18 Mayıs'02
Sayı: 19 (59)


  Kızıl Bayrak'tan
  Sermayenin işçi sınıfı hareketi içindeki ajanları
  Yakıcı sorunlar karşısında yasak savma tutumu
  Göstermelik eylem işçilerin basıncı karşısında zamanından önce bitirildi
  Lastik işçisi grev hakkına sahip çıkmalıdır!
  Kamuda çalışan binlerce işçi ve emekçinin tasfiyesi gündemde
  Kamu bankalarında büyük tasfiye
  Yonca Teknik işçisi greve devam ediyor
  16. Geleneksel İTÜ Şenliği ve devrimci tavır
  Paralı Eğitim Karşıtı Öğrenci Platformu Bülteni'nden...
  Platform çalışmasının güncel sorunları
  Düzen siyasetinin açmazı ve iflası
  AB tartışmaları, yoksulluk ve demokrasi...
  Siyonizm ve uluslararası emperyalizm/2
   Hollanda parlamento seçimlerinde politik deprem
   Türkiyeleşme" politikasının içyüzü ve birleşik mücadelenin gerekleri
   Filistin kazanacak!..
   Kadın hakları için ayağa kalkın!..
   Faşizmin işkencehanelerinde ser verip sır vermedi!..
   Ezilen halklarla dayanışmayı yükseltelim!
   Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Kürdistan devrimi ile Türkiye devrimi arasındaki ilişkiler üzerine düşünceler-III

“Türkiyeleşme” politikasının içyüzü ve
birleşik mücadelenin gerekleri

Serhat Ararat

III.

1990’larla birlikte yeni bir aşamaya gelen Kürdistan devrimi, bir bakıma ulusal sınırlarının da dışına taşıyordu. Ortadoğu dengelerinde hesaba katılması gereken bir güç olarak değer kazanıyordu. Kürdistan devriminin etkilerinin uluslararası boyutlar kazanmaya başladığını gören TC, sorunu uluslararası platformlara götürüyor, sorunun aynı zamanda emperyalist devletlerin sorunu olduğunu vurguluyor ve ortak politika geliştirilmesinin zorunluluğunu dayatıyordu. Bundan sonraki gelişmeler biliniyor. Burada anlatmak istediğimiz şu: Devrimin boyutlarını gören özel savaş rejimi hızla uluslararası çapta daha güçlü ve etkili ittifaklar geliştirirken, daha sonuç alıcı karşı-devrimci politikalar oluşturmaya çalışırken, Öcalan sistemi, yüzünü daha fazla düzene çeviriyor, dış ilişkilerini ve ittifak arayışlarını bu çizgi temelinde yapıyordu. Tam da bu önemde “Türkiye devrimine müdahale” ve daha sonra da “Türkiyeleşme” kavramları ortaya atıldı, bu yönlü kimi çabalar geliştirildi. Şimdi kısaca bu girişim ve çabalar üzerinde durmakta yarar var.

“Türkiye devrimci hareketini çok bekledik, güçleneceklerini, rejime alternatif bir hareket olabileceklerini düşündük. Ama maalesef olmadı, beceriksiz çıktılar. Bu gidişle bir şey olacakları da yok. İş başa düştü. Türkiye devrimci hareketine müdahale etmek gerekir” diye “teorik ve politik” gerekçeleri açıklanan DHP girişiminin gerçekliği aslında çok daha farklıdır. “Türkiye devrimine müdahale”, DHP girişimi gündeme getirildiğinde Türkiye sol cephesinde önemli bir tartışma konusu olmuştu. Doğrusu bu girişim içinde yer alan arkadaşlar da hayli iddialı, tam anlamıyla üsttenci, Öcalan üslubunu tekrarlayan açıklamalarda bulunuyor ve iddialı “programlar” ve “Manifestolar” yayınlıyorlardı. Görünüşte PKK’nin çok iyi düşünülmüş, tasarlanmış ve planlanmış, uzn soluklu bir müdahalesi varmış izlenimi veriliyordu. İmaj düzeyinde bu fazlasıyla vardı.

Peki ya gerçeklik?

Şaşırtıcı gelebilir ama, gerçeklik imajın tam tersidir!

Evet, ortada bir girişim, bir ad, bu ad altında yürütülen bir faaliyet var. Ancak bu, gerçekten çok yönlü düşünülmüş, tasarlanmış ve doğru veya yanlış ideolojik ve politik gerekçelere dayandırılmış bir girişim, bir ad ve çalışma değildir. Ayrıntılara girmek bu çalışmanın konusu değildir, o nedenle bu konuya sadece satır başlıkları ve daha çok bazı belirlemeler düzeyinde değineceğiz.

Gerçekte DHP’nin arka planında yanlış bir düşünce ve girişim de olsa ideolojik ve politik gerekçe yok. İdeolojik ve politik gerekçeler, ideolojik ve politik açıklamalar sadece görüntüdür ve gerçekliği örtmenin bir aracı olmuştur. DHP’nin arka planı tamamen bireysel etmenlere, ihtiraslara ve bunların koşulladığı tepkilere, duygulara dayanıyor.

DHP adına ortaya çıkan girişim ve çalışma, tam anlamıyla bireysel nedenlerden kaynaklanan bir tepki ve kendini kanıtlama hareketidir.

Yapılan tüm açıklamalara ve değerlendirmelere rağmen, açıkça vurgulamalıyız ki, bu tepki ve kendini kanıtlama hareketiyle bir halkın devrimiyle, en başta da bu girişimin içinde yer alan Türkiyeli devrimcilerin en saf ve temiz duygularıyla oynanmıştır. Bir ülke devrimi gibi ciddi ve asla oynanmaması gereken bir dava, bireysel duyguların, ihtirasların, kendini kanıtlama dürtüsünün kurbanı edilmiştir. Çıkış noktası bu olan bir hareketi “Türkiye devrimine müdahale, Türkiye devrimini üstlenmek” olarak yansıtmak, ancak Öcalan sistemi gibi bir sistem içinde mümkün olabilir!..

Bu girişim ideolojik ve politik bir gerekçeye, ciddiyetle düşünülmüş bir plana dayanılsaydı bile bu yanlış bir müdahale idi. “Devrim ihracı” gibi bir anlayış ve hareketin yanlışlığı ve geçersizliği, hem teorik, hem de pratik olarak sayısız kez ortaya konulmuştur. Dolayısıyla Türkiye devrimine veya Kürdistan devrimine dıştan bir müdahale daha işin başında ilkesel olarak yanlış, pratik olarak yenilgiye mahkum girişimler olmaktan öte bir değer kazanamazdı.

“Bizde” çıkışı yukarda özet olarak koyduğumuz gibi olduğu içindir ki DHP hiç bir zaman ciddi bir politik yaklaşıma konu olmadı. Söylenenler hep kağıt üstünde kaldı. Bu girişime ne doğru dürüst bir kadro ayrıldı, ne maddi ve manevi bir destek sunuldu, ne de genel bir siyasal perspektife oturtuldu. Aslında daha işin başında bu girişim başarısızlığa mahkum edildi. Zaten bireysel etkenlerle başlayan bir girişimin başarı şansı olamaz. Ama bu başarısızlık özetlediğimiz noktalarda daha da hızlandırılmıştır. Bunun da Öcalan tarafından bilinçli böyle ele alındığını vurgulamamız gerekir.

DHP’nin gerçek arka planında ciddi ideolojik ve politik gerekçeler olmadığı için konuyu o boyutlarıyla tartışmayı doğru bulmuyoruz, hatta bu, olayı görüntüsü, imajıyla ele almak anlamına gelir ki bu da gerçekliğe haksızlıktan başka bir şey değildir.

DHP, Öcalan sistemi içinde taktik bir araç rolünü bile oynamamıştır, kaldı ki kendisine böyle bir rol de biçilmemiştir. Kimi zaman solu “hizaya getirme”de, kimi unsurlarını kendine çekmede yararlanılan bir zemin olarak düşünülse de pratikte işlev görmediği de biliniyor.

Kuşkusuz bu girişimin olumsuz sonuçları, tamiri güç tahribatları olmuştur. En başta en temiz duygularla devrimimize katılan ve sonra bu çalışmada görevlendirilen arkadaşlarımız kimlik bunalımını ve parçalanmışlığı yaşamışlardır. Öte yandan, zaten kendi içinde sorunlu olan sol ile ilişkiler, daha da kötüleşmiş ve var olan mesafe ve önyargılar daha da büyümüştür. Bütün bu olumsuzlukların sonuçlarının aşılabilmesi için anılan girişim ve pratiğin bütün boyutlarıyla değerlendirileceği kuşkusuzdur. Yeri ve zamanı geldiğinde bunun da yapılabileceğini umuyoruz...

IV.

Bir de bu dönemde kullanılan “Türkiyeleşme” kavramı var, bunun da üzerinde kısaca durmamız gerekiyor. Hemen vurgulamalıyız ki, bu kavram her açıdan yanlıştır. “Türkiyeleşme” ne anlama geliyor? Türkiye devrimi ile ittifak ilişkisini mi, Türkiye devrimi ile bütünleşmeyi mi anlatıyor? Aslında böyle sunulsa da bunların hiçbirini içermediğini belirtmek durumundayız. Bu kavram, hangi ad altında ve ne amaçla sunulursa sunulsun, Kürdistan ülke gerçeğini örten ve ortadan kaldıran, TC’nin sömürgeci ulusal inkar ve imha sitemini “sol”dan ya da “ulusal” cepheden meşrulaştıran, bilinçleri bulandıran, Türkiye ve Kürdistan devrimleri arasındaki gerçek enternasyonalist ilişkiyi ve bunun ideolojik alt yapısını ortadan kaldıran ve sömürgeci düzenle yeniden buluşmayı hedefleyen bir kavramdır. Türkiye devrimi ve emekçlerinin toplumsal mücadelesiyle en üst düzeyde birlik mi kurulmak isteniyor, her açıdan bütünleşme mi öneriliyor; o zaman, gerçekliği olduğu gibi kavrayan ve doğru yansıtan kavramları seçmek gerekir. Oysa ortada böyle bir hedef yok. Tersine devletle uzlaşıp en bayağı kırıntılarla yetinmeyi kafasına koyan bir “önderlik gerçeği” ile karşı karşıyayız.

Özetle “Türkiyeleşme” veya bunu çağrıştıran kavramları reddediyoruz. Aynı şekilde Türkiye ve Kürdistan ülke gerçekliğini bulanıklaştıran, dolayısıyla ülke devrimlerimiz arasındaki devrimci enternasyonalist ilişkiyi belirsizliğe mahkum eden “Anadolu” ve “Mezopotamya” kavramlarını da devrimci siyasal terminolojide kullanmayı reddetmek gerekir. Bu iki kavram da ülke gerçekliğini değil, belli coğrafyaları ifade eden kavramlardır. Ayrıca “Anadolu” kavramı Kürdistan ülke gerçekliğini bilinçlerden kaçırttığı ve çoğu zaman bu amaçla kullanıldığı için çok daha bilinçli yaklaşımı ve kullanımı gerektiriyor.

V.

1990’ların başında Kürdistan devrimi yeni bir aşamaya gelmişti. İzlenen özel savaş politikaları sonucu Türkiye metropollerine yoğun bir göç başlamıştı. Bu nüfus hareketinin kuşkusuz toplumsal, siyasal ve ruhsal sonuçları olacaktı. Ancak bu yeni durum ve gelişme aşaması bütün boyutlarıyla değerlendirilip yeni politikalar üretilmedi, yeni dönemin kadroları geliştirilemedi. Bunun yerine bir önceki bölümde özetlediğimiz gibi Öcalan sistemi bütün dikkatini ve çabalarını düzen içi arayış ve uzlaşma yönelimi üzerinde odaklaştırdı. Böylece ortaya çıkan sayısız ilişki, olanak ve değer heba edildi. Bu aşamada ortaya çıkan olanaklar ve ilişkiler doğru bir stratejik ve politik yaklaşımla değerlendirilseydi Türkiye’deki toplumsal mücadeleler tarihi de farklı boyutlar kazanabilirdi. Ama bunların hiçbiri yapılmadı, duuml;zenle uzlaşma arayışı ve yönelimi, Kürt emekçilerinin doğru bir tarzda örgütlenmelerini önlediği gibi Türkiye emekçileriyle devrimci tarzda uzun vadeli ilişki geliştirme olanaklarını da ortadan kaldırdı. Oysa devrimci iktidar hedefi olan bir öncülüğün yapması gerekenler belliydi:

Bir; Türkiye metropollerindeki Kürt emekçileri ulusal ve toplumsal görevleri temelinde, bu temel görevi iç içe gözeterek örgütlemek ve özel savaşı “cephe gerisinde” kuşatacak bir ulusal-toplumsal mücadeleye yöneltmek!

İki; bu alanlardaki Kürt emekçilerin toplumsal sorunlara etkin ilgisi ve toplumsal mücadelenin etkin yürütücüsü olması durumunda, bu olgu, Türkiye emekçileriyle daha yakın mücadele ilişkisine girmesine yol açabilir, Türkiye emekçileriyle gelişecek mücadele ilişkisi düzen ve rejim için ciddi bir toplumsal, siyasal tehdidi de mayalandırabilir, Türkiye emekçileri üzerinde oynanan özel savaş oyunlarını belli ölçüde boşa çıkarabilir ve devletin toplumsal dayanaklarını zayıflatabilirdi. Dolayısıyla PKK’nin metropol Kürtlerine karşı izleyeceği politika mücadelenin başarısı ve geleceği açısından çok önemli bir konuma gelmişti.

Üç; doğru bir öncülük, iktidar perspektifli bir yaklaşım Türkiye emekçileri ve devrimci güçleriyle daha sağlıklı ve stratejik ilişkiler geliştirmesini de zorlayacak ve koşullayacaktı. Türkiye devrimci güçleri ve toplumsal bileşenleriyle ilişki zorunluluklardan öte ilkesel bir yaklaşım olmak durumundaydı. Kendisini dar ulusal sınırlara hapsetmek istemeyen devrimci sosyalistlerin yaklaşımı buydu. Ancak ufkunda iktidar hedefi olmayan, en bayağı uzlaşmalar için etmediği lafı bırakmayan Öcalan için bu ilkesel ve stratejik yaklaşımın hiçbir anlamı yoktu.

Bu üç temel yaklaşım da hiçbir zaman esas alınmadı. Metropol Kürtleri sağımlık koyun olarak algılandı, “asker ve vergi” kaynağı olarak değerlendirildi, hep “yedek güç” olarak görüldü. PKK’nin devrimci bir metropol Kürtleri politikası olmadı. Eğer böyle bir politika geliştirilseydi, o zaman, kaçınılmaz olarak bunun bir ayağı da birlikte yaşadığı diğer uluslardan emekçilerle mücadele ilişkisine uzanırdı. Aslında ortaya çıkan birçok olanak ve mücadele zemini vardı. Yasal parti, sendikalar, dernekler ve daha bir dizi etkili etkisiz mücadele alanı Kürdistan devrimi için de değerlendirilmedi.

Örneğin yasal partiye bakalım: Bu partinin gerçek anlamda devrimci yurtsever politikası, buna uygun örgütü ve kadrosu olmuş mudur? Yine günlük gazete oynaması gereken devrimci rolü oynayabilmiş midir? Ya işçi ve emekçiler? Onlar nasıl ele alındı? Kürt emekçilerinin somut herhangi bir talebi için mücadele edilmiş midir? Bu konuda herhangi bir politikadan söz edilebilir mi? Elbette anılan alanlar ve zeminler genel mücadelenin etkisi ve itkisiyle belli bir rol oynamışlardır; ama bu yine de bu alanların devrimci bir iktidar perspektifleriyle çalıştıkları anlamına gelmez.

Yasal parti süreç içinde ortaya çıkan iktidar olanaklarına konmak isteyen Kürt orta ve egemen sınıflardan unsurların toplandığı merkez haline gelmeye başladı. Bu, Öcalan sisteminin ve düzenle uzlaşma arayışının bir sonucu ve gereğiydi. Dikkat edilirse yasal parti içinde örgütlenen Kürt siyaset esnafı çok kişiliksiz ve tutarsızdır. Siyasi olarak güçsüz oluşu, hep devletle devrim arasında bir yerde olması bu kişiliksizliğini de belirler...

Günlük gazete, düzen içi arayışların damgasını vurduğu bir çizgide yürümüştür. Dolayısıyla bu zemin de devrimci iktidar ve onun gerektirdiği ittifaklar politikasının gelişmesine pek hizmet etmemiştir. Bu iki zeminde de Öcalan vitrini zengin tutmaya özen göstermiş, kimi “aykırı” seslere de izin vermiş ya da ses çıkarmamıştır. Bu, onun halklar ve emekçilerle, onların temsilcileriyle ilişki geliştirme anlamına gelmez. Tersine uzlaşma kozunu büyütme eğilimine denk düşer... Bu iki zeminin bugün tasfiyeci çizginin en etkili savunuculuğunu yapmaları boşuna değildir. Ta başından beri bu iki alan düzenle uzlaşma çizgisinin toplumsal-siyasal dayanakları olarak düşünüldü ve buna göre örgütlendirildi...

Öğrenci gençlik alanında da bir politikasızlık söz konusudur. Özellikle üniversite gençliği gelişen demokratik ve akademik mücadelelerden uzak durdu, bunun üzerine etkince gidilmedi, bu konuda doğru bir politik anlayış kazandırılmadı. “Niye bu kadar atıl duruyorsunuz” sorusuna verilen karşılık, “biz kendimizi gerillaya hazırlıyoruz, burada kendimizi harcamıyoruz” biçiminde kaçamak ve eylemsizliği meşrulaştıran yanıtlar olmuştur. Ayrıntıya girmek mümkün, ancak bu kısa özetlerden anlatmaya çalıştığımız şu: Türkiye metropollerinde var olan mücadele olanakları Kürdistan devrimi için tam değerlendirilmediği gibi, bu alanlar Türkiye devrimi ve emekçilerinin toplumsal mücadeleleriyle ortak mücadele platformları yaratmak amacıyla da değerlendirilmedi.

Bir daha tekrarlıyoruz: Türkiye’ye göçertilen Kürtler doğru bir politika ile örgütlendirilip harekete geçirilebilseydi özel savaş uygulamaları tersine çevrilebilir ve devrim karşıtı bir hareket, devrimin bir olanağı haline getirilebilirdi. Hem devleti cephe gerisinden kuşatmak, hem Türkiye emekçi hareketini tetikleyebilmek, hem de ortak mücadele zeminlerini geliştirmek ve güçlendirmek bakımından bu böyledir. Ancak hayalci olmamak gerekir. Bu olanakları ve zeminleri değerlendirmek için ortada devrimci bir iktidar perspektifi ve programının olması gerekiyordu. Ama tam da olmayan bu. Durum böyle olunca var olan olanak ve ilişkilerin, ortaya çıkan gücün düzen içi “çözümlere” endeksleneceği ve o kulvarda yürütüleceği açıktır... Yapılan ve gerçekleşen de bundan başkası değildir...

İki ülke devrimleri arasındaki ilişkileri daha doğru kavramak için Türkiye metropollerine göçettirilen Kürtler’in ulusal, toplumsal ve siyasal durumunu nesnel olarak incelememiz ve gerekli sonuçlara ulaşmamız gerekir. Bunu da önümüzdeki bölümde yapmaya çalışacağız...