- Kızıl Bayrak'tan...
- Dönemin görev ve sorumlulukları
- 30. yılında 15-16 Haziran, yol gösteriyor!
- KESK seçimleri 2000
- Öncü kamu emekçilerinin devrimci programı
- Onurlu kamu emekçisi hesap soruyor
- SASA grevinde kim kazandı?
- SASA grevinin ardından...
- En büyük asalaklardan Sabancı
- Murat Dil ölüme terkediliyor
- Sözün bittiği yerdeyiz!
- Saldırıyı karşı saldırıyla püskürteceğiz!
- Türkiye’de asgari ücret uygulaması...
- DEÜ’de hücre karşıtı platform
- Güney Kore: 70 bin işçi
- Clinton’ın son Avrupa gezisi
- Almanya: Kamu emekçileri greve
- Bir "iç savaş" güncesi
- Komünist militanlardan
- Senin ardından hep seninle!..
- Mücedele Postası...



 
 
KESK seçimleri 2000

Öncü kamu emekçileri devrimci bir mücadele programında birleşmelidir!


Sendikalarımızda seçimler başladı. Önümüzdeki iki yıl için sendikalarımızın yönetim organlarını ve yönetim anlayışını belirleyeceğiz. Seçimlerde geçtiğimiz dönemi değerlendirecek, önümüzdeki döneme dönük dersler çıkartacağız. İzlememiz gereken mücadele yöntemlerini ve öne çıkaracağımız mücadele hedeflerini belirleyeceğiz. Bu hedeflere ulaşmak için örgütlülüğümüzü gözden geçirecek, zayıf ve güçlü yanlarımızı belirleyecek, zayıf yanlarımızın üzerine kararlılıkla gidecek, güçlü yanlarımızı da aynı kararlılıkla koruyacağız. Bunları yapabilirsek geniş kamu emekçileri kitlesinin çıkarları adına anlamlı platformlar olacak seçimler. Aksi durumda sendikalarımıza hakim bürokratik-yasalcı anlayışların çizdiği çerçeveye hapsolacak ve sen-ben aritmetiğine, delege pazarlıklarına dayalı seçimler geçireceğiz.

Seçimler kamu emekçilerinin geniş kesimlerinin ekonomik-demokratik taleplerinin özgürce ortaya konduğu, bu talepleri karşılamak için mücadele programlarının üretildiği/yöntemlerinin belirlendiği, örgütlülüğümüzün gözden geçirildiği platformlar olmalıdır. Bizi bir adım ileri götürmek bir yana gerilettiği görülmüş olan anlayış ve programların, seçimleri bir yönetim aritmetiği ve pazarlığına indirgeme çabalarına engel olmak zorundayız.

10 yıl gibi kısa bir zamanda büyük eylem ve direnişlere imza atarak anlamlı bir mücadele geleneği oluşturan kamu emekçileri olarak, seçim süreçlerimizi mücadelenin dönemeçlerine çevirmek zorundayız. Sermaye sınıfının tüm emekçilere dönük azgın bir ekonomik-siyasal saldırı yürüttüğü bugünün koşullarında, mevcut yönetimlerin bürokratik-yasalcı-reformist anlayışlarının mücadele gereksinimlerimize yanıt veremediği ortada. Sendikalarımızda dün filizlenen bürokrasi bugün “kurumsallaşmak” kisvesi altında işyerlerimize kadar dal-budak saldı. Tabanın söz ve karar hakkından sözedenler, bunun için hiçbir yeni mekanizma üretemedikleri gibi eski mekanizmalar da işletilmiyor artık. Sendika yönetimleri fiili-meşru-militan mücadeleden hiç söz etmiyorlar artık. Eylem dendiğinde akıllara geniş kamu emekçileri kitlesini aynı talepler etrafında mücadeleye sevkedecek pratik adımlar değil, devletin çizdiği yasal-fiili sınırlara hapsolmuş medyatik gösteriler anlaşılıyor. En büyük gücümüz, yani hizmet üretmeden gelen gücümüz unutulalı çok oldu. Sermaye sınıfı ve sermaye devleti azgınlaştıkça sendikalarımız da ehlileşiyor. Sendikalarımız artık bu sömürü ve baskı düzenini sorgulamıyor. “Üreten biziz yöneten de biz olacağız” perspektifiyle değil “aman siyaset yapmayalım” ürkekliğiyle çıkıyor kamu emekçilerinin önüne. Sonuçta hergün kamu emekçilerinin hakları gaspediliyor, baskılar artıyor, yoksullaşıyoruz ama günü kurtarmaya dönük cılız karşı çıkışlar dışında bir şey üretemiyoruz. Biz sendikalarımızı bunun için mi kurduk? Her geçen gün yoksullaşacaksak, üzerimizdeki adli-idari baskılar her geçen gün artacaksa, sürekli mevcut haklarımız gaspedilecekse ve biz bu süreci durdurup tersine çeviremeyeceksek örgütlenmenin, sendikal faaliyet yürütmenin anlamı ne? Bizim gereksinmemiz, ortak talepler etrafında şekillenmiş, tabanın söz ve karar hakkı temelinde yürüyecek, fiili-meşru-militan tarzda hayata geçireceğimiz bir mücadele programıdır.

Böylesi bir programı, ancak bağımsız bir sınıf tavrı ve perspektifi ile oluşturabiliriz. Siyasal-sendikal ufku mevcut düzenin yasal-fiili sınırlarını aşamayanların böylesi bir program ve mücadele üretemeyeceği son dört yılın deneyimiyle somut olarak ortaya çıkmıştır.

Şu anda sendikalarımızı yöneten anlayışlar sürekli aynı şeyleri tekrarlayıp duruyorlar: “Eğer ekonomik-özlük haklarımız için mücadele ederken siyasal-demokratik talepler ileri sürersek, hele de ‘sermaye değil üretenler yönetsin’ sloganının çağdaş karşılığı olan devrimden ve sosyalizmden sözedersek, geniş kamu emekçileri kitlesini ürkütür, kendimizden uzaklaştırır” mışız(!..) Eğer haklı eylemlerimizi engellemeye çalışan, bizi döven-söven polislere karşı direnirsek “kamu emekçisi arkadaşlarımızı korkutur” muşuz(!..)

Arkadaşlar, gerçekten de durum böyle mi? Yoksa yöneticilerimiz kafalarındaki sınırlılıkları bize nesnel gerçeklermiş gibi mi yansıtıyorlar?

Kuşkusuz kamu emekçileri olarak düzenin çok yönlü ideolojik-politik bombardımanı altındayız. Sermaye düzeni tüm araçlarıyla, idari mekanizmalarıyla, ideologlarıyla ve medyasıyla bizleri, tüm toplumu bombardıman ediyor. Ne diyor? Bu düzen olabilecek en demokratik, en adil, en gerçekçi düzendir. Kimi eksiklikleri vardır ama zamanla düzelecektir. Herkes hakları ve talepleri için mücadele edebilir, ama yasal zeminlerde kalmak kaydıyla.

Eğer biz bu sözlere, bu propagandalara inanmış olsaydık ‘80’lerin sonunda sendikalarımızı kurabilir miydik? Kuramazdık! 20 Aralıkları, 11 Aralıkları yaratabilir miydik? Yaratamazdık! 16-17 Haziran’da, 4 Mart’ta Kızılay’ı işgal edebilir miydik? Hayır! Pekala yaptığımız bu işleri bu düzeni çok beğendiğimiz, yasalarını meşru saydığımız için mi başardık, yoksa tam tersi mi?

Sendikalarımızı kurduğumuzda, kamu çalışanlarının bırakalım sendika kurması, herhangi bir derneğe üye olması dahi amirlerinin iznine bağlıydı. Yasal durum buydu. Ama bizler “hak verilmez alınır” şiarıyla davrandık ve başardık. Grev yapamazsınız dediler, yaptık. Grev yasası mı vardı?

Hak verilmez alınır!..” İşte kamu mücadelemizin temel sloganı (şimdilerde unutuldu ve unutturulmaya çalışılıyor) budur. Bu sloganı çözümlersek sendikal mücadele ile demokrasi mücadelesi, devrim ve sosyalizm mücadelesi arasındaki kopmaz bağı da açıklamış oluruz.

Hak verilmez alınır!..” Kimin için bu böyledir? En genel anlamıyla tüm emekçiler, ezilenler için. Çünkü sömürenlerin, ezenlerin hak talebinde bulunmalarına zaten gerek yoktur. Hak talep eden emekçiler bunu kimden talep etmektedirler ve bu haklar niçin verilmemektedir? İşte bu sorunun yanıtını verdiğimizde bizlere söylenen “aman siyaset yapmayalım” uyarısının anlamını da deşifre etmiş oluruz.

Soruyu tekrarlayalım “kamu emekçileri” (ve bütün emekçiler) haklarını kimden talep etmektedirler? Bu haklar niçin verilmemektedir? Niçin ancak bizim çabamız ve mücadelemizle alınmak zorundadır? Bu soruların yanıtını bilimsel olarak verdiğimizde içinde yaşadığımız modern toplumun sermaye sınıfı (burjuvazi) ve emekçiler (işçi sınıfı) olarak iki temel sınıfa bölünmüş olduğunu, bu iki sınıfın çıkarlarının uzlaşmaz bir karşıtlık içinde bulunduğunu, kazandığımız her hakkın sermaye sınıfının çıkarlarına dokunduğunu, bizim işverenimiz olan devletin temel görevinin de sermaye sınıfının çıkarlarını korumak olduğunu görürüz. Aslında yürüttüğümüz mücadele sınıflar mücadelesinden başka bir şey değildir. Sermaye sınıfının varlığı biz emekçilerin sömürüsüne dayalıdır. Bu sömürü düzeni devam ettikçe emekçilerin baskılanması gerekecektir. Çünkü düzenin devamı sömürüye dayalı olduğuna göre sömürünün sür-git devamı için sömürülenlerin de sür-git baskılanması gerekmektedir. Bizlerin kazandığı bir hak sömürünün bir parça da olsa sınırlanması-geriletilmesi demektir. Öyleyse aynı zamanda üzerimizdeki baskının da geriletilmesi anlamına gelmektedir. Çünkü bu baskıyı geriletmeden hak kazanmak olanaksızdır. İşte hak almak budur. “Hak verilmez alınır” sloganının anlamı budur.

Öyleyse, ekonomik taleplerimizle demokratik/siyasal taleplerimiz arasında kopmaz bir bağ, bir bütünlük vardır. En küçük hak için dahi yola çıkmak demek, daha fazla demokrasi istemek demektir ve bunun anlamı da siyaset yapmaktır. “Aman siyaset yapmayalım” diyenler ne yazık ki aslında mücadeleden kaçmayı teorize etmiş olmaktadırlar. İşte bütün bu ekonomik/demokratik/siyasal mücadelenin tutarlı olmasının biricik koşulu da, bizi hak aramak zorunda bırakan bu sömürü düzeninin temellerine yönelebilmesi, sömürünün temellerini sorgulayabilmesiyle mümkündür.

Bu sorgulamanın bilimsel adı sosyalizmdir. Sorgulamanın toplumsal bir eyleme dönüşerek sömürü ve baskı düzenine son vermesinin temel adımı da devrimdir. Dolayısıyla kamu emekçileri olarak yürüttüğümüz mücadelenin tutarlı, ilkeli ve bilimsel bir temelde yürümesi, nihai olarak mücadelemizi devrim ve sosyalizm hedefine bağlamamızla olanaklıdır.

Bu bağlanmanın olabilmesi bugünden yarına bir günlük iş değildir kuşkusuz. En iyi öğretmen, en küçük haklarımızdan demokratik/siyasal taleplerimize uzanan tutarlı bir çizgide vereceğimiz mücadelenin bizzat kendisidir. Bu mücadelede devrim ve sosyalizm perspektifini kaybetmek demek, mücadelemizin rotasını, tutarlılığını ve kararlılığını da kaybetmek demektir.

Burada sözkonusu olan kamu emekçilerinin tamamının sosyalist ya da devrimci olması değildir. Sözkonusu olan yürüttüğümüz mücadelenin her adımının sosyalizmin bilimsel imbiğinden süzülerek planlanması, mücadele adımlarımızın düzenin temellerini deşifre etmesi, salt öncü kamu emekçilerin gözünde değil tüm kamu emekçileri nezdinde düzenin teşhirini sağlayabilmesidir. Örneğin, 4 Mart eylemi “Sahte sendika yasasını” durdurmaya yönelik bir eylemdi ama Kızılay’daki yaklaşık 3000 kamu emekçisi bu eylemle aynı zamanda düzeni, düzenin polisini, baskısını tüm topluma teşhir edebilmiştir- işte bize gereken tarz budur.

(Bu metin Kamu Emekçileri Bülteni’nin
Haziran ‘00 tarihli sayısının kapak yazısıdır.)



ARSIV ANA SAYFA