16 Mart 2018
Sayı: KB 2018/11

Savaşa ve işgale karşı işçilerin birliği, halkların kardeşliği!
Kadına ve çocuğa yönelik istismara karşı mücadele
Dünden bugüne tek tip kıyafet
Sermaye devletinin “çılgın” yıkım projeleri
Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi mutlaka engellenmeli!
Berkin Elvan katledilişinin 4. yıl dönümünde anıldı
MİB MYK Mart Ayı Toplantısı Sonuçları
Metalde kıyımlar başladı!
Sağlık çalışanları tükeniyor, intihar ediyor, şiddete uğruyor
Ortadoğu, Türkiye ve Kürt sorunu - I - H. Fırat
Alman ve Türk sermaye devletleri arasındaki kirli pazarlıklar üzerine
Almanya’da büyüyen yoksulluk ve yabancı düşmanlığı
İnsan ve kadın olmanın ağır yükünü omuzlayan Olga Lyubatoviç
Karanlığa inat, 8 Mart’a kadınların öfke ve tepkisi damgasını vurdu!
Kızıl fularlı kadınlar yürüyor
Sermayenin gözünden mesleki eğitim
İstanbul direnişi yol ayrımında…
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

İstanbul direnişi yol ayrımında…

Gelişmeler ve tartışmalar üzerine bir değerlendirme

 

İhraç saldırısına karşı bir yılı aşkın bir zamandır gerçekleştirilen İstanbul direnişinde bugün bir yol ayrımına gelinmiş bulunulmaktadır. Geçtiğimiz yılın son çeyreğine doğru direnişin bir güne indirilmesi eğilimi üzerinden bir tartışma dönemi yaşanmış ve Ocak ayına kadar direnişin mevcut biçimiyle sürdürülmesi kararlaştırılmıştı. Bu tartışma bugün gecikmeli de olsa bir kez daha alevlendi.

Direnişte kritik bir eşiğe gelinmiş olması, Kamu Çalışanları Birliği (KÇB) olarak tartışmalara ilişkin değerlendirmelerimizi ve tutumumuzu kamuoyu ile paylaşmayı zorunlu hale getirmiştir. Yaşanan tartışmalara ve bu tartışmalar karşısındaki tutumumuza geçmeden önce, söz konusu tartışmaların hangi zeminde doğup geliştiğini ortaya koymak açısından, tekrara düşmek pahasına, İstanbul direnişinin gelişimi, özgün yanları ve sorunlarına ilişkin kısa bir değerlendirme ile başlamayı yararlı görüyoruz.

KESK direnişin neresinde?

İstanbul’da direniş 2017 Şubat’ında başladı. Direniş başlamadan önceki aylarda yüzlerce KESK üyesinin de içinde olduğu kitlesel kıyımlar yaşanmıştı. KESK ve bağlı sendikalar bu kıyımlar karşısında protesto niteliğinde birkaç eylem dışında, kesintisiz bir direnişi örgütleme yönünde bir tutum geliştirmemişler, süreci, ekonomik yardım, diplomasi ve hukuki başvurularla geçiştirmeye yönelmişlerdi.

Bu sürece dair kamuoyu ile paylaştığımız bir dizi değerlendirmemiz olduğu için burada tekrar ayrıntıya girmeye gerek duymuyoruz. Fakat şu kadarını belirtmek gerekir ki, KESK ve bağlı sendikaların kesintisiz bir direniş hattı örmekten uzak durması, “hata” veya “öngörüsüzlük”ten değil, siyasal-sendikal bir tercihten ileri geliyordu. Uzun bir dönemdir fiili ve meşru mücadeleden alabildiğine uzaklaşmış bulunan KESK’in ve bağlı sendikaların tutumunun gerisinde, sınıf mücadelesine duydukları inançsızlık bulunuyordu. Uzunca bir dönem bürokratik ilişkilere, hak elde etmekten uzak protestocu alışkanlıklara dayalı olarak ve nispeten kolay sendikacılık yapanlardan, başı dönmüş bir faşist baskı altında gelişen tarihsel bir saldırı karşısında bedel ödemeyi göze alan bir tutum sergilemeleri beklenemezdi. Direniş hattında yol almak ödenecek bedeli de büyütebilirdi üstelik!

Darbe girişimini takip eden ilk dönemlerde ortalığı kaplayan “milli birlik, beraberlik” ve “demokrasi” söylemlerinin reformist solu da etkisi altına almış olduğunu, dolayısıyla sürece dair tutumların gelişmesinde dönemin siyasal atmosferinin de önemli bir yer tuttuğunu belirtelim. HDP’nin diğer partilerle birlikte TBMM’de AKP ile ortak bildiriye imza atması, reformist sol kesimlerin CHP’nin Taksim mitinginin arkasında sıralanması, KESK ve bağlı sendikaların tutumlarına da etki ediyordu. Dahası yaşanan pratik süreçler KESK ve bağlı sendikaların bürokratlarında, ihraç saldırısının KESK’i teğet geçeceği yönünde bir beklentinin varlığına da işaret ediyordu. KESK ve bağlı sendikalara hâkim reformist anlayışların sınıfsal konumları ile bizzat bu konumlarından ileri gelen siyasal yaklaşımları birleşince, kamu emekçileri bu tarihsel saldırı karşısında savunmasız bırakıldı.

Direnme-mek-te” karar kılınmıştı ve dolayısıyla da, KESK’in çizgisinin sınırları dışına çıkanlar sendika bürokratlarının hedefi haline geliyordu. Yüksel’de başlayan ve sonrasında çeşitli yerellerde gelişen direnişler sendika bürokratları tarafından ‘örgüt disiplinine aykırılık’la suçlanıyordu. İstanbul direnişi KESK ve bağlı sendikaların bürokratları ile hâkim reformist sendikal anlayışların mücadele kaçkınlığını tercih ettikleri bu atmosfer altında başladı. Direnme kararlılığı gösteren emekçilerin iradesiyle başlayan ve KESK çatısı altında yürütülen direniş, tüm bir yıllık dönemi boyunca KESK ve bağlı sendikaların merkezlerinden anlamlı bir destek bulamadı. Böylece “örgüt disiplini” söyleminin, mücadele kaçkınlığının üzerini örtmeye yarayan bir kılıf olarak kullanıldığı da gözler önüne serildi. Tüm bir yıl boyunca direnişi emekçilere tanıtmak için tek bir bildiri, tek bir çağrı yayınlamayan KESK ve bağlı sendikaların bürokratları, direnişe destek adına da hiçbir somut tutum geliştirmediler. İstanbul direnişi KESK ve bağlı sendikalarca başından itibaren yok sayıldı. Örneğin TEKEL direnişine onlarca bildiri, onlarca dayanışma eylemi örgütleyen bir sendikanın, kendi üyelerinin direnişine tek bir bildiri ile dahi destek vermemesi ancak direnişten duyulan rahatsızlıkla açıklanabilir. “Direnme-me-yi” bir tercih haline getirenlerin, direnişler karşısında rahatsızlık duymaları kaçınılmazdır. Çünkü İstanbul direnişi onların kendi gerçekliklerini yüzlerine vurmuştur. İşte bu nedenledir ki, KESK bürokratları İstanbul’da yapılan OHAL karşıtı mitingde direnişçilere absürt gerekçelerle söz hakkı vermemişlerdir.

İstanbul direnişi karşısında reformist sendikal gruplar da sus pus kesilmişlerdir. KESK’in çizgisinin belirlenmesinde de başrolü oynayan bu grupların (Demokratik Emek Platformu-DEMEP, Devrimci Sendikal Dayanışma-DSD, Emek Hareketi-EH ve Sendikal Birlik-SB), ihraç saldırısına karşı somut bir mücadele çağrısı içeren tek bir resmi açıklamaları olmadığı gibi, İstanbul direnişine ve ihraç saldırısına karşı yürütülen çeşitli mücadelelere dair tutumlarını ortaya koyan tek satır açıklamaları da bulunmamaktadır. Kısacası İstanbul direnişi karşısında KESK’e hâkim reformist sendikal gruplar ortak bir tutumda buluşmuşlardır. Kimilerinin direnişte kendi unsurlarının ve kimi şubelerde de, sınırlı da olsa direnişi destekleme çabası gösteren insanlarının bulunması da bu durumu değiştirmemiştir. Geçerken belirtelim ki, İstanbul direnişini -yereldeki tutumundan bağımsız olarak- merkezi bir tutum olarak yok sayan bir başka sendikal grup ise başka direnişlerde önemli bir yer tutan Kamu Emekçileri Cephesi-KEC olmuştur. Bu tutumun KEC’in KESK karşısındaki merkezi tutumundan ve direnişin de KESK çatısı altında sürdürülmesinden ileri geldiği biliniyor. Fakat İstanbul direnişini görmezden gelen aynı KEC, “KESK’in mücadele programı açıklaması” talebi ile KESK binasında oturma eylemi yapmak gibi çelişkili bir durumun da sürdürücüsü olabilmektedir.

İstanbul direnişi karşısında KESK İstanbul Şubeler Platformu’nun (İŞP) tutumu da ayırt edici olmamıştır. Her ne kadar sınırlı sayıda şube yöneticisi direnişi destekleyen tutumlar geliştirmiş olsa da, İŞP bütünlüğünde direnişi sahiplenmeye dönük bir tutum gelişmemiştir. İŞP’nin direnişle ilişkisi ise dönem yürütmelerinde yer alan az sayıda yönetici üzerinden şekillenmiştir. Kısacası direniş bizzat direnişte yer alan ve destek veren emekçilerin ısrarı ile bugünlere getirilmiştir. İŞP adına atılan bazı adımların tamamına yakını da direnişçilerin iradi tutumları sayesinde atılabilmiştir.

Bugünün tartışmaları, dünün izleri

İstanbul’da gerçekleşen OHAL mitinginde kendilerine söz verilmemesi, direnişçilerde öfke ve tepkiye yol açmış ve bu tepki üzerinden çeşitli tartışmalar yürütülmüştü. İlk günlerde direnişçiler “İŞP pankartının kaldırılması ve direnişin ‘KESK’li Emekçiler’ imzası ile sürdürülmesi, bir deklarasyon yayınlanması” gibi kararlar almışlar, bu kararları tartışmak üzere destek veren emekçiler ve kurumlar ile bir toplantı yapmışlardı. Bu toplantıda KÇB olarak, “bir yıllık dönemi boyunca direnişin iç bütünlük konusunda aşılmayan sorunları bulunduğunu ve esas olanın bu iç bütünlüğü sağlamak olduğunu, biçimsel olarak pankart kaldırmak üzerinden bir tartışmanın doğru olmadığını, ortak tutum geliştirmek anlamında deklarasyon yayınlamanın, OHAL komisyonu eylemi, Kurultay ve dayanışma etkinliği yönündeki kararların hayata geçirilmesinin önemli olduğunu” vurgulamıştık. Nihayetinde sonraki birkaç haftalık kısa bir dönem görünürdeki ‘tutum birliğinin’ ne kadar da kırılgan olduğunu gözler önüne serdi. Bir basın toplantısı ile kamuoyu ile paylaşılan deklarasyonun ardından OHAL İnceleme Komisyonu önünde eylem yapmak üzere Ankara’ya gidildi. Burada kararlı bir tutum sergileyen ve gözaltına alınan emekçiler, serbest bırakılmalarının ardından bir basın toplantısı gerçekleştirdiler. Devamında ise -yeterli bir taban çalışması yapılmadan- bir Kurultay çağrısı yapıldı. Ne var ki, Kurultay çağrı metni taslağı üzerinden başlayan tartışmalar gelinen noktada fiilen direnişin bitirilip bitirilmemesi eksenine kaymış bulunmaktadır.

İstanbul direnişinin en özgün yanlarından biri; birbirinden farklı aidiyetlere veya siyasal düşüncelere sahip emekçilerin omuzları üzerinde yükselmiş olmasıydı. Bu bir yanıyla direnişe güç katan bir durum iken, bir başka yanı ile de bir dizi sorunun kaynağı olan bir durumdu. Bu, her şeyden önce kolektif iş yapmayı zorlaştıran bir unsurdu. Bunun aşılması ancak bilinçli bir çaba ve birbirinin hassasiyetlerini gözeten bir tutum ile mümkün olabilirdi. Bunun için de karar süreçlerini kolektifleştirmeye özen gösteren, düzenli toplantılar ve görev bölüşümlerine dayanan bir iç yapılanma gerekliydi. Hepsinden önemlisi ise direnişin, ileri kamuoyuna dönük çeşitli yönelimlerin yanı sıra ve ondan da önemli olarak kamu emekçileri tabanına yönelmesi, kamu emekçilerine ya da hiç değilse KESK üyesi emekçilere dönük sendikal çalışmanın gündelik bir parçası haline gelmesi hayati bir önem taşıyordu. İç sorunlara ve ilişkilere kilitlenip kalmanın aşılması ancak böyle bir yönelim ve bu yönelim üzerinden şekillenecek bir üretkenlik ile mümkün olabilirdi.

Zaman zaman kolektif işler üretilebilse de, bu durum hep geçici oldu. Daha ilk günlerinden itibaren yaşanan olumsuzluklar zaman zaman aşılmış görünse de her defasında yeniden ortaya çıktı. “Grupçuluk”, “KESK sözcülüğüne soyunma”, “ben yaptım oldu tutumu”, “direnişin sözcüsü gibi davranma” gibi tutumlar her defasında baş gösterdi.

Direnişin iç sorunlarını aşamamasında birçok besleyici faktör bulunuyordu. Her şeyden önce İstanbul direnişi KESK bütünselliğinde bir sahiplenmeye konu olmamıştı. İstanbul Şubeler Platformu (İŞP) bünyesinde yer alan şubelerin hiç değilse yönetimleri düzeyinde de olsa

-sınırlı sayıdaki yönetici ve kadronun çabası dışında- direnişle bütünleşen bir tutum bulunmuyordu. Dahası KESK ve bağlı sendikaların merkezleri ile sendika şubelerine hâkim reformist gruplar, direniş üzerinden bir sorumluluk almaktan özenle kaçınıyorlardı. Direnişte ise mevzi tutmaya indirgenen, kamu emekçileri tabanına yönelmeyen bir tutum söz konusuydu. Tüm bu saydıklarımız, farklı kültürel-siyasal yaşamlardan geliyor olmak ile birleşince, bütünlüklü ve kolektif bir yönelim geliştirmek ancak sınırlı durumlarda mümkün olabildi. Kısacası bugünün tüm tartışmaları, dünün aşılamayan sorunlarının yarattığı zemin üzerinden yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor.

Şimdi tüm bu söylediklerimizden sonra bugünün tartışma başlıklarına, bu tartışmaları yürütenlerin gerekçelerine ve bizim bu tartışmalara ilişkin tutumumuza geçebiliriz.

Direnişi güçlendirmek mi, bitirmek mi?

Kısa bir zaman öncesine kadar; çeşitli eylem ve etkinlik kararları alan, OHAL mitinginde söz hakkı verilmemesi üzerine İŞP pankartını kaldırarak direnişi “KESK’li emekçiler” pankartı altında sürdürme yönünde tutumlar geliştiren -KÇB’li direnişçi arkadaşlarımızın da ilk günlerde eğilimi bu yönde olmuştur- bir direnişçi kitlesinin, kısa bir süre sonra alınan kararları hayata geçiremez duruma gelmesi nasıl açıklanabilir? Bu kararların-eğilimlerin tartışıldığı toplantıda KÇB olarak “iç bütünlük” sorununa çubuk bükmemizin boşuna olmadığı kısa sürede görülmüştür. Bugün farklı tutumları temsil eden kimi direnişçiler, direnişin bir güne indirilmesi -daha doğrusu bitirilmesi- çabası içerisindedirler.

Son olarak 3 Mart’ta direnişçilerle İŞP yürütmesinden sendika yöneticilerinin katıldığı bir toplantı gerçekleştirildi. Öncelikle direnişe devam etmek isteyen emekçiler karşısında İŞP adına toplantıya katılanların “iyi ama biz gelmeyince de eleştiriyorsunuz” gibi sözler kullanmalarının, İŞP’nin direniş karşısındaki tutumunu gözler önüne serdiğini belirtmek isteriz. Anlaşılıyor ki, direnişçilerin İŞP pankartını kaldırmamaları en çok da İŞP bileşenlerini üzmüştür. Öyle ya, pankart kaldırılmış olsaydı “alana gelmiyorsunuz” yönündeki eleştirilerden kurtulmuş, “alana gelmek” gibi küçücük sorumluluklarından da sıyrılmış olacaklardı (ki bu genellikle yerine getirilmeyen bir sorumluluktur.) Bunun gerçekleşmemesi onları, direnişçilerin bir bölümünde gelişen-geliştirilen “direnişi bir güne indirme” tutumuna yaslanmaya itmiştir. Kimi şubelerde gerçekleşen olumlu katkıları bir yana bırakırsak, İŞP bileşenlerinin direnişle bütünleşen bir tutumu en başından beri olmamıştır. Bugün yaşanan tartışmalarda bunun belirleyici bir rolü vardır ve direnişi sınırlandırmaya dönük gerekçeler üzerinden yürüteceğimiz değerlendirmelerde de bu gerçekliği açıkça görmek olanaklı olacaktır.

Direnişi bir günle sınırlandırmak -Cumartesi günü- özü ve pratik sonuçları bakımından direnişi bitirmek anlamına geliyor. Çünkü Cumartesi günü oturma eylemi kararı KESK’in kararıdır. Fakat İŞP bileşenlerinin ve şube yönetimlerinin dahi sahip çıkmadığı Cumartesi eylemleri, direnişçilerin ve direnişe destek veren emekçilerin sırtına kalmıştır. Malzeme taşımaktan tutun da basın açıklaması okumaya kadar her şey direnişçilerin sırtına itilmiştir. Cumartesi günü alana gelenler de kendilerini KESK’in çağrıcısı olduğu eyleme değil, direnişe destek vermeye geldiklerini düşündüler. Öyle ki, temsilen katılan İŞP yürütmesinde olan yöneticiler bile Cumartesi günü kendi örgütlemeleri gereken eyleme değil, direnişe gelmiş oluyorlardı! KESK tarafından alınan bir karar, hukuken İŞP tarafından kaldırılamayacağına göre -birçok ilde fiilen uygulamama tutumu geliştirilmiştir-, direnişçilerin ve İŞP’nin kararları ile sürdürülen diğer günlerdeki eylemleri kaldırmak direnişi bitirmek anlamına gelecektir. Kuşkusuz mücadele bir bütündür ve dolayısıyla da, ihraçlara karşı Cumartesi sürdürülen oturma eylemleri de bu mücadelenin bir parçasıdır. Fakat hafta içi alan eylemlerini ortadan kaldırmak, İstanbul’a özgü olanı, yani İstanbul direnişini bitirmek anlamına gelecektir. Bugün yaşatılan tartışmaların direnişi güçlendirme ekseninde yürütülmediğini belirterek, İstanbul direnişinin bitirilmesi yönündeki eğilimlerin temel gerekçelerini ele alabiliriz.

1- Ekonomik zorluklar ve çalışma ihtiyacı

KÇB olarak henüz ihraçlar yaşanmadığı bir dönemde, kitlesel ihraçların kapıda olduğu öngörüsü ile “kıyımlar karşısında direniş ve direnişle dayanışma” ekseninde bir tutum belirledik ve kamuoyu ile paylaştığımız bu tutumu bulunduğumuz tüm platformlarda dile getirdik. İstanbul direnişinin ilk günlerinden itibaren ise uzun soluklu bir direnişte maddi ihtiyaçların karşılanmasının önemli bir yerde durduğunu dile getirdik ve direnişle dayanışmanın örgütlenmesi yönünde müdahalelerde bulunduk. Ne var ki İŞP, direnişle dayanışma yönünde hiçbir tutum geliştirmediği gibi, direnişçiler içerisinden de “soframızdakini paylaşırız” türünden sloganik söylemler ile “para ile mi direniyoruz” gibi anlamsız tutumlarla karşılaştık. İŞP tarafından Bostancı Gösteri Merkezi’nde yapılan etkinliğin gelirlerinin direnişçilere ihtiyaçları doğrultusunda dağıtılması yönünde çeşitli tartışmalar yürüttük. İŞP yürütmesi etkinlik gelirlerinin KESK’e gönderilmesi yönünde bir tutum geliştirmişti. Etkinliğin yapıldığı günlerde “gelirlerin bir kısmı direnişçilere ayrılabilir” denilse de tartışmalar sonuçsuz kaldı. Bu dönemler Eğitim Sen’in ihraç edilen üyelerine 2 bin TL dayanışma ödediği dönemlerdi. Fakat diğer sendikalara üye olup yeterli dayanışma alamayan ve ekonomik zorluklarla yüz yüze kalan direnişçilerden bazıları kısa sürede iş bulmak ve çalışmak zorunda kalmışlardı. Eğitim Sen’in dayanışma tutarını 1.200 TL’ye düşürmesi ile maddi dayanışmanın önemi daha hissedilir hale geldi (bugün bu tutar 900 TL’ye düşürülmüştür.) Etkinlikten uzunca bir süre sonra yürütülen tartışmalar sonucunda etkinlik gelirlerinin bir bölümü direnişçilere dağıtıldı. Bu sınırlı dayanışma dışında -çeşitli yerel etkinliklerden yapılan sınırlı dayanışmaları saymazsak- İstanbul direnişine örgütlü bir maddi dayanışma gerçekleştirilmedi. Direnişçiler ya kendi imkanları ile ya da kendi çevrelerinin desteği ile maddi sorunlarını aşmaya çalıştılar.

Şunu belirtmek gerekir ki, maddi dayanışma yalnızca “ekonomik dayanışma” değildir. Örgütlü bir dayanışma çalışması, her şeyden önce emekçilerle yüz yüze gelmenin ve dolayısıyla da direnişin emekçilerle buluşturulmasının bir parçasıdır. Örneğin bir kalem çıkartılıp iş yerlerinde KESK üyelerine ulaştırılması, aynı zamanda direnişin sesinin de emekçilere taşınması anlamına gelir. Salon etkinlikleri gibi etkinlikler de aynı çabayı gerektirir. İŞP, tüm bir direniş dönemi boyunca örgütlü bir dayanışma çalışmasını örgütlemekten özenle kaçınmıştır. Direnişçilerin bu konuda bütünlüklü bir tutum geliştirememesi de bunu kolaylaştıran bir rol oynamıştır. Zaman içerisinde direnişçilerin önemli bir bölümü maddi sorunlarını çözemez duruma gelmiş ve iş bulup çalışmak-iş aramak zorunda kalmışlardır. Bu da -tek nedeni olmamakla birlikte- her geçen gün direnişte yer alan emekçilerin sayısında azalmalara neden olmuştur.

Öyleyse “ekonomik zorluklar” üzerinden ortaya konulan gerekçeleri doğru yerden tartışmalıyız. “İş aramak” bireysel bir çözüm yoludur. Örgütlü çözüm ise dayanışmayı örgütlemektir. “Alana gelmek zorunda kalmak” gibi küçücük sorumluluklardan kaçınmaya çalışan İŞP’nin önünde her şeyden önce, hem direnişin emekçi tabanıyla buluşturulması hem de maddi zorlukların aşılması için “kalem çıkarma, etkinlik düzenleme” gibi sorumluluklar bulunmaktadır. Direnişçilerin de yapması gereken İŞP’den ve sendikalarından bunu talep etmek olmalıdır.

2- Direnişin doygunluğa ulaşması, yorgunluk vb. gerekçeler

Direnişin sınırlandırılmasını talep eden direnişçilerden bazıları direnişin doygunluğa ulaşmış olduğunu ifade etmektedir. Doygunluktan kasıt ise direniş alanlarından gelip geçen halka meramını anlatmış olmaktan ibarettir. Oysa, tuttuğu mevzilerle sınırlanmış olması, direnişin en temel sorunlarından biridir. Tam bir yıl boyunca ısrarla sürdürülen bir direnişin, kamu emekçileri tabanı ile -hiç değilse KESK üyeleri ile- buluşması için hiçbir çalışma yürütülmemiştir. Tek tek bazı şubeler tarafından sınırlı biçimde afiş, broşür, panel vb. yapılmış olsa da, İstanbul bütünlüğünde kamu emekçilerine yönelen örgütlü bir çalışma yürütülmemiş, İstanbul direnişi gündelik sendikal faaliyetin bir parçası haline getirilmemiştir. Kuşkusuz bunda en büyük sorumluluk bir kez daha sendika yönetimleri ve İŞP’nindir. Bu yönde atılmış önemli bir adım olan İstanbul merkezli bir yayın çalışması KESK tarafından özel sayı izni verilmemesi ve İŞP’nin bu yayının başka biçimlerde basılması yönünde bir çaba göstermemesi nedeniyle hayata geçirilememiştir. İŞP ve sendika yönetimleri, ısrarla ve haftalarca sürdürülen bir direnişin sesini-soluğunu iş yerlerine taşımak, bu çalışmalar üzerinden direnişle eylemli dayanışmayı örgütlemek gibi “büyük” sorumluluklardan hep kaçınmıştır. Fakat bu türden çalışmaların örgütlenmesi konusunda bizzat direnişçiler tarafından da bütünlüklü bir sahiplenme gösterilmemiş, bu konuda da İŞP’nin eli rahatlatılmıştır. Kendini tuttuğu alanla, çeşitli eylemselliklerle ve sosyal medya ile sınırlayan bir pratiğin ötesine geçilememiştir. Fakat direnişte olmayan akademisyenler tarafından ve onlar için KESK’in Sesi’nin özel sayısı çıkartılabilmiş, yine ihraç edilen akademisyenler tarafından bir şubede “KHK’lı” adı ile bülten çıkartılabilmiştir. Bu aynı şey günlerini direnişte geçiren emekçiler tarafından ne yazık ki yapılamamıştır.

Direnişin çeşitli eylemler örgütlenmesi ve mevzi tutmakla sınırlı bir yaklaşımla sürdürülmesi, daralmayı ve iç sorunların aşılamamasını, yorulmayı vb. beraberinde getirmiştir. Direnişin “bir güne indirilmesi” ise bu sorunların çözümü anlamına gelmemektedir.

3- Tek gün olsun, güçlü olsun yaklaşımı

Direnişin Cumartesi günü ile sınırlandırılmasına dönük söylemlerden bir diğeri ise “tek gün olsun, ama güçlü olsun” biçimindedir. Bu söylemin, bir niyet ifade etse de, hiçbir gerçekliği ve somut karşılığı bulunmamaktadır. Hafta içi eylemleri Cumartesi günü kitlesel eylemler örgütlemenin engeli değildir. İŞP’nin ve sendika şubelerinin Cumartesi günlerini örgütlemeye dönük hiçbir çalışması yoktur. İŞP yürütmesinden bile temsilen katılımlar olmaktadır. Elbette istenirse daha kitlesel Cumartesi eylemleri gerçekleştirilebilir. Fakat bu, hafta içi eylemlerini sonlandırmakla olanaklı olmayacaktır. Tersine hafta içi eylemlerini sonlandırmanın Cumartesi günü gerçekleştirilen oturma eylemlerinin de giderek yapılamaması sonucunu doğuracağından şüphe duymuyoruz.

Yukarıda direnişi bir güne düşürme eğilimindeki direnişçilerin ileri sürdükleri gerekçeleri belli yönleri ile ele aldık. Önerilerimize geçmeden önce bir konu üzerinde durmayı zorunlu görüyoruz. Elbette her emekçinin ekonomik zorluklar, yorgunluk veya başka gerekçelerle direnişe dair söz söyleme ve tutum geliştirme hakkı vardır. Fakat bilinmelidir ki, hiçbir direnişte, direnişi bırakan veya belli bölümlerine katılan bir kişinin ötekine de kendi tutumunu dayatma hakkı yoktur, olamaz. Eğer bir kişi bile direnişi sürdürebileceği yönünde irade beyanında bulunuyorsa, diğerlerine düşen, bu irade beyanına saygı göstermektir. Bir direnişçinin ekonomik zorluklar veya farklı nedenlerle direnişi sürdürememesi anlaşılır bir durumdur. Bugün bir güne düşürmeyi savunanların bir bölümü, bunu bir fikir olarak ileri sürmekle kalmamış, fiilen uygulamaya da koymuşlardır. Bunların bazıları kendi durdukları yerden hafta içi direnişlerini sürdürme iradesi gösteren emekçiler üzerinde basınç oluşturma çabasındadır. Kişi veya gruplar hafta içi sürdürülen eylemlerden çekilebilirler ve bunun tüm sorumluluğu kendilerine ait olur. Fakat başkalarını buna ortak etmeye kalkmak kimsenin hakkı değildir, olmamalıdır. Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen bir yıldan fazla bir zamandır direnişin yükünü birlikte omuzlayan emekçiler, tüm bu zaman boyunca sorumluluklarını yerine getirmekten kaçınan İŞP bileşenlerinin direniş karşısındaki “biçimsel ve küçücük” sorumluluklarından da sıyrılmaya dönük çabalarına ortak olmamalı ve direnişi hafta içi günlerinde de sürdürebilecekleri yönündeki irade beyanını ortaya koyan arkadaşlarının bu beyanlarına saygı göstermelidirler.

KÇB’nin tutumu ve önerilerimiz

Yukarıdaki değerlendirmelerden de anlaşılacağı gibi KÇB olarak direnişin bir güne düşürülmesi yönündeki tartışmaları doğru bulmuyoruz. Direnişin temel zayıflıklarına ilişkin değerlendirmelerimizi de dile getirmiş bulunuyoruz. Biz gücümüz ölçüsünde çabamızı direnişin temel zayıflıklarının ortadan kaldırılması ve kamu emekçileri ve toplumun ileri-duyarlı kesimleriyle buluşturulması yönünde sürdürüyoruz. Kuşkusuz bu, direnişte bir irade birliğinin sağlanması ve programlı bir çalışmanın örgütlenmesi ile mümkün olacaktır.

Her şeyden önce direnişin gün sayısı üzerinden yürütülen tartışmalara son verilmeli, iki üç aylık bir süreci kapsayan bir çalışma programı ortaya konulmalıdır. Bu programda temel olarak şunlar bulunmalıdır:

Eğer tek bir direnişçi arkadaşımız bile ekonomik zorluklar nedeniyle hafta içi eylemlerine katılamaz duruma gelmiş ise bu İŞP’nin ve sendika şubelerinin utancıdır. Ne zaman “direnişle dayanışma” denilse, konu çarpıtılarak “direnen-direnmeyen ayrımı” olarak kodlanmaktadır. Oysa söz konusu edilen “ekonomik yardım” veya bireylerin ihtiyaçlarının karşılanması değil, direnişin ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Bu ise uzun soluklu bir mücadele sürecinin olmazsa olmazıdır. Derhal direnişin ihtiyaçlarını karşılamayı önüne koyan örgütlü bir dayanışma kampanyası yürütülmeli, bu çalışma üzerinden kamu emekçileri ile direniş arasında örgütlü bir bağ geliştirilmelidir.

Direnişle eylemli dayanışmanın büyütülmesi için İŞP ve sendika şubeleri tarafından düzenli ziyaretler örgütlenmeli, direnişin sesini iş yerlerine taşımak için düzenli ve kesintisiz olarak bildiri, afiş, bülten vb. araçlarla yaygın bir iş yeri çalışması örgütlenmelidir. Demokratik kitle örgütleri, işçi sendikaları ve siyasi partiler, basın yayın kuruluşları ile düzenli bir ilişki geliştirilmelidir.

Direnişçilerin de katıldığı iş yeri gezileri planlanmalı, sendika şubelerinde çeşitli komisyonlar kurulmalı ve panel-söyleşi gibi etkinlikler örgütlenmeli ve İstanbul direnişi gündelik sendikal çalışmanın bir parçası haline getirilmelidir.

İhraç edilen emekçilerin, kamu emekçilerinin ve demokratik kitle örgütlerinin katılımı ile İstanbul yerelinde bir Kurultay örgütlenmelidir. Şubelerde Kurultay hazırlık toplantıları örgütlenmeli, bildiri-afiş gibi araçlarla kamu emekçileri Kurultay’a çağırılmalıdır.

Gelirleri direniş fonu olarak değerlendirilmek üzere İstanbul yerelinde bir salon etkinliği gerçekleştirilmelidir.

Yukarıda KÇB’nin sürece dair değerlendirme ve yaklaşımlarını dile getirmiş bulunuyoruz. Kimden gelirse gelsin, burada ortaya koyduğumuz yaklaşımlarla tezat oluşturan hiçbir tutum, karar ve gelişmenin bizim açımızdan bağlayıcı olmadığının bilinmesini isteriz. Dile getirdiğimiz önerilerin aynı zamanda tüm direnişçilere, ihraç edilen emekçilere, sendika yöneticileri ve kadrolarına bir çağrı olduğunun da bilinmesini isteriz.

Kamu Çalışanları Birliği

9 Mart 2018


 
§