13 Ocak 2017
Sayı: KB 2017/02

Dinci faşist iktidar çark etmeye devam ediyor
Türkiye’nin İncirlik’le imtihanı
Darbe fırsatçılığı sürüyor: OHAL 3 ay daha uzatıldı
Kamu Çalışanları Birliği: İhraçlara karşı direniş mevzilerine!
Kamu Çalışanları Birliği Programı üzerine-2
Kölelik ve sefalet dayatmasına karşı tek seçenek mücadele!
20 Ocak grevi kıvılcım olabilir
Kazanmak için sınıf dayanışması
Petro kimya işçilerinin mücadele tarihine giriş - 1
Günsan Elektrik direnişinin ardından…
Emperyalist güçler arası hegemonya mücadelesi
NATO’dan Doğu Avrupa ülkelerine askeri yığınak
Dünyada işçi eylemleri
Hollanda genel seçime hazırlanıyor
Hollanda’da esnek çalışma ve olmayan grev yasası
Kapitalizm, kriz ve kadınlar
Emperyalist savaşlar ve kadın
“Vardım, varım, varolacağım”
Devrimci kadın önder Rosa Luxemburg’u saygıyla anıyoruz
Nükleer enerji ne kadar güvenli? – I
Asgari ücret değil insanca yaşayacağımız ücret istiyoruz!
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Emperyalist güçler arası hegemonya mücadelesi

A. R. Esen

 

Sanayi devriminden günümüze dek, yeryüzündeki enerji kaynaklarına sahip olabilmek, bunun yarattığı olanaklarla egemenlik alanlarının tesisi uğruna kıyasıya bir rekabet ve bu rekabetten üstün çıkmak için birçok savaş yaşanmıştır. Dünya ölçeğinde egemen bir güç olmak ile enerji kaynakları arasındaki ilişki en temel sorun alanlarından biri olmuştur.

Geride bıraktığımız yüzyıl bir bakıma kömür çağından petrol çağına bir geçiş dönemi olarak da tanımlanabilir. Petrol ağırlıklı sanayi endüstrisinin 2050 yıllarına kadar süreceği öngörüsü, bu geçiş döneminin hâlâ da devam ettiğini göstermektedir. Söz konusu tarihsel süreç emperyalist güçler arasındaki kapışmanın, petrol rezervlerini ele geçirme ve kontrol etme boyutu olarak da anlaşılabilir. Dünyadaki ekonomik ve siyasal süreçler, doğal olarak daha çok petrol hammaddesi etrafında, önceleri İngiltere ve daha sonra -özellikle de ikinci paylaşım savaşının ardından- ABD’nin oluşturduğu politikalar çerçevesinde şekillenmiştir.

Enerji jeopolitiği ve hegemon güçler

Dünya enerji kaynaklarının dörtte üçünü barındıran Ortadoğu ve Avrasya, özellikle de petrol ve doğalgaz üretimi ile beraber ihracatının ya da bir başka deyimle güzergahının kontrolü konusunda emperyalist güçler arasında devasa bir rekabet ve hegemonik bir kapışma alanı olmuştur. Enerji jeopolitiği sadece enerjinin bulunduğu kaynak coğrafyaları değil, onları çevreleyen alanları ve enerji kaynaklarına erişimi sağlayan güvenliği de kapsamaktadır. Ayrıca kapitalist dünya sisteminin varlığı ve devamlılığı için olmazsa olmazdır.

Klasik Rus doktrini bu coğrafyayı şöyle tanımlar: “Avrasya’ya hakim olan dünyaya hakim olur.” Nihayetinde emperyalist güçlerin bu alana dönük bütün hamlelerinin gerisinde de bu kaynaklara ulaşım ve onun kontrolünü bir şekliyle ele geçirme kaygısı vardır. Bu rekabetin günümüz dünyasında şimdilik başlıca dört tarafı ve bu tarafların da birbirlerine bağlı bir dizi girift ilişkileri ve bağımlılıkları söz konusudur. Hiç şüphesiz tarafların en güçlü olanı, yaşadığı bir takım sorunlara rağmen hâlâ da ABD’dir. Onunla çok rekabet halinde görünmemeye çalışarak inisiyatif geliştirmeye çalışan AB, Rusya ve Çin bu dörtlünün diğer bileşenleridir. Ayrıca her biri bölgesel çapta bir gücü elinde bulunduran ve farklı çıkarları temsil eden Hindistan, Japonya, İran vb. ülkeler de tablonun aktörleridir.

ABD, geride bıraktığımız yüzyılın son çeyreğinde, Sovyetler’in de dağılması sayesinde dünyanın biricik efendisi ve süper gücü olmanın olanaklarına kavuştu. Ne var ki bir yandan 2007 yılında baş gösteren ekonomik kriz, diğer yandan mali sermayenin daha kârlı alanlara, demek oluyor ki Avrasya ve Asya-Pasifik coğrafyasına kayıyor oluşu Euro-Atlantik dünya düzenine rakip yeni güç odaklarını da kendiliğinden yaratmış oldu.

Yeni küresel kriz bölgeleri

Emperyalist metropollerdeki iktisadi krizin derinleşerek yayılması ve bir dizi tedbire rağmen henüz dip noktasını bulamamış olması, daha genel anlamda Euro-Atlantik ağırlıklı dünya düzeninin üstünlük alanını başka birtakım küresel güçlerle paylaşma ihtiyacını da yaratmış bulunmaktadır. Hiç şüphesiz bu üstünlük alanını kolayından terk etmek, bunun yarattığı avantajlardan vazgeçmek ABD ve müttefiki AB için ve onunla güç paylaşımına girecek olanlar için hiç de kolay olmayacaktır. ABD’yi süper güç haline getiren siyasal konjonktür bir daha ele geçebilecek bir fırsat değildir kesinlikle. ABD bunun farkındalığıyla da hareket alanını genişletmeye ve rakiplerinin dikkatini Ortadoğu’dan Asya-Pasifik’e, oradan Kuzey Kutbu’na yönelterek, küresel çapta yeni kriz alanları yaratmaya ve de kriz yönetimiyle rakiplerini devre dışı bırakarak konumunu sağlamlaştırmaya çalışmaktadır. Ortadoğu’ya müdahalesi, Asya-Pasifik bölgesine yığınak yapması ve Kuzey Buz Denizi’ndeki çalışmaları vb. gelişmeleri, elde ettiği üstünlüğü kolay kolay bırakmayacağının hamleleri ve aksiyonları olarak görmek durumundayız.

Ne var ki dünya dikensiz bir gül bahçesi değildir. Bütün bu alanların tamamında kontrolün ne tek başına ABD’ye ne AB’ye ne de Rusya ve Çin’e bırakılacağı kesin olmamakla beraber, bu alanların nasıl paylaşılacağı ve bu paylaşıma kimin ne kadar ve nereye kadar tahammül edebileceği sorusu orta yerde durmaktadır. Sözünü ettiğimiz bu emperyalist güçler ve onların işbirlikçisi durumundaki diğer bölge ülkelerinin gerçek manada bir paylaşım öncesi güç biriktirdiği, büyük kapışmalara hazırlık yaptığı bir tarihsel süreci yaşıyoruz.

ABD emperyalizminin özellikle de İkiz Kulelere saldırıyı da fırsat bilerek “Küresel Savunma Konsepti” stratejisini yürürlüğe koymuş olması bu rekabeti daha öngörülebilir bir hale getirmiştir. Bu strateji, dünya çapında herhangi bir egemen gücün çıkmasına fırsat vermemek ve emperyalist kapitalist dünya sistemine entegre olmayan bölgelerin sürekli savaş politikasıyla dizayn edilmesini içermektedir. Bu amaçla potansiyel tehlike durumundaki güçlerin zayıflatılması ve önleyici saldırı doktrini ile yok edilmesi ABD emperyalizminin yeniden yapılanma ve süper güç konumunu koruma politikasının özünü oluşturmaktadır. Kuzey Afrika’dan başlayarak, bütün bir Ortadoğu’ya, Hazar Bölgesi’nden Afganistan’a, oradan Asya-Pasifik bölgesine dek bir dizi alanda yaptığı askeri yığınağın ve yürüttüğü kirli operasyonların tamamı bu stratejik plan dahilindedir.

Enerjiye odaklı güvenlik konseptleri

Enerji kaynak ve erişim coğrafyasına dönük bütün hamleler ABD’nin karşısına bölgesel ve küresel çapta rakipler çıkarmaktadır, çünkü enerji jeopolitiği bir ulusal güvenlik sorunundur. Küresel ya da bölgesel çapta hiçbir güç kolay kolay bu güvenlik sorununu görmezden gelemez. Özellikle de emperyalist metropollerin enerji-güç ilişkisi bağlamında yeni güvenlik konseptleri oluşturduklarına ve enerjiye bağımlılık anlamında kaynak coğrafyaların çeşitlendirilmesi için yeni hamleler yaptıklarına tanıklık etmekteyiz. AB’nin Rusya’nın etki alanında olan Doğu Avrupa ülkelerini etki alanına alarak kendi pazarına dahil etmesi, yine Gürcistan ve Ukrayna üzerinden Azerbaycan ve İran ağırlıklı enerjiye erişim sağlamaya çalışarak Rusya’yı bypass etme çabaları, emperyalist güçler arasındaki çatışma alanlarını ve olasılıklarını çoğaltan gelişmeler olarak görülmelidir.

Ayrıca AB’nin tek para birimi olarak avroya geçişiyle birlikte doların uluslararası konumu ve ABD’nin aşırı borçlanma yükü ve bütçe açıkları avro-dolar kapitalist dünya sisteminde de yeni çatışma potansiyelleri ortaya çıkarmaktadır. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası ABD hegemonyası altında oluşturulan Bretton Woods sistemi, yani tam istihdama dayalı sosyal refah devleti, sabit kurlar ve spekülatif sermaye hareketlerine karşı ulusal kontrol mekanizmaları, yerini neo-liberal ekonomi politikalarına bıraktığından bu yana emperyalist-kapitalist sistem artan bir ekonomik kriz eğrisiyle bir çöküşün içinde bulunmaktadır. İktisadi olarak dünya egemenliği tartışmalı hale gelen Anglosakson dünyası, 1900’lerin son çeyreğinden itibaren artık ekonomi dışı yöntemler kullanarak, açık askeri müdahaleler, terör ve savaş gibi araçları devreye sokarak egemenliğini korumaya çalışmaktadır.

Rusya: Yıkıntıdan küresel güce

Sovyetler Birliği’nin dağılması ve ardından yaşanan siyasal çalkantılar yaklaşık on yıl boyunca bugünkü Rusya Federasyonu ve bölge ülkelerini siyasal bir krizin içine sürüklemiş ve bu krizden toparlanarak ve soğuk savaşın yorgunluğunu üstünden atarak çıkmak hiç de kolay olmamıştır. Bu süreç nihayet 2000 yılında Putin’in iktidara gelişi, özellikle de Rusya Federasyonu’nda siyasi otoritenin sağlanması ve ekonomide liberal politikaların hayata geçirilmesiyle farklı bir boyuta evrilmiş ve bilindik güç dengelerine ya da aynı anlama gelmek üzere merkez-kaç kuvvetleri arasındaki ilişkilere yeni anlamlar yüklemiştir. Sovyetler’in yıkımı sonrası bu gelişmelere paralel olarak dış politikada da Avrupa Birliği, Çin ve İran gibi önemli aktörlerle ilişkiler geliştirilmiştir. Enerji kaynakları ve onun sağladığı imkanlar ustalıklı bir biçimde kullanılarak, Rusya’nın bölgesel bir güç olmaktan öte küresel anlamda bir güç olması için pragmatist politikalar izlenmiştir. Ve bu politik düzlem hâlâ da genel Rus dış politikasının temel belirleyeni durumundadır.

Sovyetler dönemindeki güvenlik ağırlıklı siyasal pozisyon terkedilerek, Putin’in iktidara gelmesi ile yeni “Rusya Stratejik Güvenlik Konsepti”nin ihtiyaçlarına göre daha agresif, aktif ve müdahaleci bir tutum benimsenmiştir. Akıl hocalığını Dugin’in yaptığı ve daha çok da enerji kaynaklarının denetimi ve kontrolü ağırlıklı bu yeni stratejik güvenlik konsepti ile bütün Sovyet Cumhuriyetleri, Doğu Avrupa ve hatta “Avrupa’nın Finlandiyalaştırılması” Rusya’nın öncelikli hedefleri olarak belirlenmiştir. Baltık Denizi üzerinden Almanya’ya direkt doğalgaz boru hattı, Karadeniz üzerinden Bulgaristan ve Yunanistan’a ve yine aynı güzergahtan Türkiye’ye Türk Akımı gibi enerji boru hatları, bu stratejik belgenin bir diğer ayağını, yani Güney Akım projesini oluşturmaktadır. Ayrıca Beyaz Rusya, Slovakya, Polonya, Macaristan ve Baltık ülkelerinin tamamıyla, bir kısmı tamamlanmış bir kısmı ise yapım aşamasında olan çeşitli enerji anlaşmaları mevcuttur. Avrupa Birliği ülkelerinin toplam doğalgaz ihtiyacının %60’a yakını, petrol ihtiyacının ise %30’u Rusya’dan temin edilmektedir. Baltık ülkeleri ve Finlandiya gibi bazı ülkeler için bu oranın %90’lara vardığını ve bu ölçüde bir bağımlılık ilişkisinin bu ülkeleri yeni arayışlara ittiğini görmekteyiz.

Baltık sahasında emperyalist manevralar

Rusya’ya bu denli bağımlı olmak, Baltık ülkelerinin bu bağımlılığı dengelemek açısından NATO ve ABD ile farklı ilişkiler geliştirmelerine yol açmaktadır. Baltık coğrafyası, üzerinde yer alan ülkelerin bir yandan AB’ye üye olmaları, bir diğer yandan büyük oranda bir Rus nüfusun varlığı ve ekonomik olarak Rusya’nın etki alanında olmaları dolayısıyla, bir kriz coğrafyası olarak en başta Rusya ve AB’yi karşı karşıya getirme potansiyeli taşımaktadır. Ayrıca söz konusu bölge ikinci paylaşım savaşı öncesi Almanya ve Sovyetler arasında ihtilaflı alanlardan biriydi ve yeniden olmaması için de herhangi bir neden bulunmamaktadır. Son iki yıl içinde NATO ve ABD’nin Baltık ülkelerinde üs kurmak için yaptığı anlaşmaları ve Almanya’nın bu bölgeyi ekonomik anlamda AB’ye (yani kendisine demek oluyor) entegrasyon çalışmaları, Rusya’yı Baltık Denizi’nden uzaklaştırma ve kendi kıta sahanlığına hapsetme amaçlı girişimler olarak görmek gerekiyor.

Enerji kaynaklarına en güvenlikli yoldan ulaşım, özellikle de enerji bağımlısı ve birinci dereceden tüketicisi olması dolayısıyla Avrupa kıtası için büyük olduğu kadar hayati bir önem taşıyor. Rusya menşeili kaynaklar önemli olmakla beraber, bağımlılık ilişkisini minimize etmek açısından enerji hatlarını çeşitlendirmek özellikle de Avrupa için çok önemlidir. Avrupa Birliği, bu bağlamda özellikle de Azerbaycan, İran, Türkmenistan ve yine Ortadoğu’dan yeni enerji hatları projeleri için yatırımlar yapmakta, anlaşmalar kotarmaya çalışmaktadır.

Ortadoğu ülkelerinden ve Akdeniz havzasından bağlanması olası enerji hatlarını dışında tutarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Rusya, Avrasya kökenli enerji kaynaklarının gelecek 25 yılını tekeline almıştır ve sonrası için de musluğu elinde tutmaya devam edecektir. Tabi ki bu, Avrasya’daki zenginliğin tek başına Rusya’ya bırakıldığı anlamına gelmez. Başta ABD ve Çin olmak üzere diğer emperyalistler, bölge ülkeleriyle yeni yatırım ortaklıkları ve çeşitli anlaşmalar yaparak, Rusya’nın enerji jeopolitiği egemenliğini geriletmeye çalışmaktadırlar. Çin, Asya-Pasifik bölgesindeki imkanları ve emperyalist-kapitalist sistemin bir parçası olarak devasa büyüklükteki ekonomisi ve vazgeçilmezliğiyle yeni bir aktör durumuna gelmiş bulunmaktadır. ABD emperyalizminin öncelikli ve büyük bir tehlike olarak gördüğü Çin’e karşı Asya-Pasifik bölgesinde attığı adımlar iki ülkeyi yer yer savaşın eşiğine getirmektedir. Kuşkusuz iki gücün karşı karşıya gelmesinin gerisindeki en büyük nedenlerin başında bölgedeki enerji kaynaklarının denetimi ve güvenliği gelmektedir. İkincisi de dünya deniz ticaretinin üçte ikisinin gerçekleştiği bölge olarak yarattığı imkanlar kıyasıya rekabete yol açmaktadır.

Ayrıca Kuzey Buz Denizi’nde etüdü yapılmış büyük ölçekli enerji kaynaklarının varlığı ve nasıl paylaşılacağı da başka bir çatışma ve hegemonya alanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu alanda da üstünlüğün Rusya’da olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. ABD’nin Rusya’ya nazaran daha yeni olduğu bu alanda Rusların daha Sovyetler döneminde kimi çalışmaları ve yetiştirilmiş ekipmanları olduğu bilinmektedir. Son yıllarda Çin’in de artan enerji ihtiyacı ve bağımlılıklarını azaltmak adına bu bölgede faaliyet gösterdiğini bir biçimde not etmek gerekmektedir.

***

Kapitalist emperyalist düzenin daha çok kâr için yeni pazarlara ve büyüyen pazarlara mal üretmek içinse daha çok enerjiye ihtiyacı olduğu basit gerçeği bir dizi çatışma potansiyelini de içinde taşımaktadır. Dünyamızın emperyalist güçler tarafından yeniden paylaşılması nedeniyle büyük gerilimlere, bölgesel savaşlara çekildiği ve yeni yeni çatışma alanlarının yaratıldığı bir süreçten geçiyoruz. Henüz üçüncü dünya savaşı bir yakın olasılık gibi görünmüyor olsa da hazırlığın bu yönde olduğunu bilmek durumdayız. Emperyalist gerici kuvvetler arasındaki paylaşım planlarını doğru bir şekilde anlamak ve ona göre tutum almaksa öncelikli görevlerimizden biri olmalıdır.


 
§