2 Şubat 2007 Sayı: 2007/04(04)

  Kızıl Bayrak'tan
   Düzenin şovenizm dalgasın kırmak için
devrim rüzgarını güçlendirelim!
  Kerkük çıkışının anlamı ve hedefleri
  ABD’nin hesapları ve
uşakların “muhatap” krizi!
  Demokrasi işçi sınıfının dişe diş
mücadelesiyle kazanılacaktır!
İncirlik Üssü derhal kapatılmalıdır!
İsmail Cem devlet töreniyle uğurlandı
Tecrit karşıtı eylemlerden...
 Büyük korku!.. - Yüksel Akkaya
  Karneler çöpe!
  Sağlık emekçilerinin eylemlerinden...
  Sermaye düzeninin zor yılı
  Filistin’deki çatışmanın gerisinde ABD-İsrail var
  Emperyalist/siyonist güçlerin Lübnan
halklarını birbirine kırdırma planı
  Suudi bakandan İran’a tehdit!
  Afganistan’a ek kuvvet gönderme hazırlığı
  Kadınlar mücadele ile özgürleşir!
  2007’ye girerken/4
  Programlanmış felaket! - Mumia Abu-Jamal
  GOİ, NATO ve Türkiye -
A. H. Yalaz
  Eylem ve etkinliklerden...
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Sendikal hareketin durumu/2

Düzen sendikacılığı ve uzlaşmacı sendikacılık anlayışı, bugün sendikal hareketin bünyesinde bir hayli yayılmış durumdadır. Kimi istisnalar dışında, sendika ya da şube yöneticilerinin pek çoğu sendikacılığı tıpkı konfederasyon yönetimleri gibi kavramakta ve uygulamaktadır. İşyeri temsilciliklerinde de durum pek farklı değildir. İşverenlerin ve sendika yönetimlerinin ortak çabalarının da bir sonucu olarak, hemen tüm önemli işletmelerde, sendika yöneticilerine ve aynı zamanda gerici düzen partilerine yakın işçiler işyeri temsilcisi olarak görev yapmaktadır. Bu alanda çok ciddi bir kadrolaşma, hatta kastlaşma yaşanmaktadır.

Elbette bu durumu sadece işverenlerin ve sendika yönetimlerinin çabalarının bir sonucu olarak görmek mümkün değildir. Sınıf içerisindeki devrimci politik çalışmanın ve örgütlenmenin zayıflığı, işçi kitlesinin mevcut sendikalara bilinen nedenlerden dolayı giderek daha fazla yabancılaşması, daha da önemlisi işçi yığınlarının kendi sınıf kimliklerine yabancılaştırılmaları neticesinde işverenler ve ihanet çeteleri sendikal hareketin tüm basamaklarını kendi istedikleri şekilde biçimlendirme imkanı bulmaktadırlar. Sendikalarla ilgili yasal düzenlemeler ve örgütlenmenin önündeki her türlü engel de onlara bu konuda büyük bir hareket sahası açmaktadır.

Bu durum konfederasyonların tepesini tutan ihanet çetelerinin nereden güç aldıklarını da bir parça açıklamaktadır. Tepeleri tutan ihanet çeteleri, sendikaların iç mekanizmaları yoluyla tabanın kendilerine hesap sormayacağını, soramayacağını bildikleri için bunun rahatlığıyla davranmaktadırlar.

Rahatlıkla anlaşılacağı gibi, bu kastlaşmış yapıyı, sendikaların iç mekanizmalarını kullanarak tasfiye etmek neredeyse imkansızdır. Bu yapıyı parçalamanın, tasfiye etmenin yolu tabanda yürütülen devrimci politik çalışmanın güçlenmesinden, bunun ürünü devrimci örgütlenmelerin yaratılmasından geçmektedir.

Konfederasyon yönetimleri ve
sınıfın sendikal örgütlenme arayışı

Konfederasyon yönetimleri her fırsatta sendikaların üye tabanının eridiğinden şikayet ederler. Hatta örgütlenmenin önünde engel oluşturan yasalar yüzünden kaç işçinin işten atıldığını gösteren raporlar yayınlamayı da ihmal etmezler. Yasaların sendikal örgütlenmenin yaygınlaşmasının önündeki temel engellerden biri olduğu doğrudur. Keza yayınlanan raporlar da önemli ölçüde gerçekleri yansıtmaktadır.

Fakat ne bu konudaki yakınmalarda, ne de yayınlanan raporlarda sendika yönetimlerinin örgütlenme konusunda üzerlerine düşen görevleri yapıp yapmadıkları sorgulanmaz. Sanki sendikacılar örgütlenmek için gece gündüz canla başla çalışıyor da yasalar onları engelliyor gibi bir hava yaratılır.

Son yıllarda yaşanan sendikal örgütlenme pratikleri gerçeklerin hiç de yansıtıldığı gibi olmadığını göstermektedir. Bugün Deri-İş ya da Dev Sağlık-İş gibi parmakla sayılabilecek istisnalar dışında hemen hiçbir sendikanın elle tutulur ciddiyette bir örgütlenme politikası yoktur. Bu konuda sistemli bir çalışmalarına da rastlamak mümkün değildir.

Son bir iki yılda yaşanan başarılı örgütlenme pratiklerinin hemen hepsinde sendikalaşma süreçleri öncü işçilerin, ilerici ve devrimci unsurların çabalarıyla başlamıştır. Çoğu zaman sendikacılar bu çalışmaların ilerleyen aşamalarında haberdar edilmişler ve ancak bu sayede işin içerisine girebilmişlerdir. Sendikaların işin içine girmesi ise çoğu durumda görüldüğü gibi örgütlenmeyi kolaylaştıran değil zorlaştıran bir etken olmuştur. En “solcu” geçinenleri dahil sendikalar, örgütlenmeye çalışan ve bu konuda patronun baskılarıyla, kolluk kuvvetlerinin saldırılarıyla yüzyüze kalan işçileri yüzüstü bırakmaktan çekinmemişlerdir.

Özellikle son aylarda daha rahat gözlenen başka bir olgu var. Bilindiği üzere şu an hemen bütün sendikalar genel kurul süreçleri yaşıyorlar ya da yaşamaya hazırlanıyorlar. İşte sendika ya da şube yönetimleri bu nedenle şu sıralar bütün hesaplarını genel kurullara göre yapıyorlar. Örgütlenme çalışmalarına da bu gözle bakıyorlar. Örneğin birçok yerde şube yöneticileri eğer filanca işyerinde örgütlenirsek oradan seçilecek delegeler genel kurulda bizi destekler mi desteklemez mi diye ölçüp biçmekten geri durmuyorlar. Buradan hareketle bir işyerinin örgütlenmesine ilişkin politika belirleyebiliyorlar. Sınıfın örgütlenmesini böyle küçük hesaplarla sekteye uğratabiliyorlar.

Genel kurullar süreci

Yukarda da değindiğimiz gibi sendikalarda genel kurul süreçleri başladı. Türk-İş’e bağlı sendikalarda şube genel kurulları yapılıyor. Peşinden de Türk-İş genel kurulu yapılacak. Fakat bu konunun henüz Türk-İş’in ya da bağlı bir dizi sendikanın yöneticisinin gündemine dahi girmediği gözleniyor. Bunun nedeni de açık, çünkü Türk-İş genel kurulundan önce milletvekili genel seçimleri yapılacak. Şu anda bir şeyler söylemek için henüz vakit var. Fakat Türk-İş ve bağlı sendikaların yöneticilerinden pek çoğunun kendilerini meclisin ceylan derisi koltuklarında hayal ettiğini, daha şimdiden tüm güç ve ilişkilerini kullanarak üç beş ay sonra açılacak milletvekili borsasına hazırlandıklarını tahmin etmek güç değil. Bugün Türk-İş yönetiminde olanlardan herhangi birini, gelecek hükümet döneminde Çalışma Bakanı olarak görmek kimse için şaşırtıcı olmamalı.

Bunun da ötesinde Türk-İş genel kurulundan sendikal hareket ya da işçi sınıfı adına hiç kimsenin kayda değer bir beklentisi yok. Geçtiğimiz Türk-İş genel kurulu bu bakımdan bir cenaze töreni niteliğindeydi. Başbakan Erdoğan’ın huzurunda eğilip bükülerek onun azarlamalarını dinleyen Türk-İş genel kurul bileşeni, geleneksel sendikal harekette bazı şeylerin artık sonuna gelindiğini göstermeye yetiyordu.

DİSK’e bağlı sendikalarda da bu yıl genel kurul süreçleri yaşanacak. Türk-İş’in aksine DİSK yönetimi daha şimdiden genel kurul sürecini gündemine aldı, bununla ilgili bazı şeyler söylemiş oldu. 26 Kasım 2006 tarihinde toplanan DİSK Genişletilmiş Başkanlar Kurulu’nun sonuç bildirgesinin genel kurullar sürecine ilişkin paragrafında; “DİSK ve üye sendikalar 1 Ocak 2007 tarihinden itibaren işyeri delegelikleri, şube kongreleri ve sendika merkez kongreleri ile DİSK Genel Kurul süreci yaşayacaklardır. Bu süreç DİSK’in mücadele içerisinde yeni koşullara uygun yapılanmasını da gündeme taşıyacaktır. Öncelikle bu süreçte genç işçilerin ve kadın işçilerin sendikal örgütlenmelerde konumlarının güçlendirilmesi temel alınacaktır” denilmekteydi.

Kuşkusuz ki genel kurullar sürecine ilişkin bu iddialı ifadeler somut olmaktan uzaktı. Örneğin “DİSK’in mücadele içerisinde yeni koşullara uygun yapılanması”nın ne anlama geldiği belirtilmemişti. Toplantının yapıldığı tarihte DİSK yöneticileri de bunun içini nasıl dolduracaklarını tam olarak bilmiyor olmalılar ki, “DİSK kararlarının temellendirileceği Genişletilmiş Başkanlar Kurulu toplantısı’nın Ocak ayı içerisinde gerçekleştirileceği”ni sonuç bildirgesinin son paragrafında özellikle belirtmişlerdi.

Fakat bilindiği gibi Ocak ayı içerisinde DİSK Genişletilmiş Başkanlar Kurulu böyle bir toplantı yapmamıştır. Neden yapılmadığı konusunda kamuoyuna bir bilgi de verilmemiştir. Ancak onun yerine DİSK Yönetim Kurulu, “2006 yılı değerlendirmesi ve 2007 yılı için hedefler” başlıklı uzun bir açıklama yayınlamıştır.

Bir basın açıklamasıyla duyurulan bu uzun değerlendirme “DİSK kararlarının temellendirildiği”, “DİSK’in mücadele içerisinde yeni koşullara uygun yapılanması” gibi sorulara yanıtların arandığı bir metin olma niteliğinden hayli uzaktır. Enine boyuna hükümeti eleştiren ve işçileri seçmen listelerine kaydolmaya çağıran bu metnin genel kurullardan ziyade seçimler düşünülerek hazırlandığı ortadadır. Fakat hakkını yememek gerekir; DİSK’in önümüzdeki yılda neler yapacağına son arabaşlık altında paragraflar şeklinde değinilmektedir. Değerlendirmede, “DİSK’in mücadele içerisinde yeni koşullara uygun yapılanması”na dair sorulara yanıt oluşturabilecek tek paragraf da burada yer almaktadır. Bu paragrafta harfi harfine şunlar söylenmektedir:

“DİSK olarak, 2007 yılında 12 Eylül hukuku ve yasalarına karşı mücadele edeceğimizi, bu kısır döngü içine sıkışıp kalmayacağımızı ilan ediyoruz. Sendikal örgütlenmede ve sendikal mücadelede, Anayasa’nın 90. Maddesi’nde yer aldığı gibi, uluslararası sözleşmelerden kaynaklanan haklarımızı kullanacağız. Örgütlenmemizi ILO sözleşmelerinin sağladığı doğrultuda ve biçimde sürdürerek, yaygınlaştıracağız.”

Yani DİSK’in 2007 yılında yürüteceği mücadelede, 12 Eylül hukukunun ürünü yasalara bel bağlamayacağı, bu yasaların çizdiği sınırlara takılıp kalmayacağı, onun yerine Anayasa’nın 90. maddesine dayanarak ILO sözleşmelerinin hükümlerini esas alacağı ilan edilmektedir.

Örgütlenmeye, hak mücadelesi vermeye çalışan işçilerin karşısına her seferinde “ama yasalar şöyle”, “fakat mevzuat böyle” diyerek çıkmayı adet edinen DİSK yönetiminin 12 Eylül yasalarına pratik tutum alacağını, örgütlenme çalışmalarında bu yasaların sınırlamalarına takılmayacağını ilan etmesi kuşkusuz ki önemlidir.

Fakat bunu yaparken sırtını, sermaye devletine hemen hiçbir somut yaptırım getirmeyen, bu anlamda da sermayeye hizmet konusunda 12 Eylül yasalarını aratmayan ILO normlarına dayaması burada başka hesaplar olduğunu göstermektedir. Anlaşılan o ki, 2007 yılında DİSK’le ilgili tartışmaların önemli başlıklarından birini bu konu oluşturacaktır.

Sermayenin saldırıları ve sendikal ihanet birbirini tamamlamaktadır. Dolayısıyla 2007 yılında da sermayenin saldırılarına karşı mücadelenin en temel ayaklarından birisini sendikal ihanet barikatını yıkma, aşma çabaları oluşturacaktır. Bunun bir yanı sınıfın temel mücadele gündemlerini sendikal ihanet çetelerine karşı mücadeleyi de kapsayan bir biçimde ele almaktır. Kıdem tazminatına dönük saldırılar, Anayasa Mahkemesi’nin iptali nedeniyle bir süreliğine askıya alınan ve üç beş ay sonra yeniden gündeme gelmesi beklenen sosyal yıkım saldırısı, kamuda başlamak üzere olan toplu sözleşme süreci bu alanda ilk akla gelen başlıklardır. Gene 1 Mayıs gündemi bunlardan biridir. Bu yıl gerçekleştirilecek Cumhurbaşkanlığı seçimi ya da milletvekili genel seçimleri de sendikal ihanet çetelerinin sermaye sınıfı ile ilişkilerinin en açık biçimde ortaya serilmesine hizmet edecek gündemlerdir.

Fakat sadece teşhirin yetmediği, tabanda güçlü bir devrimci politik faaliyet örülüp, bunun ürünü örgütlenmeler yaratılmadığı koşullarda genel teşhirin kendi başına çok etkili sonuçlar üretmediği ortadadır. Dolayısıyla çözüm tabanda, fabrikalarda, havzalarda daha hızlı, daha fazla, daha etkin örgütlenmeyi başarabilmekten geçmektedir.

Sözümüzü Castleblair’de örgütlenen, direnen ve bu süreçte DİSK bürokratlarının ihanetini somut olarak yaşayan ve şu anda F Tipi Cezaevi’nde tutuklu bulunan sınıf bilinçli işçilerden Ayten Özdoğan’ın İstanbul İşçi Kurultayı’na gönderdiği mesajla bitirmek en anlamlısı olacaktır.

“İşçi sınıfı denetlemediği, sahip çıkmadığı koşullarda sendika bürokratları ihanet etmeye devam edecektir. Önemli olan eksikliklerimizi görüp, deneyimlerimizin ışığında başka fabrikalar örgütleyerek mücadeleyi yükseltmektir. Bu yüzden daha bir inatla, daha bir hırsla sendikalarda örgütlenmeliyiz. Çünkü; sendikalar bizimdir. Ancak tabanda, fabrikalarda örgütlenerek sendikalarımıza çöreklenmiş sendika ağalarından hesap sorabiliriz. Bu işçi satıcılarını sendikalarımızdan atıp yerine sınıf bilinçli, sınıfın çıkarlarını savunan öncü işçileri getirebiliriz. Bunun için fabrikalarımızda örgütlenmeliyiz.”


Eğitim emekçilerinden eylem...

İzmir’de sözleşmeli öğretmenler kadro talebiyle yürüdüler

İzmir Eğitim-Sen 1 No’lu Şubesi, sözleşmeli çalıştırmanın son bulması, sözleşmelilerin kadroya alınması talebiyle bir kampanya başlatmıştı. Kampanya çerçevesinde toplanan imzalar 27 Ocak günü gerçekleştirilen eylemin ardından Milli Eğitim Bakanlığı’na gönderildi.

Sümerbank önünde saat 11.00’de toplanan kitle sloganlar, düdükler ve alkışlarla belediye binasına kadar yürüdü. Burada Eğitim-Sen Şube Başkanı ve bir sözleşmeli öğretmen konuşma yaptı. Konuşmalarda İzmir’de eğitimin gerilediği ve sözleşmeli olarak çalışan öğretmen oranının %5’ten %20’lere çıktığı belirtildi. Sözleşmeli öğretmenlerin iş güvencesiz olarak çalıştırılmasına son verilmesi, sözleşmelilerin kadroya alınması talebi dile getirildi.

Yaklaşık 70 kişinin katıldığı basın açıklamasına öğretmenlerin yanısıra ilkokul öğrencileri de katıldı. “Öğretmenimi üzme!”, “Öğretmen istiyoruz!” dövizleriyle yürüyüşte yerlerini alan öğrenciler daha sonra Yeni Kapı Tiyatrosu’yla beraber bir oyun sergilediler. Oyunun ardından PTT’ye yürüyen kitle burada imzaları Milli Eğitim Bakanlığı’na yolladı.

Eylemde “Ücretli köle olmayacağız!”, “KPSS’ye, sözleşmeye hayır!”, “Kadro istiyoruz!”, “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!”, “Yaşasın halkların kardeşliği!”, “Savaşa değil, eğitime bütçe!” sloganları atıldı. Eylem coşkulu geçti.

Kızıl Bayrak/İzmir


Altınyıldız’da işçi kıyımı

Uzun zamandır işçiler arasında dolaşan çıkış söylentileri gerçek oldu. 31 Ocak günü kesin rakam henüz net olmamakla birlikte (zira bu yazının yazıldığı esnada 7-3 ve 3-11 vardiyasında çıkışlar gerçekleşti, gece vardiyası henüz bilinmiyor) 60 civarında işçi işten çıkartıldı. Ağırlıklı olarak mensucat kısmında gerçekleşen kıyım, 4 ikramiye alan ve yüksek ücretle çalışan, kıdem olarak 6 yıl ve üzerinde çalışmış işçileri hedefliyor

Çıkışlar 4 ikramiyeyi hedefliyor

Altınyıldız patronu, işten atılan işçilerin çoğunluğunun çıkışını istediği demogojisine sığınmaktadır. Bu, atılan işçilerin bir kısmı için doğru olsa da, tamamı için geçerli değildir. Patron bu tür söylemlerle gerçek niyetini gizlemeye çalışmaktadır. Gerçek hedefi fabrikanın son iki yıllık tablosuna bakıldığında son derece bariz bir şekilde görülmektedir. 2,5 ikramiye alan veya hiçbir sosyal hakkı olmadan taşeron olarak çalıştırılan işçi sayısı geçtiğimiz sözleşmeden bu yana her geçen gün artmıştır. Şimdi de 4 ikramiyeyle çalışan işçiler peyder pey işten çıkartılmaktadır. İşten atılan 60 işçiyi ilk grup olarak görmek ve devamının geleceğinden şüphe etmemek gerekir. Bu çıkışlar, patronlar sınıfının, hiçbir sosyal hakkı olmayan, karın tokluğuna çalışan bir işçi sınıfı yaratma düşüne bir adım daha yaklaşması anlamına gelmektedir.

Geçmiş deneyimlerden ders çıkartmalı

Geçtiğimiz sözleşme dönemini hatırlarsak, işverenler 2,5 ikramiyeyi sözleşmeye sokarak bugünü hazırlamaya başlamışlardı. Altınyıldız işçileri de geçmişteki deneyimlerinden bunu bildikleri için, sendikasının kapısına dayanmış, bu ihanetin hesabını sormuş; eski işçi-yeni işçi ayrımı yapılmaksızın tüm işçilerin 4 ikramiye almasını talep etmiş, sözleşmenin fesh edilmesi için çabalamıştı. Sağlam bir iç örgütlülüğe, kararlı bir birlikteliğe sahip olamadığı için ortaya konulan tepki, işverenin tehditleriyle, prim gibi uygulamalarla bir sonuca ulaşamadan bastırılmıştı. Bir yenilgiyle de sonuçlansa, ayağa kalkmak onurluca bir davranıştı ve TEKSİF Sendikası’na üye işyerlerinden en anlamlı tepkiyi koyan Altınyıldız işçisi olmuştu. Hem kendisine, hem dosta, hem düşmana, istendiğinde önyargılara, güvensizliklere, kuşkulara rağmen biraraya gelinebileceğini göstermişti. Ancak bunu sürekli kılamamıştı, mücadeleyi sonuna kadar yürütebilecek kararlılığa sahip olamamıştı...

Unutmamak gerekir ki; sınıf mücadelesi salt zaferlerle dolu, kazanımların elde edildiği bir süreç değildir. Çoğu durumda yenilgilerden öğrenmek ve küllerin içerisinden yeniden doğmayı, ayağa kalkmayı bilmek gerekir. Altınyıldız işçisinin de yapması gereken budur. Yeniden ayağa kalkmak, daha güçlü, daha kararlı...

İki seçenek var: Ya mücadele, ya da köleliğe boyun eğme!

Bu çıkışların arkasının geleceği kesindir. Altınyıldız işçisinin önünde iki seçenek var. Ya işini savunmak, işten atılan arkadaşlarının geri alınmasını sağlamak ve işi için, 4 ikramiye hakkı için mücadele etmek, hiçbir ayrım gözetmeksizin birbirine kenetlenmek ve direnmek...Ya da kader, kısmet deyip olanlara boyun eğmek...

Son olarak şu an fabrikada hala çalışan işçi arkadaşlara bir mesajımız var:

Susma sustukça sıra sana gelecek!

Altınyıldız’dan işçiler