Kış koşulları neredeyse tüm ülkede hayatı felç etmiş durumda. Yağmurlar yerleşim birimlerinde can alacak düzeyde felakete dönüşürken, İstanbulda 10 santimi bile bulmayan kar ve eksi 3-5ten aşağı düşmeyen soğuk nedeniyle trafik felç oldu, okullar tatil edildi, donarak ölenler oldu. Felaket haberleri günlerdir gazete manşetlerinden düşmüyor. Haberlerinin ağırlığını, Antakya ve Mersindeki seller, İstanbul ve Trakyadaki kar ve buzlanma sonucu yaşanan sorunlar oluşturuyor. Yukarıda da değindiğimiz gibi, İstanbulun 5-10 santim kara nasıl teslim olduğu bol resimli-görüntülü haberlere konu olurken, adam boyu kar ve eksi 20lere varan soğuk altındaki Erzurum ve diğer doğu-güney doğu illeri ile kasaba ve köylerinin halinden pek bahseden yok. Eğer Türkiyenin Avrupası Trakyada bir tren dolusu yolcu 30 saat boyunca yolda kalabiliyor ve hiçbir yardım yapılmıyorsa, doğunun halini tahmin etmek zor olmasa gerek. İlginin zayıflığının nedeni ise, Kürtlerin sadece ulusal varlığının değil, biyolojik varlığının dahi yok sayılması olmalı. Biz gene de haberlerin merkezinde yer alan batı ve güneyin Türk yerleşim bölgelerinde yaşanan felaketlerin sebep ve sonuçlarıyla devam edelim. Buralarda yaşananlar Türk devleti ve düzeninin özünü deşifre etmeye daha uygun. Kimi basın organları yaşanan felaketlerin sorumluluğunu neredeyse tümüyle belediyelere yıkma eğiliminde. Haber başlıklarını buna göre seçiyor, öne çıkaracakları konuları buna göre belirliyorlar. Kuşkusuz kent merkezlerindeki su baskınları gibi olaylarda alt yapı yetersizliğinin belirleyici bir yeri vardır. Ancak yerleşim yerlerindeki su baskınları yaşanan felaketlerin çok az bir kısmını oluşturuyor. Bu, belediyelerin sorumluluğunu azaltmıyor ama felaketin asıl büyük kısmından kimin sorumlu olduğunun açığa çıkarılması gerekliliğini gündeme getiriyor. Bir ülkedeki her iyi/olumlu gelişmeden olduğu gibi, her kötü/olumsuz gelişmeden de, o ülkenin egemen sınıfı ve elinde bulundurduğu devlet gücü sorumludur. Zaten Türkiyedeki örgütlenme tarzıyla belediyeleri de devlet kuruluşu statüsünde değerlendirmek yanlış olmaz. Dolayısıyla, ister belediyelerin görev ve sorumluluk alanında gelişsin, isterse doğrudan devletin, felaketlerin toplam sorumluluğu devlete aittir. Deprem felaketleri vesilesiyle çok şey yazıldı söylendi. Deprem doğal bir olay olmakla birlikte felaket toplumsaldır, siyasaldır. Bu belirleme tüm doğa olayları için olduğu gibi, bugün yaşamakta olduğumuz kış koşulları için de aynen geçerlidir. Yağmur ve karın felaketlere yol açmasının nedeni, öncelikle gereken önlemlerin alınmaması, ikinci olarak da yaşandığı ana ilişkin yardım-kurtarma niyet ve davranışının gösterilmemesidir. Devletin yaptığı da tam olarak budur. Türk devletinin yapılanması, giderek, toplum hizmetlerinden tümüyle uzaklaşma/soyunma yönündedir. Buna devletin küçültülmesi diyorlar ve propagandada ağırlığı KİT kamburundan kurtulmaya veriyorlar. Ancak asıl gerçekleştirilmeye çalışılan ve toplumsal yaşamı daha derinden etkileyen, kamu hizmetlerinin tasfiyesidir. Gerek depremlerde, gerek yağmur/karda yaşanan felaketlerin büyüklüğü de işin bu yanıyla ilgili. Bu tür olaylara müdahaleyle görevli devlet kuruluşları henüz tümüyle tasfiye edilmediği halde bunlar yaşanmaktadır. Bu kurumlar ve imkanları harekete geçirilmemekte, zorluklarla karşılaşan insanlar, kitleler halinde kaderine terkedilmektedir. Depremlerde onbinlerce yurttaş enkazların altında can çekişirken, kar yolları keserken, sel köyleri kentleri süpürüp götürürken, devletin iş makineler, ekipmanları vb. bir kenarda yatırılmaya devam edilmektedir. Doğal olaylarda ve toplumsal ihtiyaçlar söz konusu olduğunda böyle davranan devlet, diğer yandan, toplumsal sorunlar karşısında son derece eli açık ve hızlı davranabilmektedir. Kardan kapanan yolları açmak için harekete geçirilemeyen iş makineleri, cezaevlerini yerle-bir etmek, devrimci tutsakların kollarını koparmak, başlarını ezmek için kullanılabilmektedir. Demek ki sorun devletin imkanlarının sınırlarında değil, hangi ihtiyaçlara yöneltildiğindedir. Açık olansa, toplumun ihtiyaçlarına yöneltilmediği, yöneltilmek istenmediğidir. İsteksizlik, hükümet, başbakan, ilgili bakanlıklar vb. sınırlarında bir bireysel-siyasal bir tutum değil, daha köklü bir devlet ve düzen politikasıdır. Hatta, özelleştirme, devletin küçültülmesi politikalarının İMF tarafından dayatıldığı hesaba katılırsa, sermayenin uluslararası bir yönelimi-uygulamasıdır demek daha doğru olacaktır. İMF ile yapılan son stand-by anlaşması gereği, Köy İşleri ve Karayollarını tasfiye kararının, kışla yaşanan felaketler üzerinden yeniden bir değerlendirmesi, Türkiyedeki sermaye düzeninin kendini nasıl da toplumun ve toplumsal ihtiyaçların karşısında/aleyhinde konumlandırdığını gösterir. Aynı zamanda da, sosyalizmin yeniden toplumun tek seçeneği haline geldiğini. |
|||||