamak üzere üretilen nesnenin kullanım-değerinin harcanması ve üretim ihtiyacının tekrar yaratılması sürecidir. Dolayısıyla, üretim atıkları, üretim ve tüketim sürecinin temel ürünüdür diyebiliriz. Bu yüzden, atık sorunu, topluma egemen olan üretim ilişkilerinin niteliğiyle doğrudan ilgili bir konudur. Bu ilişkilerin yapısı göz önüne alınmadan, çevrecilerin “atık yönetimi” olarak adlandırdığı sorun üzerinde sağlıklı politikalar saptanamaz.

Bu konudaki temel yaklaşımı Marx’tan okuyoruz: “Bu artıkların tekrar kullanılması için genel koşullar şunlardır: Ancak büyük-ölçekli üretimde görülebilen büyük miktarda atık; mevcut durumları içerisinde daha önce hiçbir işe yaramayan maddeleri, yeni üretim için uygun bir hale sokan gelişmiş makineler; başta kimya olmak üzere, bu gibi artıkların yararlı özelliklerini açığa çıkaran bilimsel gelişme. Lombardiya, Güney Çin ve Japonya’da olduğu gibi, küçük-ölçekli tarımda, bu tür büyük tasarruflar sağladığı doğrudur. Ama, genellikle bu sistemde tarımdaki üretkenlik diğer üretim alanlarından çekilen insan emek-gücünün israflı şekilde kullanılmasıyla elde edilir.” (Marx, K., Kapital, C. III, Sol Yayınları, Ankara 1997, s. 93)

Marx’ın değindiği ilk nokta “ancak büyük-ölçekli üretimde görülebilen büyük miktarda atık”. Yani, atığın ekonomik olarak geri dönüştürülebilmesi için belli bir miktarın üzerinde üretilmesi gerekmektedir. Bu koşul günümüzde fazlasıyla sağlanmaktadır.

Üretim ne kadar büyükse, atık üretimi de o oranda büyük olacaktır. Buradaki kritik nokta, atıkların geri dönüştürülmesi için gerekli olan üretim araçlarının yaratılmasıdır. Genel olarak emperyalizmin üretim çılgınlığı göz önüne alındığında ortaya çıkan atık miktarını dönüştürmek için gerekli olan üretim araçlarının ne boyutta olacağı, kendiliğinden anlaşılacaktır. Ayrıca buna eşlik eden bilimsel çalışmaların da bir süreklilik taşıması gerekmektedir. Tüm bunlar bir mali yük demektir. Fakat yine de tekellerin bu sayede, uzun vadede hammadde harcamalarını ciddi oranda düşürebileceği ve önemli ölçüde kâr elde edebileceği öne sürülebilir. Fakat bu tekelci rekabet gereği olanaksızdır. Geri dönüşüm gibi, ancak planlı üretim ve planlı ekonomide hayat bulabilecek bir üretim alanı, her an fiyat dalgalanmaları ve krizlerle tehdit edilen kaotik bir iktisadi zeminde yaşayamaz. Tekellerin, ihtiyaç duyulan hammadde miktarını beş-on kat artıran bir üretim sürecinde, bu ihtiyacı en ucuz, en çabuk ve en bol miktarda karşılamak için giriştiği büyük rekabet, geri dönüşüm gibi ara süreçleri anında saf dışı etmektedir. Geri dönüşüm için kullanılacak atıkların, zayıflayan nitel özelliklerini söz konusu etmiyoruz bile.

Bu konudaki en önemli noktalardan biri, yukarıdaki alıntıda Marx’ın küçük-ölçekli tarım üretimi üzerine verdiği örnektir. Marx, küçük ölçekli üretimde (biz bunu tarım dışı küçük ölçekli üretim için de düşünebiliriz), atıkları tekrar kullanmanın önemli bir tasarruf sağlayacağını belirtiyor. Fakat, bunun “diğer üretim alanlarından çekilen insan emek-gücünün israflı şekilde kullanılmasıyla” elde edildiğini söylüyor. Atık miktarının belli bir düzeyin üzerinde üretilmesinin esprisi de bu zaten. Yeniden değerlendirme süreci için gerekli olan emek-gücünün, bir emek-gücü israfına yol açmaması gerekmektedir.

Marx’ın değindiği küçük-ölçekli tarım üretimi üzerine verdiği emek israfı örneğini biz, başka bir biçime uyarlayabiliriz.

Avrupa’da ve Amerika’da epeyce uzun bir zamandan beri ve Türkiye’de de birkaç yıldan beri gerek belediyeler, gerekse bazı özel şirketler atık toplama konusuyla ilgileniyor. Bu iş yavaş yavaş bir sektör konumunu alıyor. Hatta uluslararası atık ticareti bile yapılmakta. Örneğin Amerika, ucuz işgücü yüzünden, toplanan plastikleri Hindistan’a gönderip orada dönüştürüyor. Buradan varacağımız ilk önemli sonuç, varolan koşullar altında atık üretimi ve yönetiminin uluslararası bir nitelik kazandığıdır. Bu konuyla ilgili olarak yukarıda değinilen, dünya ölçeğindeki toplam üretime eş düzeyde geri dönüşüm mekanizmalarının yaratılmadığı koşullarda söz konusu edilen atık toplama faaliyeti Marx’ın değindiği küçük-ölçekli üretim düzeyini aşamayan bir işgücü israfı yaratmaktan başka bir sonuca yol açmayacaktır. Marx’ın yukarıda değindiği emekgücü israfının kendini bu konuda henüz hissettirmemiş olması, toplanan atık miktarının, tüm sektörleri kapsayan, dünyadaki genel üretim miktarının yanında halihazırda oldukça küçük bir oranda olmasıdır. Eğer bu oran gitgide büyürse, varolan piyasa koşulları yine kendi mantığını işletecek. Böyle bir durumda ilk önce yine tekelleşme eğilimi belirecek. Bu ise, atık toplama ve dönüştürme uğruna doğanın daha derinden bir tahribatı sonucunu doğuracaktır. Çünkü atık üreten de, atık toplayan da “tekel”dir ve aralarındaki ayrım yalnızca biçimseldir. Bu tekeller, bugün ABD’nin yaptığı gibi atıkları en ucuz işgücü ile ve mümkünse az gelişmiş ülkelerde dönüştürmek isteyeceklerdir. Bu tekeller, üretim araçlarını, yeraltı kaynaklarını vb. tekelci yöntemlerle ele geçirdikleri gibi, aynı mantığı üretim atıkları için de uygulayacaklardır, çünkü tekelin özü budur. Tıpkı, şu an üretim alanında yaptıkları ve bu yüzden doğayı tahrip ettikleri gibi. Ve bu işlemin kendisi hem emekçiler için hem de doğa için daha derinden bir tahribat anlamına gelecektir. Atıkların, kâr amaçlı bir piyasanın kuralları doğrultusunda dönüştürülmeye çalışılması, bu sonuçları kendiliğinden doğuracaktır. 

Ve bir kez daha; sorunun özü, atık üretmek değildir. Sorun, atık üreten ve bu atığı işleyecek olan üretim araçları üzerindeki kapitalist sınıf mülkiyetidir. Sorun bu sınıfın mülksüzleştirilmesidir.

Bu pisliği devrim temizler!