ARSIVANA SAYFA
 
28 Ekim '00
SAYI: 40
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Zindanlardaki direnişe güç vermek için mücadeleyi her alanda yükseltelim!
Oyun bozuldu, katledilenler değil katiller yargılandı!
Ulucanlar katliamının ikinci perdesinde devlet terörüne karşı militan direniş
Ulucanlar davasına hazırlık çalışması
Ulucanlar’ın direniş geleneği yolunda yürüyoruz!
Yıldırım Doğan’ın Ulucanlar savunması
Adana’da SAG’a destek açıklaması
Sendikal ihanet nereye kadar?
Sınıf hareketinden kısa haberler
Cottarelli ve uşak takımını kovmak için sokağa, eyleme!
İnsanca yaşamaya yeten, vergiden muaf asgari ücret!
Direnişimizin nedenleri, anlamı ve talepleri
Bayrağımıza bir kez daha leke düşürmeyeceğiz!
Zindan direnişine yurtdışından güçlü bir destek örgütleyeceğiz!
Filistin İntifadası’nın ilk sonuçları
Ortadoğu’da anti-emperyalist mücadele dalgası
Seattle’ın izinde emperyalizme karşı yeni militan gösteriler!
Gençlik ateşi hücreleri yakacak!
YÖK’e karşı mücadeleye!
Bir anadan mektup
Basından seçmeler
Mücadele Postası
 



 
 
Zindanlardaki direnişe güç vermek için mücadeleyi her alanda yükseltelim!


Sistemin hücre saldırısına karşı uzun süredir mücadele yürüten devrimci tutsakların, eninde sonunda, yeni bir “ölümüne direniş” eylemine başvurmak zorunda kalacağı biliniyordu. Sermaye devletinin, devrimci tutsakları “hücrelerde tecrit ve imha” politikasındaki kararlılığını sergilemek amacıyla Ulucanlar zindanında gerçekleştirdiği katliamın, dönüp kendini tecrit etmesi; aynı saldırıda devrimci tutsakların 10 can bedeline yürüttüğü ölümüne direnişin ise, tersinden devrimcilerin hücrelere girmeme konusunda ne denli kararlı olduğunu göstermesi, devleti daha temkinli davranmaya, dolayısıyla saldırı takviminde gecikmeye yol açmıştı. Devletin ilk ilan ettiği takvime göre, hücreler, güya 2000’in ilk aylarında faaliyete geçirilecekti.

Hücre saldırısında önemli bir adım olarak kabul edilen Ulucanlar katliamından bu yana geçen bir yılı aşkın süre boyunca, kavganın her iki tarafı da kendi cephesinden hazırlıklarını yaptı. Devrim cephesi katliamın yarattığı tepkiyi örgütlerken; düzen cephesi bir yandan buradan aldığı yarayı sarmaya çalışıyor, öte yandan alttan alta hücrelere geçiş hazırlığını sürdürüyordu. Gelinen noktada, her iki kesim açısından da belirli mesafelerin tüketildiği görülmeye başlandı.

3 devrimci hareketin açlık grevini başlattığı 20 Ekim’i takibeden günlerde, 24 Ekim tarihinde, Ulucanlar katliamı davasının duruşması vardı. Katil devletin mağdurları yargılamaya kalktığı bu dava, hücre karşıtı mücadelenin dışarıdaki ayağı açısından da önemli bir işleve sahipti. Nitekim işlevine denk bir dizi eyleme konu edilebildi. Katliamların hesabının sorulacağı, devrimci tutsakların yalnız bırakılmayacağı, hücrelere geçit verilmeyeceği ortaya kondu. Bu, baştan beri ifade edilmekle birlikte, bugüne dek gerçekleştirilen eylemlerde genelde pasif mücadele yöntemleri tercih ediliyordu. Saldırılara boyun eğilmiyor, fakat kavga da büyütülemiyordu. 24 Ekim’de Ankara’da gerçekleştirilen eylemde ise, devlet zoru, karşısında devrimci zoru buldu. Ankara sokakları, saatler boyunca polisle devrimciler arasında süren taşlı-sopalı kavgaya sahne oldu. Aynı saatlerde mahkeme salonunda da düzenle devrim arasında farklı bir mücadele sürmekteydi. Bir kısmı arkadaşlarını öldürmek gibi alçakça fakat gülünç bir ithamla yargılanmaya kalkan katliam mağduru devrimciler, verdikleri savunmalarla, katliam tablosunu bir kez daha gözler önüne seriyor, katilleri itham ediyor, hücre saldırısına boyun eğmeme kararlılığını dile getiriyorlardı.

Sürece ilişkin tablonun diğer yüzünde ise, ne “tesadüftür” ki, adli mahkumların “af eylemleri” bulunuyordu. Yani, “kanayan yara cezaevlerine acil müdahale zorunluluğu” masalı...Ve devlet yetkililerinden “af, meclisin öncelikli gündemi olacaktır” açıklamaları... Medyadan, eylemin haklılığı, affın zorunluluğu propagandaları... Af ve hücre çalışmasının bir arada ve aynı zamanda ele alındığı, affın hücrelere geçiş için malzeme yapılmaya çalışıldığı hatırlanırsa, adli mahkumların bu eyleminin devlete nasıl bir malzeme sunduğu da anlaşılabilir. Üstelik, bir karşı koyuşu kışkırtacağı biline biline, adli tutuklulara yönelik toplu sevklerin tam da devrimci tutsakların açlık grevlerine başladığı bir süreçte gündeme getirilmesinde, bu tür eylemleri tetikleme gibi bir art niyet olmadığı da söylenemez.

Devletin “hazırlığı”, karşı önlemlerden, propaganda malzemesinden vb.’den ibaret de değil elbette. Bu arada kimi “iç pürüzler” de törpülenmeye çalışılıyor. Son tahlilde hangi amaca hizmet ettiğine bakmadan, devletin imajına halel getirebileceği düşünülen her türden girişimin önü alınmaya çalışılıyor. Pişkinsüt başkanlığındaki Meclis İnsan Hakları Komisyonu’nun DSP’den MHP’ye devredilmesi ve doğal olarak Pişkinsüt’ün görevine son verilmesi, bu yönlü hazırlığın çarpıcı bir örneği oldu. Hatırlanacağı gibi bu komisyon, iki konuda, Ulucanlar katliamı ve işkence konularında hazırladığı raporlarla faşist koalisyon hükümetinin, adli ve idari mercilerin iddialarını çürütmüş, Ulucanlar’da katliam, karakollarda işkence yapıldığını kendince belgelemişti. Bu devletin “adaleti” Ulucanlar’daki katliamı “devrimciler”in gerçekleştirdiğini iddia ederken, elbette, hem de kendi içlerinden birilerinin kalkıp tersini söylemesine izin veremezlerdi. Bundan böyle bu tür çatlak seslere tahammülleri olmadığını ve izin vermeyeceklerini böylece göstermiş oldular.

Devrim cephesine gelince. Hücre saldırısına karşı mücadelenin cezaevleri ayağında yeni bir zorlu sürece daha girilmiş bulunuyor. Bu konuda dostun da düşmanın da artık çok iyi bildiği bir şey varsa, o da devrimci tutsakların ölümüne kararlılığıdır. Hemen aynı kesinlikle iddia ettiğimiz ikinci bir konu da; içerdeki sürecin ne kadar zorlu geçeceğinin, ne kadar fazla ya da az bedelle zafere ulaşılacağının, içerideki dişediş mücadeleye dışarıdan verilecek desteğin gücüyle de yakından ilişkili olduğudur. Yani, içerideki kararlılık ve gücün, aynı şekilde dışarıda da gösterilmesi zorunludur. Dışarıdaki zorunluluk, devrimcilerin kendi duruşlarının ötesinde, hücre karşıtı mücadeleyi kitlelere maledebilmek açısından önemlidir. Çünkü, çatışmanın merkezinde devrimciler olmakla birlikte, çatışmanın her iki tarafı açısından da “kitleleri kazanmak” özel bir öneme sahiptir. Mücadeledeki duruş ve kararlılıkla kitlelere güven verilmeli, bir süredir pasif konumda bekleyen ve neredeyse dağılmaya yüz tutan hücre karşıtı platformlar hızla eylemli hatta çekilebilmelidir. Başlayan açlık grevleriyle bir kez daha ortaya konan devrimci irade ve kararlılık, varolan platformların güçlendirilmesi, olanaklı tüm zeminlerde yeni platformların oluşturulması için bir dayanağa dönüştürülmelidir.

Sınıf ve kitle hareketinin de bu açıdan dikkatle izlenmesi ve değerlendirilmesi gerektiği ortadadır. Sınıf hareketinin yükseldiği bir evrede, devletin, devrimci hareketle çatışmayı derinleştirmekten elinden geldiğince uzak durmaya çalıştığı bilinir. Ancak, emperyalist güçlerin denetiminde kapsamlı bir saldırı programını hayata geçirmekle mükellef bulunan gerici-faşist koalisyon hükümetinin fazlaca tercih şansı bulunmamaktadır. İMF-TÜSİAD programıyla işçi sınıfı ve emekçilere karşı açtığı iktisadi-sosyal yıkım savaşını başarıyla sürdürebilmek için, devrimci düşünce ve eylemi (devrimci örgütleri) tümüyle yoketmesi gerektiğini düşünüyor. Bir başka ifadeyle, devrimci öncüsüyle buluşan bir işçi sınıfının, böyle bir saldırıya asla izin vermeyeceği gibi, sistemi de tehdit edeceğini biliyor, bu ihtimali ortadan kaldırmaya (en azından geciktirmeye) çalışıyor. Kısacası, sistem, savaşı her iki cephede de sürdürmek zorundadır. Hem iktisadi-sosyal alanda işçi sınıfı ve emekçilere karşı, hem siyasal alanda devrimcilere karşı. Bu savaşta, sınıf ve kitle hareketi cephesinin uzun zamandır belirgin bir durgunluk ve parçalı bir süreç yaşadığı biliniyor. Ancak, son haftalardaki kimi gelişmeler, bu cephede de ileriye doğru ciddi çıkış imkanlarının artmakta olduğu yönünde işaretler vermektedir.

Özellikle, sendikal ihanetle önü kesilmesine rağmen, POAŞ işçilerinin çıkışı bu açıdan dikkate değer önemdedir. ‘98 patlaması hatırlanırsa, metal sektöründe ilerleyen TİS süreci ve sendikanın beklenen ihanetinin ne tür gelişmelere yol açabileceği de hesaba katılmak durumundadır. Süregiden özelleştirmeler ve kapıdaki toplu tensikatlar, ücretlere uygulanan komik zamlar, iş güvencesi yasa tasarısı üzerinden yoğunlaştırılmaya çalışılan esnek üretim ve diğer hak gaspları vb.’nin, sınıf ve kitlelerde öfke ve tepkiyi artıracağı açıktır. Sınıf hareketine devrimci müdahalenin artırılması, devrimci önderlik ihtiyacının karşılanması çabaları, biriken öfkenin mücadeleye akıtılması açısından kilit önemdedir.

Ancak bu sadece, “mücadele içindeki kitlelerin siyasal gelişmelere karşı daha duyarlı davranacağı” varsayımı nedeniyle ve hücre karşıtı mücadeleye kitle desteği sağlamak amacıyla değil, savunmadan saldırıya geçmek için de gereklidir. Mücadele her cephede yükseltilmelidir ki, düşman tüm gücüyle tek mevziye -cezaevlerine- yoğunlaşamasın. Sistem, saldırdığı tüm alan ve kesimlerden yanıt almalıdır ki, cüreti kırılsın.

Adli tutukluların eylemlerine yaslanarak, cezaevleri sorununu “af” sorununa indirgeyen bir propagandaya girişen ve devrimci tutsakların hücre saldırısına karşı başlattığı açlık grevlerini perdelemeye çalışan medyanın etkinliğini boşa çıkarmak için, cezaevleri ve hücre karşıtı mücadelenin etkin bir devrimci propagandaya konu edilebilmesi, devletin ve sistemin katliamcı yüzünün yine aynı etkinlikte bir teşhirinin yapılabilmesi gerektiği ortadadır. Fakat bu aynı süreçte, işçi sınıfı ve emekçi kitleler, kendilerine yöneltilen kapitalist-emperyalist yıkım saldırısına karşı da uyarılabilmelidir. Cezaevlerindeki devrimci tutsakların azmi ve kararlılığı, kitlelere örnek gösterilebilmelidir.

Dışarıda devrimcileri bekleyen, sadece, içerideki yoldaşları kadar kararlı ve inatçı bir mücadelenin öznesi olmak değil, kitle mücadelesinin önünü açmaya yönelik politik-pratik faaliyeti de artırmaktır.