|
Bir abladan bir anaya...
Kazanan biz olacağız!
Bir gün olur yolun düşerse
Bana uğramadan geçme sakın
Bir gün olur yalnız kalırsan
Beni almadan gitme sakın
Meğer analık ne zormuş. Ablalık hele daha da zor. Daha dün gibi, gözümün önünde bir saniye olsun gitmiyor. Acısı yüreğimi parçalıyor, beynim zonkluyor. Meğer on ay geçmiş, 300 gün ana 300 gün. Üç yüz gün olmuş senin yiğidin, evladın, benim canım, ciğerim kara toprağa emanet.
8 ay sonra onu gördük. Yeryüzünde kimseyi hücrelere konuk etmiyorlar. Hiçbir mahkum hücresinde ziyaret edilmiyor, ama kara toprak yeryüzünde yaşayan bazı yaratıklardan çok daha merhametlidir. Biz 8 ay sonra onu ziyaret ettik. Olduğu gibi duruyordu, bizi bekliyor gibiydi. Saçını, yüzünü, yatışını ve boyunu gördük. Oydu anam oydu, yanılmıyorum. Hep rüya gibi geliyor bana. Onu o kadar yakından gördüm ki, sarıldım ona, sarıldım ama ne yazık ki yine yasaklar ve engellerle karşılaştık. Bir sınır girdi aramıza, fazla dokunmayın, rahatsız etmeyin diye. O bizden hiç rahatsız olur mu anam?
Onuncu ayı dolmuştu. 26 Temmuz akşamı mesaiye kalmıştım, işyerinin penceresi mezarlığa bakıyor. Ben pencereden dışarı bakıyordum. Güneş ışınları tam üzerimizdeydi. Arkadaş perdeyi kapatmaya çalıştı, kapatma dedim. Ya öyle mi deyip oturdu. Güneşin batışını izledim. Bir gün daha bitti diye seviniyorum. İyi akşamlar güzel insan, 10 ayı geride bıraktın dedim. Yüreğim kabardı, gözyaşlarım süzülmeye başladı. Çok sıkıldım, sesli sesli ağlamak, haykırmak istedim. Herkes kendi aleminde, kimin umurunda benim acım. Haykırıp şunu söylemek istedim, hepiniz gelip şu pencereden bakın, şu mezarlıkta 10 aydır bir yiğit, Habip yatıyor. Sessizce bizi dinliyor. Bu insan bizim için, bizim daha iyi yaşamamız için mücadele etti ve katledildi. Sence kaç kişi anlayabilirdi bunu ana?
Akşam onda eve geldim. Bergama Cezaevine bir saldırı düzenlenmiş dediler. Anam, garip anam, Ulucanlara saldırılan o günün acısını yüreğimde hissettim. O anaları hayalimde canlandırdım. Benim 10 ay önce yaşadığımı bugün o analar yaşıyordu. Telefona sarıldım, haber almaya çalıştım. Televizyonlar hep Bergamayı ve anaları gösteriyordu. Bir an Habip canlandı gözümde, haykırıyordu, direnişteydi. Daha sonra diğer yoldaşlar canlandı gözümde.
Gece ablamlar Bergamaya gittiler, ben gidemedim. 10 ay önceki cesareti kendimde bulamadım. O zaman Ankaraya gittiğimde hala yaşıyor diye umudum vardı. Çok geçmeden umudum kırılmış, yerini öfke ve direnmeye bırakmıştı. Bir saniye olsun aklımdan çıkmadan, hep senin yüreğindeki acıyı düşündüm anacığım. Hatırlar mısın, bundan 10 ay öncesini? Ne de güzel sohbet ederdik, ne güzel hayal kurardık. Bir gün gelecek, Habip bu bahçede gezecek, bu kapıdan içeri girecek, bu balkonda karşı karşıya oturup sohbet edeceğiz, bu bahçe kapısını açar açmaz bir koç keseceğim. Hayır! Bir koç az gelir birkaç koç olsun, şenlik yapacağım, davullu-zurnalı bir eğlence yapacağım demiştim.
Ne oldu anam, ne oldu? Ne hoş ve boş hayaller kurmuşuz. 10 ay oldu daha hiç birarada yalnız kalıp konuşmuyoruz. Çünkü konuşacak bir şeyimiz kalmadı. O güzel hayaller yerini işkence, zulüm, kan ve ölüme bıraktı. Bizim yüreğimiz kin, nefret, öfke ve gözyaşı ile doldu.
Evet, Habip! Son kez o bahçeye girdi, 6 saat dinlendi ve bir daha uğramamak üzere gitti. Seni hiç kaybetmedik Habip. Senden çok şey öğrendik, çok şey öğreneceğiz. Seni hiç unutmayacağız, çok özlüyoruz. Hep kalbimizde, beynimizde ve yumruklarımızdasın.
Kazanan biz olacağız!
Kazanacağız!..
ONlar bir avuç yiğit insan, bir tutam kızıl gül, sonsuz renkte ve kokuda dağ çiçekleri, bir avuç devrimci ve komünisttiler. Yarını yüklemişlerdi yüreklerine. ONlar sayıca azdılar, ama yürekçe çoktular. Gecenin bir yarısı saldıran düşmana yenilmediler. Ölüm mü, hoş geldi, sefa geldi. Nasıl kucaklamışsak yaşamı, aynı rahatlıkla kucaklarız ölümü, yeter ki bayrağımıza tek bir leke bile düşmesin...
Teslim olmak yok!.. Diz çökmek yok!.. Kırılmak var, ama onursuz bir yaşama doğru esnemek yok!.. Savaş böyle kazanılacak... Savaş, uğrunda tereddütsüzce öleceğimiz bayrağımızı, canla-kanla daha yukarılara taşıyarak kazanılacak. Savaş ONlar gibi şiir gibi döğüşülüp, türkü gibi ölümsüzleşerek kazanılacak.
İşte ONlar, Ulucanlar şehitleri... Gözleri çakmak çakmak gülümsüyorlar güneşe... Nazımla bir olup söylüyorlar güneşi içenlerin türküsünü. ONlar hala savaşıyorlar, yaşıyorlar. ONların içinden iki yiğit komünist: Habip ve Ümit yoldaşlar... Olmazı olur, aşılmazı aşılır yapan inançlarıyla hala en önde döğüşüyor, yol gösteriyorlar. Önder olabilmenin ölmesini bilmekten geçtiğini pratikleriyle gösterdiler. İçleri rahat çekildiler ölümsüzlük burçlarına. Biliyorlardı çünkü, içinden kendileri gibi önderleri çıkarmış öncü müfrezemiz onları çoğaltacaktı.
Bir yıl önce Ulucanlarda yaşananları iki boyutuyla ele almak gerekiyor. Birincisi katliam boyutuyla, katliamcılar açısından. İkincisi ise direnişçiler açısından. Çünkü orada yaşanan, bugün zindanlarda hücre saldırısında cisimleşen topyekûn saldırının bir parçasıydı. Ve bu saldırının nasıl püskürtüleceği de, yine orada ortaya konuldu.
Ulucanlar katliamı
Ulucanlar, katliam öncesinde yaklaşık bir yılı aşan bir süre boyunca sürekli hedef gösterildi. Öyle ki, orayla alakası olmayan bir olay bile Ulucanlar görüntüleriyle verilerek, sorunların merkezi olduğu doğrultusunda bir yönlendirme çabası sergilendi. Çünkü Ulucanlar seçilmiş bir hedefti.
Peki neden Ulucanlar?
Birincisi; Ulucanlarda sermaye devleti psikolojik moral üstünlüğü çoktan yitirmişti. Elbette arama yapamamak, sayım alamamak gibi bir sorunları yoktu. Sorun tutsakların psikolojik moral üstünlüğü ellerinde tutmalarıydı. Bu durumda, buradaki devrimcileri teslim alabilmelerinin imkanı yoktu.
İkincisi; buradaki tutsakların konumları, özellikle partimiz açısından, düşmanın katliam yönünde iştahını kabartacak türdendi. Bu yanıyla Ulucanlar katliamı partimizi yakından ilgilendiriyor.
Üçüncüsü; başkentin göbeğinde böylesi bir vahşeti gerçekleştiren sermaye devleti, diğer zindanlarda daha fazlasını yaparım mesajını vererek, hem içeriye hem dışarıya korku salmayı amaçlıyordu.
Merkezi hedef ise hücre saldırısının önünü açıp, yolunu düzlemekti.
Hücre saldırısı topyekûn saldırının bir parçası. Bu yanıyla emekçilere yönelik saldırının devlet terörü boyutunu oluşturuyordu, katliamlar. Hemen ardından Adanada gerçekleşen yargısız infaz da sermayenin amacını tüm çıplaklığıyla ortaya serdi. İçeride de dışarıda da, muhalefete korku salarak bastırıp sindirmek.
Ulucanlar direnişi
Sermaye devletinin planları devrimci ve komünist tutsakların destansı direnişiyle boşa çıkarıldı. Düşmanın teslim olun çağrıları, asıl siz teslim olun, devrimci tutsaklar asla teslim olmaz, devrim davası yenilmez haykırışlarıyla yanıtlandı. Komünist ve devrimci tutsakların sloganları, kanları ve canlarıyla ördüğü granitten duvara çarpıp paramparça oldu, teslim olun çağrıları.
Şehitler için akıtılan gözyaşları, öfkenin, sınıf kininin barutunu ateşleyen kıvılcım oldu. En kaba ekonomist bakışaçısıyla bile, Ulucanlarda kazanan komünist ve devrimci tutsaklar oldular. Düşman katletti, sakat bıraktı, yaktı-yıktı, ama yenildi. Öldürmenin kazanmaya yetmeyeceğini bir kere daha gördü. İşçi ve emekçiler ise, ölümün bile, yiğitçe direnildiğinde aslında kazanmak olduğunu öğrendiler/öğrenecekler. Zira Ulucanlar zaferinin öğrettikleri tarihsel önemdedir ve sınıflar mücadelesi tarihi içinde yerli yerine oturacaktır. Dolayısıyla, şimdiden bunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Korku salmak istiyordu düşman, başaramadı. Hemen tüm cezaevlerine yayıldı direniş. Korkutmayı hedeflediği devrimci tutsaklar asıl siz korkun yanıtını pratikte verdiler. Daha sonra Burdur ve Bergamada aynı yanıt verildi. Kollar koparıldı, kafalarda bombalar patlatıldı, alçakça tacize ve tecavüze maruz kalındı, ama devrimci tutsaklar teslim alınamadı. Her muharebede kazanan devrim cephesi oldu.
Komünist ve devrimci tutsakların bu kararlı duruşları olmasaydı, demokratik cumhuriyetçiler gibi biz yokuz komutanım! deselerdi, bugün hücrelere karşı yükselen ses çıkamayacaktı. Bu anlamda bugün hücre karşıtı eylemlerin geldiği düzeyi ele alırken, Ulucanlar direnişini milat almak gerekiyor. Kuşkusuz Ulucanlar direnişi de 84 ÖOndan 96 SAG ve ÖO eylemine dek uzanan bir direniş geleneğinin sonucudur; bu geleneğin destansı bir direnişle bir üst boyuta sıçratılmasıdır. Ama yine de hücre karşıtı eylemlilikte Ulucanlar direnişinin, bıraktığı gelenek ve yarattığı imkanlar açısından çok önemli bir yeri vardır.
Gelinen aşamada hücrelere karşı mücadelede devrim cephesi avantajlı durumdadır. Zaferin yine ölümüne bir direnişle kazanılacağının bilincinde olan devrimci tutsaklar, kazanmanın gereklerini yerine getirmekten çekinmeyeceklerdir. Hücre saldırısının püskürtülmesi, topyekûn saldırıyı püskürtmek açısından büyük bir önem taşımaktadır. Nasıl ki hücrelerin yaşama geçirilmesi topyekûn saldırının sermaye açısından başarısının teminatı niteliği taşıyorsa, hücrelerin yıkılması da topyekûn saldırıyı püskürtmek açısından yaşamsal önemdedir. Bu bilinçle komünist tutsaklar devrimin çıkarlarını esas almaktadırlar. Bu ideolojik-politik duruşun mimarı ise şehit yoldaşlarımızdır.
Sizler partiyi kazanmış olmanın kıvancıyla, başınızı yoldaşlarınızın omuzlarına yaslayıp ölümsüzleştiniz. Partimiz her geçen gün büyüyüp güçlenerek sizlere can oluyor. Sizlerin tek bir leke düşürmeden yukarılara çıkardığınız bayrağımız, programımızın yayınlanmasıyla daha da yukarılara yükseldi, yükseliyor. Ve programımız yalnızca Türkiye proletaryasına değil, dünya proletaryasına yol gösterecek güç ve niteliktedir. İçiniz rahat olsun; uğrunda tereddütsüzce ölümü kucakladığınız davanız, davamız kazanacak.
Partimiz ve devrim davası kazanacak! Çünkü nasıl yaşanacağını öğreterek ölümsüzleşen sizlerle çok daha güçlüyüz. Sizlerle birlikte duracağız devrim halayına.
Çankırı Zindanından bir TKİP tutsağı
|